SAYE 6. Bölüm

Jiang Cheng’in kolları kavuşturulmuş, bacakları alabildiğince uzağa uzatılmıştı ve kendini biraz tatsız hissediyordu.

Biraz önce sahada olanların beceri düzeyleri şöyle böyleydi. Basketbol ayakkabılarını giyiyor olsaydı, o ve Pan Zhi muhtemelen onları ikiye karşı beşte bile sorunsuz alaşağı ederlerdi. Ne var ki onların oynamalarını izlemek oldukça ilginçti – Yukarıdan bakmanın verdiği üstünlük duygusu kadar, onu oraya götüren yüce hırslı ruhtan duyduğu gurur da vardı.*

*会凌当绝顶 – “Yukarıdan bakmanın verdiği bir üstünlük duygusu var; onu oraya götüren ruh ve yüce hırslar”
Bu dize Çin’deki önemli bir tarihi figürden geliyor – Dù Fǔ 杜甫 (şair) ve onun “望岳” (Wàng Yùe) üzerine olan bölümü. Dù Fǔ,Tai Dağı’nın (泰山 – ) tepesinde duruyor ve aşağıdaki görkemli manzarayı anlatırken aynı zamanda da zirveye tırmanabilmesinin hırsına ve korkusuzluğuna bağlı olduğunu şiirsel bir şekilde ifade ediyor. Jiang Cheng’e gelince kenardan çaylakları izlerken “Ben en iyisiyim.” Diye düşünüyor.

Ama Gu Fei ve iki arkadaşı sahaya girdiği anda, bütün atmosfer değişti.

Çünkü Gu Fei’nin basketbol becerileri…çok iyiydi. Önceki okulunda olsaydı, Gu Fei kesinlikle şehir çapındaki lise turnuvalarında ciyaklayan kızlardan oluşan dev bir seyircinin ihtişamıyla yıkanan türden olurdu.

Bu sebeple, böyle bir oyunu izlemek artık Jiang Cheng’e üstünlük hissi vermiyordu.

Gu Fei’ye karşı özellikle nefret beslemiyordu fakat iyi hislere sahip olduğu da söylenemezdi. Böyle bir zamanda, içsel düşünceleri bir taraftan ‘Hey, bu piç oldukça yetenekli’ derken başka bir taraftan da bunu zorla düzeltiyordu ‘ kıçımın oldukça yeteneklisi, o sadece çiçek kafesleriyle* övünüyor.’

*Flower trellis 花架子 – yani yakışıklılığıyla gösteriş yapmak için sadece güzelliğe ve biçime dikkat ediyor.

“Bu çocuk oldukça iyi ha,” dedi Pan Zhi, üstü kapalı en ufak bir anlayışı olmadan. “Nasıl tanıştınız?”

“Önceki takımımızda olsaydı, oldukça sıradan olurdu.” Dedi Jiang Cheng.

“Oh, basketbol takımında mıydın?” Li Yan, Pan Zhi’nin cevap vermesini beklemeden diğer taraftan ağzını açtı. Ses tonundan hafif bir kışkırtma havası seziliyordu, “Diğer taraftan birini alsak ve onun yerine sen devam etsen nasıl olur?”

Jiang Cheng kafasını çevirdi ve Li Yan’a baktı: “Hayır.”

“Hayır?” Li Yan şaşırdı, muhtemelen meydan okumayı zevkle kabul edeceğini düşünmüştü, bu kadar çabuk reddedeceğini düşünmemişti. “Neden?”

“Tahmin et.” Jiang Cheng ayağa kalktı ve spor salonunun çıkışına yürümeye başladı.

Pan Zhi sırtını esnetti ve arkasında kafası karışmış birkaç kişi bırakarak Jiang Cheng’i takip etti

_

“Sen ve isimsiz öfken.” Spor salonundan çıktıktan sonra Pan Zhi boynunu eğdi. “O çocuğa karşı bir düşmanlığın mı var?”

“Sadece üç gündür buradayım.” Dedi Jiang Cheng.

“Bu doğru, birisiyle bir tartışma konusu yaratmak için çok kısa,” Pan Zhi iç çekti. ” Her nasılsa şu an gözüne herkes antipatik görünüyor.”

“Sen iyi göründün.” Jiang Cheng ona baktı.

Pan Zhi gülümsedi: “Ah, gerçekten de, o kişiyi nereden tanıyorsun? Sınıftan?”

“…komşu.” Jiang Cheng cevapladı.

“Seninle aynı binada mı?” Pan Zhi sordu.

“Mahalleden komşu.” Jiang Cheng basitçe cevapladı.

“Ah,” Pan Zhi yanıtladı.

Doğrusu, bir an için Pan Zhi’nin bu kavramı anlamakta zorlandığını anladı. İkisi de komşuların iki tipte olduğu etrafı çevrili sitelerde büyümüştü; aynı bina biriminden olanlar ve aynı siteden olanlar. Birinci, kafa sallamaya oluşan bir ilişkiye dayanıyordu, ikincisi ise sadece göz aşinalığıydı.

Mahalle komşusu- bu tür bir komşu daha önce hiç temas kurmadıkları bir şeydi.

Jiang Cheng hafifçe iç çekti. “Metamorfoz*’un” bir bölümüne katılmak için orada bulunduğuna dair yanlış bir algıya kapıldı.

*İnsanların (genellikle ünlülerin) hayatın farklı bir yönünü deneyimlemek ve öğrenmek için birkaç gün boyunca hakkında çok az bilgi sahibi oldukları ya da bilgi sahibi olmadıkları bir ortama getirildiği reality TV şovu.

“Burada dağ var mı? Kar görmeye gidelim.” Pan Zhi ellerini çırptı.

“Bu soğuk havada dağ tırmanışı mı? Beyninin donacağından korkmuyor musun, öncelikle o kadar çevik de değiliz.” Jiang Cheng belirtti. “Ayrıca daha önce kar görmedin mi?”

“Bizim oradakinden daha çok kar var ah.” Pan Zhi kolunu omzunun üzerinden salladı. “Cheng’er, ağabey seni temiz hava almaya götürecek. Bu sadece ortam değişikliği, ne önemi var. Bu sadece ebeveyn değişikliği, ne önemi…bu biraz önemli, nasıl ifade etsem…”

“Tabi, dağa tırmanmaya gidelim.” Jiang Cheng, Pan Zhi’nin kollarını sallamasıyla eğlendi. “Cehenneme git, ne önemi var.”

_

Sahadaki oyundan sonra, Gu Fei vücudunun rahat bir şekilde sıcak olduğunu ve son iki günün uyuşukluğunun nihayet ortadan kaybolduğunu hissetti. Montunu giydi ve sahadaki sonunda gitmeye karar verdiği için gözleri sevinçle dolan insanlara bakmak için arkasına döndü.

“Daha fazla oynamak istemiyor musun?” Bir kişi muhtemelen alışkanlıkla sordu.

“İyi, bir oyuna daha ne dersiniz?” Dedi Gu Fei.

Kimse ses çıkarmadı; yüzleri utançla doluydu.

Gu Fei gülümsedi ve fermuarını yukarı çekti. “Gidelim.”

Spor salonundan çıktıktan sonra, Liu Fan birkaç kere aşağı yukarı zıpladı. “Ne kadar da sıkıcı, eğlence merkezine gidip saha kiralamayı önerdim ama sen okuluna gelmek için ısrar ettin.”

“Ne kadar daha ilgi çekici olmasını istersin?” Gu Fei sordu.

“Bir grup lise öğrencisiyle top oynamanın neresi eğlenceli?” Li Fan cevapladı.

“Liseden sadece iki yıl önce mezun oldun.” Li Yan, Liu Fan’a baktı.

Gu Fei orta parmağını Liu Fan’ın önüne uzattı. “Eğer teke tekte beni yenersen, bunu istediğin kadar özgürce söyleyebilirsin.”

Herkes güldü.

“Siktir,” Liu Fan, Gu Fei’nin eline vurdu. “Gidip bir şeyler yiyelim, acıktım.”

“Gelmiyorum.” Gu Fei telefonuna baktı. “Eve gidiyorum.”

“Dükkana mı dönüyorsun?” Li Yan sordu. “Bugün dükkana annen bakmıyor muydu?”

“Er Miao’yu fizik muayenesine götürüyorum. Birkaç gün önce faturayı almaya gittiğimde bugün için randevu aldım.” Dedi Gu Fei. “Konu hastaneye gitmeye geldiğinde epey bir süre ikna etmek gerekiyor, zaman harcıyor.”

“Bir süre takılmak için bu gece uğrayacağız.” Dedi Liu Fan.

“Bakarız.” Gu Fei motosiklet anahtarlarını çıkardı. “Gidiyorum ah.”

“Her zaman tek kelime bile etmeden gitmiyor musun.” Dedi Li Yan. “Bugünkü coşkuna ayak uydurmak epey zor.”

“Sen sadece bela arıyorsun.” Gu Fei döndü ve gitti.

Hayat ilgini çekmeyince, zaman yavaş akma eğilimindedir. Ama en ufak bir ilgi eklentisiyle bile, şelalelerin engellenemez akışı gibi geçer.

_

Pan Zhi’nin yanında getirdiği bir parça neşe ve rahatlama çabucak bitmişti.

“Gerçekten de yemek yığınını geri almayacak mısın?” Jiang Cheng otogarın bekleme salonunda durdu ve telefonundaki kayan mesajlara baktı.

“Alacağımı söylersem, otele geri dönecek ve bana geri mi getireceksin?” Pan Zhi sordu.

“Ciddiye alma, sadece söyleyecek daha iyi bir şeyim yok.” Jiang Cheng, Pan Zhi’ye baktı.

“Bu şartlarda yemek satın alacak bir yer bulamayacağından korktuğumdan o yemekleri yemen için getirdim.” Pan Zhi iç çekti. “Öyleyse, geri mi dönüyorsun yoksa 1 Mayıs’ta tekrar mı geleyim?”

“Geri dönmüyorum,” dedi Jiang Cheng. “Bir daha asla geri dönmeyeceğimi söylemiştim.”

“Neden bu kadar inatçı olduğunu kim bilebilir,” Dedi Pan Zhi. “O zaman ben buraya geleceğim. Takılmak için sınıftan birkaç kişiyi de getirsem, nasıl olur?”

“Zamanı gelince bakarız.” Jiang Cheng duvara yaslandı. “Birbirimizle o kadar da yakın olduğumuz söylenemez. Birbirimizi görmeden geçen birkaç aydan sonra, içlerinden herhangi birinin gelmek için istekli olacağına şüpheliyim. Turistik bir yer de değil.”

“Tamam, sonra karar veririz.” Pan Zhi başıyla onayladı.

İkisi bir süreliğine sessizleşti. Normalde oturan Pan Zhi, aniden ayağa kalktı ve dikkatle Jiang Cheng’in gözlerine baktı.

“Ne istiyorsun!” Jiang Cheng davranışı karşısında şaşırdı ve Pan Zhi’yi işaret etti. “Ağzını açma! Seni tokatlayacağım.”

“Hadi birbirimize sarılalım.” Pan Zhi kollarını açtı.

“Siktir.” Jiang Cheng’in nutku tutulmuştu ama yine de kollarını açtı ve onu sardı.

“Beni unutma.” Dedi Pan Zhi. “Ciddiyim.”

Jiang Cheng hafifçe iç çekti: “Mayısın 1’inde beni ziyarete gel, o zaman unutmayacağım.”

Pan Zhi gülümsedi: “Tamam.”

Okulun başlamasından önceki birkaç gün boyuna, Li Baoguo sadece bir kere yemek yaptı-diğer yemek saatlerinin hiçbirinde evde değildi.

İlk başta, Jiang Cheng kendisi için biraz noodle yapmaya yeltendi ama mutfağa girdiğinde ve vahşi bir karmaşa içindeki tencere, tava, tabak ve kase yığınlarının yanında bir de yağ tabakasıyla kaplı baharat kavanozlarını gördüğünde yemek yapmaya dair bütün isteği kayboldu.

O birkaç günde, paket servis uygulamasını kullandı ve bir kilometre yarıçapın içindeki restoranlardan, sadece isimlerine baktığında ilgisini çekenlerden, yemek söyledi. Yeni okul dönemi başlayana kadar böyle yemeye devam etti.

Jiang Cheng yeni sınıf öğretmeni okulların başlamasından önceki gün onu aradığında son derece şaşırdı.

“Baban telefona cevap vermiyordu.” Dedi sınıf öğretmeni.

Bu çok da şaşırtıcı değildi-duyuşu iyi değildi ve her zaman kumar masasındaydı. Jiang Cheng, Li Baoguo’nun kart oynadığı apartmanın önünden birkaç kere geçmişti ve her seferinde, üst kattaki gürültü ve heyecanın zemin kata kadar ulaştığını duyabilmişti.

Rehber öğretmenin soyadı Xu’ydu. Sesine bakılırsa, oldukça hevesli orta yaşlı bir adam gibi konuşuyordu. Bu Jiang Cheng’in yeni çevreye karşı hissettiği kaygının birkaç derece azalmasını sağladı.

_

Okul kayıtlarının sabahı kar yağmaya başladı. Tamı tamına Pan Zhi’nin söylediği gibi, daha önce hiç bu kadar yoğun bir kar yağışı görme fırsatı olmamıştı.

Aslında bu oldukça heyecan vericiydi.

Okul kapılarından girdikten sonra, çevredeki öğrencilere dikkat etti ve çok da fazla fark olmadığını hissetti. Eşit şartlar altında lise öğrencisi olmak ve aynı şekilde sayısız tanınmayan yüz ancak yabancılık ve tuhaflık hissi olağanüstü derecede artmıştı.

Öğrencilerin arasından Gu Fei’nin yüzünü seçmek için özel bir çaba bile harcadı ama o orada değildi.

“Jiang Cheng, bu oldukça iyi bir isim.” Sınıf öğretmeni, Xu Amca, gerçekten de amcaydı*, sabahları sarhoş olma olasılığı oldukça yüksek olan bir amca. “Soyadım Xu, tam adım Xu Qi Cai, sınıf öğretmenin yani ben size lisan öğreteceğim. Bütün sınıf arkadaşların bana Lao Xu* ya da Xu Zong* der.”

*Amca – 大叔 50’li yaşlardaki orta yaşlı erkeklerden bahsederken genç nesil arasında yeni ortaya çıkmış bir terim. Başka bir nota göre Asya kültüründe birine amca/teyze demek onların sizinle akraba oldukları anlamına gelmez, daha çok sizden büyük olanlara karşı saygı ifadesidir.

*Lao Xu – 老徐 Yaşlı Xu

*Xu Zong –  Patron Xu

Lao Xu…Zong.” Jiang Cheng disiplinli bir tavırla belli belirsiz başıyla selamladı. Bu isimlerde pek doğru gelmeyen yanlış bir şeyler vardı.

“Hadi biraz sohbet edelim, ilk ders lisan dersi ve bireysel çalışma oturumundan sonra, seninle oraya yürüyeceğim.” Lao Xu yandaki sandalyeyi gösterdi, “Otursana.”

Jiang Cheng oturdu.

“İkinci yılında başka bir okula nakil olmak oldukça nadir.” Lao Xu gülümsedi. “Özellikle de buraya…önceki karnelerine baktım, notların olağanüstü, ah.”

“İyiler,” Jiang Cheng cevapladı.

“Sadece iyi değil, oldukça iyi. Bu kadar alçak gönüllü olma.” Lao Xu gülmeye başladı ama sonrasında sessizce konuşmadan önce iç çekti. “Buraya nakil olmak zorunda kalman çok yazık.”

Jiang Cheng cevap vermedi sadece Lao Xu’ya bakmaya devam etti.

Önceki sınıf öğretmeni de söylemişti, “Ne kadar yazık, öğretim kadrosunun kalitesi ve öğrencilerin kökeni eksik…” fakat şimdi Lao Xu’nun da benzer şeyleri söylemesi, Jiang Cheng’i şaşırttı.

“Fen bilimlerindeki notlarının, beşeri bilimlerdeki notlarından daha iyi olduğunu gördüm.” Lao Xu dikkat etti. “Neden beşeri bilimler sınıfında olmayı seçtin?”

Jiang Chen bu soruyu cevaplaması oldukça güç buldu-çünkü hem annesi hem de babası fen bilim müfredatını seçeceğini ummuştu. Çılgın, aptal, gençliğin isyankar tutumuyla dolu cevabının ağzından kaçmasına izin veremezdi. Çoktan yapmış olsa da, sesli bir şekilde söylemek aşırı aptalca hissetmesine neden oluyordu.

Kısa bir süre duraksadı ve en sonunda konuştu. “Sınıf öğretmenimizi seviyordum, beşeri bilimler öğretiyordu.”

“Anlıyorum.” Lao Xu şaşırmıştı. “Umarım beni de seversin. Bundan sonra fen bilimleri müfredatına geçmen biraz zor olur.”

“Oh,” Jiang Cheng onun yüzüne baktı.

Bir süre birbirlerinin gözlerine baktıktan sonra, Lao Xu gülmeye başladı. Kısa süre içinde Jiang Cheng de onu takip etti ve güldü- bu sınıf öğretmeni aslına oldukça enteresandı.

İlk ders için uyarı zili çaldıktan sonra, Lao Xu kolunun altına bir dosya zarfı koydu, USB’sini çıkardı ve cebine attı. “Benimle gel, seni sınıfına götüreceğim.”

“Tamam.” Jiang Cheng sırt çantasını omzuna astı ve ofisin dışına çıkan Lao Xu’yu takip etti.

Lao Xu’nun ima ettiği şeye istinaden, Si Zhong tam olarak iyi bir okul değildi. Okulun kampüsü oldukça büyüktü, sadece bina tasarımları biraz benzersizdi. Diğer sınıflar başarı sıralarına göre sınıflandırılmışken, sadece ikinci ve üçüncü beşeri bilimler sınıfları diğerlerinden ayrılmış ve ortadaki merdivenlerin sınır olarak kullanıldığı eski, üç katlı, yüksek bir binaya yerleştirilmişlerdi-sol tarafta ikinci sınıflar, sağ tarafta ise üçüncü sınıflar vardı.

Jiang Cheng kendini kadere hayran olmaktan alamadı; transfer olduğu okulda bile köhne bir bina bulabilmişti. Zemin beklenmedik bir şekilde ahşap döşeme tahtalarıyla döşenmişti… çiziklerden dolayı eski renklerini kaybetmiş antika döşeme tahtaları, ayak bastığında üçüncü kattan birinci kata insanların düşmesine neden olacakmış gibi hissettiriyordu.

“Bu eski bir bina.” Lao Xu ona açıkladı. “Eski olduğu için küçümseme çünkü tasarımı çok uygun. Bu sınıflarda ders anlatan öğretmenler mikrofon kullanmaya ya da seslerini yükseltemeye ihtiyaç duymuyorlar, en arka sıradaki öğrenci bile kolaylıkla duyuyor.”

“Oh,” Jiang Cheng başıyla onayladı.

“Bizim sınıfımız üçüncü katta,” Lao Xu devam etti. “Bu yükseklikten çok uzağı göremezsin ancak yine de sahaların olduğu tarafta görüş alanı oldukça geniş.”

“Tamam,” Jiang Cheng onaylamaya devam etti.

“Okulumuz…” Lao Xu yürürken konuşmaya devam etti. Merdivenlerin köşesinden dönerken yukarı baktığında, aniden bağırdı: “Gu Fei! Yine geç kaldın!”

Bu isim Jiang Cheng’in kaşlarının kontrol edilemez bir biçimde, şaşkınlıkla kalkmasına neden oldu. Jiang Cheng başını merdivenlerin tepesine çevirdiğinde tek gördüğü başını çevirmiş uyuşuk uyuşuk yukarı yürüyen biriydi – ağzından sarkan bir kutu süt bile vardı.

Işığa karşı dursa da, Jiang Cheng o kişinin kesinlikle Gu Fei olduğunu, aynı isim ve soyisme sahip başka biri olmadığını anlamıştı.

“Günaydın, Xu Zong.” Gu Fei’nin ağzında hala pipet vardı, bu da konuşmasının zor anlaşılmasına sebep oluyordu. Jiang Cheng’e doğru bakış attı, muhtemelen Jiang Cheng’inkine benzer duygular içindeydi, artık bu tarz karşılaşmalara şaşırmıyordu bile.

“Geç kaldın ve yine de etrafta geziniyorsun, neden yukarı çıkmıyorsun?!” Lao Xu onu gösterdi “Okul daha yeni başladı ve sen çoktan kaytarıyorsun!”

Gu Fei cevap vermedi. Bunun yerine arkasına döndü, uzun adımlarla merdivenden çıktı ve üçüncü kat koridorunda gözden kayboldu.

Si Zhong daha önceki okulu ile kesinlikle kıyaslanamazdı. Dersin başladığını belirten zil çoktan çalmasına ve öğretmenler de sınıfta olmasına rağmen koridor sınıflarına gitmeye niyeti olmayan öğrencilerle doluydu. Bunun yerine, hiçbir şey olmamış gibi çene çalmak için trabzanlara yaslanmaya devam ediyorlardı.

İkinci sınıfların tarafındaki koridor bir yığın uyuşuk ve perişan öğrenciden oluşuyordu. Jiang Cheng üçüncü sınıfların koridoruna bakmak için döndüğünde, onların da aynı kahrolası durumda olduklarını gördü. Bir süre daha dikkat kesilse de daha yeni yukarı çıkan Gu Fei’yi göremedi.

Lao Xu merdivene en yakın sınıfa girdi, Jiang Cheng de arkasından takip etti ve kapı çerçevesinden sınıfa baktı. İkinci yıl (8) yazan bir tabela vardı.

8, kötü değil, sonunda ona şans getirecek bir şey vardı – gerçi bu 8’in, onu nasıl varlıklı yapacağından tam olarak emin değildi.*

* 8  “ba” “zengin olmak” anlamına gelir. Uzun süredir Çin kültüründe en şanslı kabul edilen sayıdır.

8 Numaralı Sınıf’ın dışındaki koridorda da duran pek çok insan vardı bununla beraber hiçbiri sınıfa giren Lao Xu’yu gördükten sonra bile yerinden kıpırdamamıştı. Tersine, Jiang Cheng’in de sınıfa girdiğini gördüklerinde, muhtemelen meraktan ve iyi bir gösteri yakalama umuduyla takip ettiler.

Lao Xu küçük bir platformun üzerindeki kürsünün önünde durdu ve bütün bu zaman boyunca susmamış insan topluluğuna baktı; sabırla herkesin susmasını bekliyor gibi görünüyordu.

Bu süreç boyunca, Jiang Cheng kürsünün yanında dikildi ve her türlü bakış ve sessiz mücadeleye maruz kaldı.

Çok rahatsız hissetti. Normalde, biri ona bu şekilde baktığında, “neye bakıyorsun”* ifadesiyle bakışlarına karşılık verirdi, sinmez ya da bunun onu etkilemesine izin vermezdi. Ama aynı anda bir düzineden fazlasının ona baktığı bir sınıfla, bir şekilde kayıp hissetti – çok fazla hedef, bütün yüzler tek bir parça halinde birleştiğinde, diğer hedeflerin kaybedilmesine neden olur.

*”Neye bakıyorsun”(你瞅啥) bir tür kışkırtma: Çin’in kuzeydoğu bölgesinde, gözlerinizle birini kışkırtmanın iki yolu vardır. İlki birine boş gözlerle bakmak (her iki göz de sabit bir şekilde ona bakıyor), diğeri ise ona gözlerini kısarak bakmaktır.(küçümseyerek bakmak için gözlerinizin köşesini kullanın) Karşınızdaki kişinin size küçümseyerek baktığını ve bir şey söylemek istediğini anladıysanız, sadece “Neye bakıyorsun!” diyebilirsiniz ve bu da ‘beni küçümsüyor musun!’ anlamına gelir. Bu dünyanın en gereksiz notuydu.

Öfke Tanrısı vücuduna daldı, ama içindeki ateşi dizginledi ve Lao Xu’ya baktı. Lao Xu hala sakin bir ifadeyle kendilerini susturmaktan aciz olan düzinelerce kişiye bakmaya devam ediyordu.

Birdenbire, sınıf öğretmeni hakkında daha önce sahip olduğu yargıda bir hata olduğunu hissetti – o hoş bir şekilde iyi huylu değildi. O öğrencileri üzerinde hiçbir caydırıcı gücü olmayan ve kimseyi gücendirmemeye çalışan biri olmalıydı.

Bir süre sonra, durum hala en ufak bir sona ulaşma işareti göstermiyordu. Patlamanın sınırında canhıraş mücadelelerle yüzleşen Jiang Cheng, kendini daha fazla dizginleyemedi. Sordu: “Hepsinin sessiz olmasını mı bekliyoruz?”

Lao Xu, Jiang Cheng’e bakmak için kafasını çevirdi.

Ve tam da o anda, kulaklarına iblis fısıldamışçasına vızıldayan düzinelerce kişi, aynı anda tamamen sessizleşti.

Jiang Cheng’in öfkesi bir kere yüzeye çıktığında, kontrol etmek zordu. Normalde ateş bacaya ulaşmadan onu bastırmaya çalışırdı ama eğer kontrol altına alınamıyorsa bu durumda ‘kimin umrunda’.

Ona göre, orada çok sayıda kişi tarafından izlenirken ve geniş çapta tartışılırken neredeyse üç dakika boyunca geri zekalı gibi ayakta dikilmek, patlayıcı torbasının iki bacağı arasında tutuşmasıyla aynı nitelikteydi.

Penis çoktan patlamıştı, dünya bensiz.

“Tamam, tanıtmama izin verin…” Lao Xu avuçlarını birbirine kenetledi ve gülümsedi.

“Jiang Cheng, nakil geldim.” Jiang Cheng sakin bir sesle konuşmasını böldü. “Artık oturabilir miyim?”

Lao Xu bir anlığına şaşkına döndü.

Sınıftaki biri ıslık çaldığında, aniden birkaç yüksek sesin birbirine karışmasıyla sınıfta anlık bir kaos çıktı. “Oldukça sert ha!”

“Öyleyse neden oturmuyorsun? Oturabilirsin, oraya..” Lao Xu son birkaç sıraya baktı. “Şurası, Gu Fei, elini kaldır.”

İlk sıradan en son sıraya kadar, başların hepsi peşi sıra sanki ‘Hot Potato! Pass It On’ oynuyormuşçasına arkaya döndü- Jiang Cheng’in gözleri de aynı yolu takip etti ta ki…

Açık okul sırasının* kenarındaki ayağı ve hala ağzında duran yarım kızarmış ekmek çubuğuyla* en arka sırada oturan Gu Fei’yi görene kadar.

*Açık okul sırası

*Kızarmış ekmek çubuğu

*Kızarmış ekmek çubuğu

Jiang Cheng aniden vücudunda güçlü ve kuvvetli bir gücün onu adı "Düzenbaz Kral- Bu Dünyadaki Bütün Tesadüfler Bana Ait" olan bir roman yazmaya teşvik ettiğini hissetti

Jiang Cheng aniden vücudunda güçlü ve kuvvetli bir gücün onu adı “Düzenbaz Kral- Bu Dünyadaki Bütün Tesadüfler Bana Ait” olan bir roman yazmaya teşvik ettiğini hissetti.

Gu Fei göstermelik bir tavırla elini kalırdı.

Jiang Cheng önceki okulunda da en arka sırada oturuyordu. Sınıfta her hafta, herkesin ön sırada oturma şansı elde etmesi için sıra devri yapılmasına rağmen Jiang Cheng her seferinde öne oturma şansını arkadakiyle değiştirirdi.

Arka sıraları seviyordu – sessiz, rahat ve hem uyumak hem de arka kapıdan gizlice kaçmak çaba gerektirmiyordu.

Yine de bu belirli arka sıra onu pek rahat ettirmedi.

Masa ve sandalyeler hizalı değildi, alan da küçüktü, sırtı neredeyse duvara saplanmıştı ve tek bir kişi bile sessiz olmuyordu.

Durmaksızın konuşan, telefonuyla oynayan kişiler vardı ve biri de yanında oturmuş sakince kızarmış ekmek çubuğunu yiyordu.

Jiang Cheng biraz şaşırmıştı. Her ne kadar, notları bir kenara bırakılırsa, önceki okulundaki öğretmenlere karşı onu sevilesi kılan tek bir şey bile olmasa da, her şeye rağmen, kayıt oranları ve temel oranlar açısından diğer model liselerle rekabet edebilecek bir okula kaydolmuştu. Birinin güya sadece çay içip sohbet ettiği türde bir sınıf atmosferini kesinlikle hiç yaşamamıştı.

Ders kitabını çıkardı. Sayfaları çevirip açar ve Lao Xu’nun anlatması gerekenleri dinlemeye kendini hazırlarken çevresindeki insanların gözetiminde psikopat gibi izlenildiğini hissediyordu.

Gu Fei aslında kimseyle konuşmadı; uyumadı da. Basitçe başını eğdi, bir çift kulaklık çıkardı, kulaklarına taktı ve müzik dinlemeye başladı.

Ön sıradaki çocuk sırasını arkaya çarpmaya başladı, her çarpışmaya kafasının dönüşü ve seslenme eşlik etti: “Da Fei.”

Sıra sallandı.

“Da Fei.”

Sıra tekrar sallandı.

“Hey, Da Fei.”

Sıra üçüncü kez sallandı.

“Da Fei?”

Jiang Cheng dikkatlice kitaptaki kelimelere baktı ve önündeki çocuğun kafasına avcuyla vurma ya da önündeki çocuğun kafasına kitapla vurma seçenekleri arasında düşünürken, en sonunda, uzandı ve Gu Fei’nin kulağındaki kulaklığı çekti.

Gu Fei ona baktığında, hiçbir şey söylemeden bakışlarına karşılık verdi.

“Da Fei, hey, Da Fei.” Öndeki kişi sıraya tekrar çarptı.

“Evet.” Gu Fei cevap verdi ve Jiang Cheng’e bakmaya devam etti.

Jiang Cheng de bakışlarını kayıtsız ve sakin bir tavırla karşıladı.

“Bana kameranı ödünç ver. Yarın sana geri getiririm.” Dedi öndeki çocuk.

“Hayır.” Gu Fei yüzünü çevirdi.

“Siktir, cimri olma ah. Sadece rastgele birkaç fotoğraf çekmek istiyorum.” Dedi o kişi.

“Defol.” Gu Fei basitçe konuşmayı sonlandırdı, kulaklığı tekrar kulağına taktı ve müzik dinlemeye devam etti.

“Sadece bir gece.” O kişi sıraya tekrar çarptı. “Yarın sabah sana geri getireceğim.”

Sıra sallandı.

“Lanet olsun. Da Fei, Da Fei…” o kişi sıraya vurmaya devam etti.

Jiang Cheng bu konuşmanın neden ders sırasında gerçekleşmesi gerektiğini anlayamadı, neden masaya çarparak yapılması gerekiyordu, neden o kişi reddedilmesine rağmen bu kadar ısrarcıydı, ve ayrıca neden Gu Fei’nin kamerayı ödünç vermek için bu kadar isteksiz olduğunu da anlayamadı, neden davranışları bu kadar kibirliydi ve neden masasının durumunun epileptik nöbet seyrine ulaşmasına tahammül ediyordu.

Bununla beraber, bacağını kaldırdı ve önlerinde oturan çocuğun sandalyesini sert bir şekilde tekmeledi.

Ses oldukça yüksekti, ve bang sesi yankılanıyordu.

Kişi tekmenin kuvvetiyle sırasına şiddetli bir şekilde çarptı.

“Sikeyim?” Kişi şiddetle başını çevirdi.

Bu sırada, çevrelerindeki öğrenciler bakışlarını patlama yönüne çevirdi.

“Lütfen sıraya çarpmaz mısın?” Jiang Cheng ona baktı ve uysal bir sesle konuştu. “Teşekkür ederim.”

Kişi muhtemelen kendine gelememişti ağzını açtığında tek bir kelime bile çıkmadı.  

SONRAKİ BÖLÜM