Wang Xu’nun aile restoranı sabahın erken saatlerinde her zaman kalabalık olurdu ve kahvaltı için bir ya da iki bazlama alabilmek büyük zevkti, tabii mümkün olursa. Vardıklarında çoktan oturacak yer kalmadığını görünce, kendilerini ailenin bizzat yemek yediği yerde buldular.
Wang Xu “Bu kadar erken saatte eşek eti dolgulu olmuyor. Normalde öğle zamanı yapılıyor,” dedi ve iki sepet doldurulmuş bazlama ve bir kase kuzu çorbası getirdi. “İkiniz bugün beraber mi ayrıldınız?”
Wang Xu bunu sorduğu an, Jiang Cheng bir parça suçlu hissetti ve sessiz kalmayı tercih ederek doldurulmuş bazlamadan büyük bir lokma aldı.
“Evet,” diye cevapladı Gu Fei.
“Bugün çok erken kalkmışsınız.” Wang Xu, Gu Miao’nun önüne sepetlerden birini itti, “Geç kalmak senin için geleneksel değil miydi… Miao Miao, bugün eşek eti yok. Bugün başka bir tat deneyebilirsin.”
Gu Fei “Ne Miao Miaosu?” dedi. “Klişe olma, tamam mı?”
“Bu klişe mi?” Wang Xu oturdu ve yerken konuşmaya devam etti, “O tatlı ve sevimli olması gereken küçük bir kız ama şu yaptığına bak, onu vahşi bir erkek çocuğu gibi yetiştirdin. Onu daha önce elbise giyerken gördüğümü sanmıyorum.”
“Kaykay yapmak istiyor,” dedi Gu Fei. “Nasıl giyebilir, ki biz giymesini istesek bile o istemiyor.”
“Ay,” Wang Xu iç çekti, birkaç lokma aldıktan sonra, telefonunun tekrar çıkardı ve parmağını birkaç kere kaydırdı; telefon tıkırtı sesi çıkardı.
Jiang Cheng, göz ucuyla Wang Xu’ya baktı ve pezevengin kamerasının kendisine dönük olduğunu fark etti: “Ne yapıyorsun?”
“Sadece fotoğraf çekiyorum. Belki, ileride restoranın ön kısmını yenilersek, bunu oraya reklam olarak asabiliriz.” Wang Xu gülümsedi ve telefonunu kenara koydu.
“Siktir git.” Jiang Cheng ona baktı, “Sil şunu.”
“Bir sürü kişinin fotoğrafını çektim ama hiç sil diyen olmamıştı,” dedi Wang Xu kararlılıkla. “Silmeyeceğim…En kötü ihtimalle asmam o zaman.”
Jiang Cheng dikkatini daha fazla Wang Xu’ya verecek ruh halinde değildi ve doldurulmuş bazlamalarını yemeye devam etti.
Kahvaltılarını yapmayı bitirdikten ve restorandan dışarı çıktıktan sonra Gu Miao tek ayağını kaykayının üzerine koymuş bir şekilde Gu Fei’e baktı. Gu Fei de ona bakmak için eğildi, “Nerelerde kaykay yapabileceğini söylediğimi hatırlıyor musun?”
Gu Miao başıyla onayladı.
Gu Fei “Git o zaman. Gege’nın bugün yapması gerekenler var, o yüzden akşam yemeğe evde olmayacağım,” dedi. “Muhtemelen dünküyle aynı saatlerde evde olurum.”
Gu Miao yeniden başıyla onayladı ardından Jiang Cheng’e bakmak için döndü.
“Cheng-ge bugün evimize gelmeyecek. Dün bir şey olduğu için gelmek zorunda kalmıştı,” dedi Gu Fei.
Gu Miao’nun gözleri hala Jiang Cheng’ın üzerindeydi.
Jiang Cheng’ın de tek yapabileceği Gu Miao’ya bakmak için eğilmekti, “Boş olduğumda bir dahaki sefere oynamak için seni bulmaya geleceğim?”
Gu Miao tepki vermedi.
Gu Miao yandan “Kesin zamanı söylemelisin,” dedi. “Sadece ‘bir dahaki sefere’ dersen, bunu anlayamaz.”
“O zaman…” Jiang Cheng duraksadı ve bir süre düşündü. “Yarın o zaman. Yarın basketbol maçından sonra. Abin seni takım arkadaşlarımızla beraber çıkacağımız yemeğe getirsin, olur mu? Yan yana sandalyelere oturabiliriz.”
Gu Miao nihayetinde onayladı, kaykayının üzerine çıktı ve evlerinin olduğu tarafa doğru atıldı.
“Sıkışabilir miyiz?” Wang Xu okul çantasını taşıyarak restorandan çıktı ve Gu Fei’in küçük çöreğini görünce anında şevkle doldu. “Jiang Cheng, arkaya sıkışalım?”
“… sıkışabileceğin yer var mı ki?” Jiang Cheng şaşkına dönmüştü, arabada sadece bu kadar yer varken, arkaya Gu Miao ile sıkışmak bile zordu.
Wang Xu “Elbette, bu mümkün,” dedi.
Arabaya binmek için olan sarsılmaz kararlığını yüzünde gördüğünde, Jiang Cheng sadece arabaya girip sıkışabileceği kadar kenara sıkışabilmişti, Wang Xu içeri sığıştığında araba alçaldı, çok daha aşağı indi.
Gu Fei arabaya bindiğinde, şasinin neredeyse zemini sıyıracağını hissetti.
“Yolun yarısında parçalara ayrılmayacak değil mi…” Jiang Cheng mırıldandı.
“Ayrılmaz.” Gu Fei arabayı çevirdi ve okula doğru sürmeye başladı. “Bazen ağır eşyaları taşımak için kullanıyorum ve hiç problem olmadı. İkiniz birlikte o kadar da ağır sayılmazsınız.”
Jiang Cheng “Ama sen, kendini de ekledin mi?” dedi – üç yetişkin adamın böylesi küçük bir çöreğe sığışmasıyla, yol kenarındaki insanlar bile dönüp dönüp bakmıştı.
“Daha sıcak,” dedi Wang Xu.
“Saçmalık, artık o kadar soğuk bile değil. İlkbahar Basketbol Turnuvası’nın bu şekilde adlandırılmasının bir nedeni var.” Jiang Cheng bilgilendirdi.
“Ah, haklısın. Antrenman, bu öğleden sonra?” diye sordu Wang Xu.
“Jiang Cheng ve benim yapacağımız şeyler var,” dedi Gu Fei. “Çoktan Li Yan ve diğerlerinden gelip sizinle antrenman yapmalarını rica ettim.”
“Ne yapacaksınız?” Wang Xu daha fazla detay öğrenmek için sordu.
Gu Fei onu yok saydı. Wang Xu, bilmiyormuş gibi davranarak pencereden dışarıyı izleyen Jiang Cheng’a döndü.
“Lanet olsun,” Wang Xu kıyafetlerine çekidüzen verdi, bir nebze kötü bir ruh halindeydi. “Sır da tutuyorsunuz ha çocuklar.”
Jiang Cheng, Gu Fei’in insanların bakışlarına kayıtsız olduğunu fark etti; etrafta gezinmek için eski moda küçük bir çöreğinin olması ya da üç kişinin çöreğin içine sıkışmış olması önemli değildi, sanki kimse yokmuş gibi okulun otoparkına kadar sürmüştü.
Ve ardından Dördüncü Lisenin bir daire şeklinde bekleyen öğrencilerinden oluşan bir kalabalığın ortasında arabadan inmişti.
Wang Xu arabadan dışarı tırmanırken görünüşte kayıtsız bir tonda “Tüm gözler senin üstünde ha,” dedi.
Belki de kayıtsızdansa hoşnut bir tondu – ne de olsa, o büyük patron olmak isteyen biriydi ve ihtiyacı olan şey dikkatti.
Ve insanlarla çevrelenmekten hoşlanmayan ve başkalarının tek bakışıyla sinirlenmeye yatkın Jiang Cheng gibi biri ise, arabadan maske takmadan çıktığı için pişmanlık duyuyordu.
Arabadan çıkar çıkmaz, bir metre öteden bir kızın fısıldadığını bile duyabilmişti: “O Jiang Cheng mi?”
“Evet,” başka bir kız cevaplamıştı.
Sonrasında ne söylendiğini duymadı. Böylesi meraklı ve belli belirsiz heyecanlı ton onu biraz huzursuz etmiş ve o fujoshi postunun aklına gelmesine neden olmuştu – tamamen huzursuz hissetmeye başladı.
“Ama ikinizin antrenman yapmamasının doğru olduğunu düşünüyorum.” Wang Xu okulun kapısına doğru yürürken konuşmaya devam etti. “Son iki gündür, Sınıf 2 maçımızın videosunu çalışıyor ve başkalarına bile Jiang Cheng’ın becerilerini sordular. Gizli kalmanız en iyisi. Eğer yarın kazanırsak, sınavlar bittikten sonra Sınıf 2’yle karşılaşacağız.”
“Tamam,” diye cevapladı Jiang Cheng.
Wang Xu keyifli bir şekilde devam etti: “Bence taktiklerimiz…”
“Cheng Cheng? Cheng Cheng?” Arkadan bir kadının sesi duyuldu, “Jiang Cheng?”
Jiang Cheng dondu ve başını arkaya çevirdi.
“Sen Jiang Cheng olmalısın?” Bir kadın orada duruyor, bir parça heyecanla ona bakıyordu, “Değil mi? Tek bakışta tanıdım seni. Gerçekten benziyorsun…”
Jiang Cheng biraz kirli giyinmiş olan ve tek bakışta biraz müstehcen görünen kadını tanıdı – önceki gün Li Baoguo ile binanın önünde kavga eden kadındı.
Biyolojik annesi.
“Siz…” Jiang Cheng o an hazırlıksız yakalanmıştı ve ne söyleyeceğini bile bilmiyordu – orada donakalmış bir şekilde durdu ve kadına bakmaya devam etti.
“O kim?” Wang Xu yanından sordu.
“Ders henüz başlamadı, değil mi?” Kadın topallayarak geldi ve Jiang Cheng’ın kolunu kavramak için uzandı, “Ben…”
Kadının kavrayışı büyük bir güçle sahnelenmişti; Jiang Cheng’ın şartlı refleksi artı şok kolunu aniden geri çekmesine, kadından silkinip kurtulmasına neden oldu. “Bana…”
Bana dokunma.
Sonraki kelimeyi sesli bir şekilde söylememek için Jiang Cheng’ın keskin bir şekilde dişlerini sıkması gerekti.
“Zil daha çalmadı,” kadının ansızın gözleri doldu. “Ders henüz başlamadı, değil mi?”
Şimdiye dek çoktan onlara doğru bakan bir sürü insan birikmişti ve Jiang Cheng’ın zihni kaotik bir karmaşa içindeydi. Bu kadınla nasıl yüzleşeceği hakkında hiçbir fikri yoktu ve keskin bir sükut anının ardından çantasını Gu Fei’e uzattı: “İçeri götürmeme…yardım et.”
“Tamam,” Gu Fei çantayı aldı.
“Konuşmaya oraya gidelim.” Jiang Cheng çenesiyle sokağın karşı tarafını işaret etti.
“Ah elbette, elbette.” Kadın onayladı; tüm bu zaman boyunca gözleri Jiang Cheng’ın yüzüne kenetlenmişti.
“Neler oluyor? Belki de…” Wang Xu onları takip etmek istedi, muhtemelen gözlerinin önünde zuhur eden sahne tarafından gafil avlanmıştı.
Gu Fei onu durdurmak için elini uzattı, “Bunun seninle ne ilgisi var? Hadi gidelim.”
Jiang Cheng boş bir ruh haliyle caddenin karşısına geçti, daha az kişinin bulunduğu bir köşeye geldiğinde durdu ve döndü.
“Ben annenim.” Kadın kendini işaret etti. Parmağı tekrar tekrar kendi göğsünü dürtüyordu, “Ben senin annenim… Li Baoguo benden hiç bahsetmedi, değil mi? Kesinlikle bahsetmedi, kesinlikle. Masummuş gibi davranan o piç kesinlikle sana söylememiştir…”
Jiang Cheng ardına kadar açılmış gözlerle kadına baktı, büsbütün dili tutulmuştu. Bu görünüşte acınası kadın ve onun ağzından çıkan pespaye sözler bir anlığına nasıl bir tepki vermesi gerektiğinden emin olamamasına neden oldu.
“O zamanlar sen gönderildiğinde, benimle hiç konuşmadı…” Kadın ona konuşması için herhangi bir hareket alanı vermemiş ardı arkası kesilmeden konuşmaya devam etmişti. Bunun üzerine konuşmanın tam ortasında ağlamaya başlamıştı, göz yaşlarını silmek için gömleğinin yenlerini kullanıyordu. “Sana bir isim bile düşünmüştüm. Abininki Li Hui ve seninki de Li Ming ya da Li Guang olacaktı…ama seni gönderdi. Ona karşı koydum ama beni dövdü…kahrolası sikik…”
“Ben…” Jiang Cheng ne hissettiğini betimleyemiyordu, tek düşünebildiği kadının sesini engellemekti.
Her zamanki teknik becerileri şu an maksimum etkinlikte ortaya konmuştu. Geçmişte, Shen Yiqing’in paylamalarını dinlemek istemediğinde, zihninin başka yerlerde gezinmesine izin verirdi ve duysa da duymasa da içeriğini muhakkak unuturdu.
Ancak önündeki “biyolojik annesi” ile karşılaştırıldığında…
“Benimle geri dön!” Kadın aniden Jiang Cheng’ın kolunu kavradı ve vahşice salladı, onu gerçekliğe geri döndürdü. “Annenle gel!”
“Yapma!” Jiang Cheng kolunu kurtardı ve iki adım geri attı, sonraki iki kelimeyi bastıramadı, “Dokunma bana!”
“…bana gönül mü koyuyorsun?” Kadın ona baktı, “Biyolojik annenin parası olmadığından mı gönül koyuyorsun? Seni küçük düşüreceğim için mi gönül koyuyorsun? Babanın parası var mı? Sadece senin paranı yemeyi bekliyor!”
Jiang Cheng oldukça fazla çabayla “Koymuyorum,” dedi. “Artık derse katılmalıyım. Ben…”
“Seni alan aile oldukça zengin, değil mi?” Kadın artık ağlamıyordu, gözleri baştan ayağa Jiang Cheng’ı süzdü. Konuşurken yüzündeki ifadenin küçümseme mi yoksa hüzün mü olduğunu söylemek zordu, “Şu haline bak, zengin bir genç efendi gibi giyinmişsin.”
“Sınıfa gitmeliyim.” Jiang Cheng derin bir nefes aldı ve okul kapısına doğru döndü.
“Kalpsizsin!” Kadın birden Jiang Cheng’ın üzerine atıldı ve bir süre acımasızca yumruklarıyla vurdu ona. “Kalpsizsin! Ev gibi olmayan bir ev! Beni kabul etmeyen bir oğul! Acımasız bir kaderim var ah-”
“Çıldırdın mı!” Jiang Cheng daha fazla katlanamayarak gerçekten öfkeyle kükredi ve kadının ellerini engelledi. “Li Baoguo’yla bir düşmanlığın varsa, ikiniz birbirinizi parçalara ayırabilirsiniz! İkinizi de kabul etmiyorum!!”
Bu sözleri haykırdıktan sonra, döndü ve oradan uzaklaştı ancak birkaç adımdan sonra sanki biri arkasından bıçakla kovalıyormuşçasına tamamen depara kalktı.
Okulun kapısı çoktan kapanmıştı. Durmadı ve çevre duvarı boyunca çılgıncasına koşmaya devam etti ardından nihayetinde yolun kenarındaki bir ağaca yaslandı.
Kadının onu takip edip etmediğini bilmiyordu ki eğer takip etseydi bile ona yetişmesi imkansızdı, bununla beraber tek bir bakış için bile arkasına dönecek cesareti yoktu.
Bir süreliğine hareket etmeden durdu ve sonra Gu Fei’e bir mesaj göndermek için telefonunu çıkardı.
– Duvarın hangi kısmından tırmandın?
Dördüncü Lise’nin çevre duvarı, etrafındaki üzerinden atlamayı kesinlikle imkansızlaştıran çok sayıda dükkana ek olarak, epey yüksekti. Ancak şu an çaresizce okula girmesi gerekiyordu – çaresizce.
Gu Fei’in cevabı çok hızlı geldi.
– Artık o şekilde üstüne tırmanamazsın, ama kuzeydeki arka kapının yanında üzerinden atlayabileceğin küçük bir dükkan var; çevre duvarının içinde bir yığın kırık tuğla var.
Jiang Cheng, Gu Fei’in bahsettiği dükkanı buldu; duvara tırmanmak için kullanabileceği, duvarın tam yanına yerleştirilmiş bir çöp konteynırı vardı ve duvarın üzerine çıktığında ise dağınık tuğla yığınının nerede olduğunu görebilmişti.
Herhangi bir destek olmadan aşağı atlamak en kötü bileğini kırmasına neden olurdu.
“Şimdi atla,” dedi dükkan sahibi, kollarını kavuşturmuş bir şekilde duvarın kenarından onu izlerken, ardından bağırdı: “Şu an hiç öğretmen yok, ama birkaç dakika ver ve birinin yolu düşecektir.”
“Siktir.” Jiang Cheng adamın sert bir sesle gırtlaktan konuşmasının neredeyse doğrudan duvardan düşmesine neden olmasına müsaade edecekti.
Kimsenin yakınlarda olmadığından emin olmak için etrafı gözledi ve sonrasında aşağı atladı.
Neyse ki tuğlaların arasındaki çatlaklara basmadan sadece bazı tuğlaların üzerine basmış ve yalnızca bir ya da iki adım geriye doğru sendelemişti.
Sınıfa girdiğinde Lao Xu alttaki öğrenciler hep beraber kahvaltılarını yaparken öğretmen kürsüsünün üzerinde duruyordu. Biri işin doğrusunu bilmese, kahvaltı bölüşümünü çevreleyen olayları incelemek için orada olduğunu düşünebilirdi.
“Geç kaldın?” Lao Xu, Jiang Cheng’a şaşkınlıkla baktı.
“Çişimi yapmam gerekti,” dedi Jiang Cheng.
Sırasına oturduğunda Gu Fei ona baktı ama hiçbir şey söylemedi.
“Lanet olsun,” Jiang Cheng mırıldandı.
Bir şeyler söylemeyi, küfretmeyi, yakınmayı, bir yer bulup birkaç kez bağırmayı ve mutlak bir avuntuyla ağlamayı çok isterdi.
Ama şimdi yalnızca orada sersemlemiş bir şekilde oturabilirdi, hiçbir şey yapamazdı.
Sefil bir şekilde buna katlanarak.
Boğucu yangın neredeyse yakıcı kötü kokusu alınabilinene dek vücudunun içinde korkunç bir şekilde köpürüyor, durmak bilmeden yanıyordu – dışa vuramadığı ya da tahammül edemediği bu yoğun öfke katlanılamaz acıları ateşe veriyordu.
İyi ki tam bir duygusal zeka xuezhası olan Gu Fei ona tek kelime etmeden hatta tek bir bakış bile atmadan o geri zekalı, geri zekalı, geri zekalı, geri zekalı Craz3 Eşleştirme Oyunu’na gömülmüştü.
Ancak hayat bazen o kadar acımasızdı ki. Daima en uygunsuz anda en uygunsuz şeyleri yapan insanlar olurdu – böyle insanlara bahtsız ruhlar denirdi.
“Cheng Cheng!” Sınıf kapısının dışından yabancı bir ses geldi, “Cheng Cheng—”
Jiang Cheng aniden başını çevirdi ve Sınıf 5’in basketbol takımından belirli bir üyenin acınası bir gülümsemeyle arka kapının yanından geçtiğini gördü.
Bu kişi ölmek istiyor.
O lanet salağın sesini duyduğunda Gu Fei’in ilk tepkisi bu olmuştu.
Jiang Cheng sırasından tek sıçrayışta yükseldi ve arkasından atlarken dizi Gu Fei’in sırtına çarptığında, Gu Fei sınıfın dışına bakarken elinde olmadan öksürdü.
Jiang Cheng fazlasıyla hızlıydı. Sınıftaki herkes dışarı bakmak için dönerken, o çoktan dışarı çıkmış, o aptalı yakasından kavramış ve ilk yumruğu burun kemerine geçirmişti.
Yumruk epey ağırdı. Gu Fei geçen sefer kavga ettikleri zamanı hatırladı; Jiang Cheng ne yaptığını tamı tamına biliyordu ancak bu yumruk büsbütün kontrolden yoksundu.
“Siktir!” Wang Xu ilk ayağa kalkandı. Elini masaya dayadı ve üzerinden atladı, ardından elini başka bir masaya dayadı ve önündeki masanın üzerinden de atladı.
Hepsi aksiyona dahil olmak içindi, bu kişi beceri düzeyini en az üç seviye yükseltebilirdi.
Jiang Cheng’ın ikinci yumruğu aptalın yüzüne çarptığında, tüm sınıf ayaklanmış itişerek arka kapıdan çıkmaya çalışıyordu.
“Neler oluyor, neler oluyor?!” Lao Xu dışarı çıkmaya çalışırken bağırdı ama ileri atılan öğrenciler tarafından hızlıca arkaya itildi. “Neler oluyor?! Kavgayı kesin! Kavgayı kesin! Wang Xu! Git, durdur onları!”
“Bunu…Ben bunu nasıl yapayım!” Wang Xu’nun sesi koridordan geldi.
Gu Fei ayağa kalktı, sandalyeyi kapının yanındaki kalabalığın arkasına çekti, üzerine çıktı ve dışarı baktı.
O aptal öğrenci çoktan yere düşmüştü. Jiang Cheng’ın bir eli öğrencinin boğazını kavramışken diğeri öğrencinin yüzüne doğru savruluyordu. Eğer kalabalık çok sesli bir şekilde yaygara yapıyor olmasaydı, şüphesiz ki Jiang Cheng’ın yumruğunun ciltle temasının sesini duyarlardı.
O aptal Sınıf 5’tendi. Sınıf 5’in büyük patronu değildi ancak kesinlikle Wang Xu gibi mücadeleciydi. Bu şekilde yere bastırılması ve hırpalanmasıyla Sınıf 5’ten öğrenciler çabucak yanlarına geldi.
“Amına koyayım!!” Biri haykırdı ve hızla koşmaya hazırlandı.
“Sen kimin amına koyduğunu sanıyorsun!!” Wang Xu öfkeyle kükredi, kol yenlerini sıvadı ve ileri atıldı. “Amıma koymak istiyorsun ha? Gel, gel de koy o zaman!”
İki sınıf arasındaki arbede herhangi bir girizgah olmadan başladı, küfürlü konuşmalar ya da kışkırtma olmadan – doğrudan tam bir muharebeye giriştiler.
Koridorun öğrencilerle dolu olmasıyla, izleyicilerin kulakları sağır edici sesleriyle, kattaki öğretmenler düzeni sağlamak bir yana kalabalığın içinde kendi gölgelerini bile bulamıyorlardı.
Gu Fei sandalyeden atladı ve insan kalabalığının içinden itişerek kendine Jiang Cheng’ın yanına doğru bir yol açtı, tüm bu zaman boyunca yumruklardan da kaçınıyordu.
Bu arada yerdeki çocuğun yüzü çoktan kanla kaplıydı ancak belki de böylesine vahşice dövüldüğü için mücadele ruhu uyanmış ve Jiang Cheng’e karşı yumruk sallamaya başlamıştı.
“Jiang Cheng,” Gu Fei, Jiang Cheng’a seslendi fakat Jiang Cheng onu duymamış gibiydi. Kaşlarını çattı, “Cheng-ge! Bu kadar yeter!”
Tam Jiang Cheng’ı çekip kaldıracakken yerde yatan çocuk tarafından bir yumruk sallandı ve aslında hedefi Jiang Cheng olmasına rağmen yumruk Gu Fei’in yüzünü sıyırdı.
Gu Fei aniden Jiang Cheng’ın kolunu kavradı ve zorla arkaya doğru çekti, bu Jiang Cheng’ın sendelemesine ve yere düşmesine neden olmuştu, ardından yerdeki çocuğun yüzüne elinin tersiyle bir tokat attı.
Sonunda poposunun zemini görmesiyle Jiang Cheng nihayet bu kaotik hiddetin arasında mantığını biraz olsun yerine getirebildi.
Yerdeki çocuk onu düşmanca süzdü ve birden üstüne atılma isteğiyle kalktı.
Gu Fei parmağını ucu neredeyse çocuğun gözüne değecek şekilde ona yöneltti: “Ufacık bile hareket edersen, seni hastaneye yatırırım.”
Sesi aşırı soğuktu. Çocuk sanki emniyet frenine tam güçle basılmış gibi birden yerinde donakaldı.
Jiang Cheng, Gu Fei’nin ses tonunu hiç böyle duymamıştı – öylesine soğuktu ki anında aklı başına geldi, yavaşça yerden kalktı.
Çevresindeki grup kavgaları aynı durdurulamaz bir yangın gibi tam kapasite devam etmekteydi. Kalabalığın içinde durdu ve aniden biraz şaşkın hissetti.
“Gu Fei! Gu Fei!” Lao Xu en sonunda kendini tüm kaosun ortasında görünür kılmayı başarabilmişti, “Gu Fei! Kavgayı durdur! Kavgayı durdur! Ayır onları!”
Gu Fei rahatlıkla Sınıf 5’ten birinin yakasının arkasını kavramaya giderken ve çocuğu geri çekerken bir şey söylemedi. Çocuk etrafında döndü ve ona yumruk savurdu, ancak Gu Fei yumruğu yakaladı ve çocuğu kenara itti.
Sonrasında Wang Xu’nun yakasını kavradı ve onu kenara itti.
“Kahretsin | Siktiğimin…” Wang Xu onun Gu Fei olduğunu gördüğünde küfrünü tamamlayamadı ve ağzını kapadı.
Gu Fei, Wang Xu’ya bakmak için döndü ve huzurlu ve sakin bir sesle “Arkadaşlarına sınıfa dönmelerini söyle.” dedi.
“Bu kadar yeter!” Wang Xu bağırdı. “Herkes dursun! Sınıf 8’deki herkes sınıfa dönsün!”
Gu Fei Sınıf 5’ten başka birinin kolunu kavradı ve onu yana itti.
Nihayetinde koridordaki öğrenciler usulca ayrıldı ve kavgaya karışmış olanlar durmak bilmeden küfürleşmeye başladı.
“Sınıfa dönün!” Ansızın Lao Lu’nun sesi yankılandı; günün ilk periyodu onun dersi olduğu için, muhtemelen bir süredir oradaydı ancak kükreyen sesini kimse duymamıştı. “Hepiniz gece çok mu iyi uyudunuz?! Haylazlık yapmak istiyorsunuz hah?! Hadi! Kim nefsini tatmin etmek istiyorsa elini kaldırsın! Sahada benimle şansınızı denemeye ne dersiniz! Sen!”
Jiang Cheng’ın kanlı bir yüz bahşettiği çocuğu işaret etti: “Senden bahsediyorum! Kanla süslenmiş yüzüne bak! Yüzünde kan çiçekleri açtığı için artık mutlu musun?! Yüzündekiler gündüzsefası mı yoksa ay çiçeği mi?! Neden dik dik bana bakıyorsun! Yüzünü yıkamak için lavaboya giderken seni taşımama mı ihtiyacın var?!”
Herkes yavaş yavaş Lao Lu’nun sesinin eşliğinde kendi sınıflarına döndü.
Sabahın köründe böylesi ürpertici bir olayı yaşanmasına karşın çoğu kişi bir parça tatminsizdi; sesler sınıfı doldurdu, bazıları bağırıyor ve bazıları da tadını sonuna kadar çıkaramadıkları için sövüyordu.
Jiang Cheng sandalyesine oturdu, hala biraz sersemlemiş hissediyordu.
Gu Fei de oturdu. Çantasını baştan sona didik didik aradı, birkaç tane yara bandı çıkardı ve ardından yara bantlarını sıranın üzerine fırlattı.
“Ne yapıyorsun?” Jiang Cheng ona baktı.
Gu Fei “Eller,” dedi.
Jiang Cheng bir noktada birçok sıyrıktan muzdarip olan kendi ellerine baktı. Biraz olsun hissetmemişti – şu an bile, bir gram acı hissetmiyordu.
İki yara bandını açtı ve onları taktı.
“Ay, Jiang Cheng, Jiang Cheng…” Zhou Jing heyecanla arkasına döndü.
Zhou Jing’in cümlesini bile bitirmeden itaatkar bir şekilde önüne dönmesi ve sandalyesine düzgün bir şekilde oturması için Jiang Cheng’ın ona tek bir bakış atması yeterliydi.
“Jiang Cheng.” Lao Xu kaşlarını çatarak sınıfa girdi. “Bir saniyeliğine benimle gel.”
Jiang Cheng kalktı ve sınıftan çıkan Lao Xu’yu takip etti.
“Neler oluyor sana böyle hah?” Lao Xu onu merdivenlerden aşağı yönlendirirken sordu. “Neden birdenbire böyle kavga ettin?”
Jiang Cheng suskun kaldı.
“Oyun yüzünden miydi?” Lao Xu tekrar sormak için döndü, “Bu doğruymuş gibi gelmiyor. Oyunla ilişkili olsaydı, o zaman başlatan Wang Xu olurdu.”
Jiang Cheng yine bir şey söylemedi.
Lao Xu sahanın yanına kadar onu yürüttükten sonra durdu ve iç çekti: “Jiang Cheng ah, bu konuyla ilgili rehber öğretmenin odasına götürüleceksin. Senin için Akademik İlişkiler Müdürü ile görüşebilmem için bana olanları söylemelisin. Böyle bir durumda… sana disiplin cezası verilecek!”
Cezalandırılmanın nesi bu kadar korku verici?
Bugün bile eski disiplin cezalarını beraberinde taşıyordu.
Disiplin cezaları korku verici değildi – korku verici olan kendini nasıl açıklayacağını biraz bile olsa bilmiyor olmasıydı.
Ona vurdum çünkü o kadının konuşma biçimini taklit ediyordu.
Ona vurdun çünkü o kadının konuşma biçimini taklit etti?
Neden?
Çünkü o kadın benim biyolojik annem?
Bu konuyu açıklamak bir parça sağduyunun yardımıyla zor değildi, ancak Jiang Cheng için, zordu.
Jiang Cheng, Lao Xu’ya baktı ve uzun bir süre sonra “Neyse ne,” dedi.