SAYE 25. Bölüm

Oda çelik fabrikasının önceki bekleme odasıydı ve tuvaletle beraber geliyordu. Bu yer terk edilmiş olsa bile hala bir sahibi vardı; daima su bulunuyordu, bu yüzden o zamanlar Li Yan’ın ilk istifade ettiği oda buydu.

Bu yer oldukça ıssız görünüyordu –çelik fabrikasının etrafındaki havanın hala sıcak olduğu zamanlar hariç- ancak aslında epey canlıydı . Kimse bu bölgeye gelmiyor değildi, sadece onlar gibi oyalanmak için bir yer bulmak isteyenler onlar kadar çabuk değildi.

Gu Fei buraya sık sık gelmezdi ancak bugün Jiang Cheng’i yemeğe davet etmek istemişti. Evden çok uzakta olmak istememişti ve yakınlarda düzgün bir restoran olmadığı için, Jiang Cheng umursamadığını söylediğinde buraya gelmek aklına gelmişti.

“Isıtıcı yok mu?” Jiang Cheng kanepeye oturdu ve ayağını yere vurdu.

“Kendi ateşini yak.” Gu Fei masadan çakmağı aldı ve ona doğru attı, “Kanepenin yanında bir torba kömür var, dışardan biraz paçavra bul ve… ateş yakabilir misin?”

“Yakabilirim.” Jiang Cheng kalktı ve dışarı çıktı; iki dakika sonra ansızın vücuduyla şiddetle kapıya vurdu ve elinde bir paçavra tutarak sert bir ifadeyle içeri girdi.

Tek kullanımlık tabaklarla dolu bir torba tutan ve yiyecekleri ayıran Gu Fei ani hareketten dolayı şaşırdı. “Sorun ne?”

“Sikeyim!” Jiang Cheng paçavrayı iki parmak ucuyla kaldırdı. “Sadece bu şeyi aldım…ve altında sahiden ölü bir fare vardı! Ödüm bokuma karıştı!!”

“Ve hala onu sıkıca tutuyorsun?” Gu Fei tam olarak anlayamamıştı.

“Bunun yararlı olacağını düşündüm bu yüzden…” Jiang Cheng paçavrayı tuğla sobaya attı, “Bu devam ettirmek için yeterli olmalı.”

“Sadece on adım daha atıp ateşi yakmak için başka bir şey bulabilirdin, altında ölü bir fare bulunmayan bir şey.” Gu Fei yiyecekleri tabaklara koymaya devam etti.

“Aşırı derecede soğuk. Hareket etmek istemiyorum.” Jiang Cheng sobanın önünde çömeldi, “Li Baoguo’nun yerindeki tencerelerin içinde hamam böceği olduğu için sanırım biraz alıştım.”

“Yemeği umursamaktansa kumarla meşgul olduğu için genelde yemek yapmaz.”

“Fark ettim.” Jiang Cheng paçavrayı tutuşturdu. “Eğer yatacak bir yerden bahsediyorsak o zaman kendi evini bile satabilirdi.”

“Evi satılamaz.” Gu Fei tencereyi çıkardı ve bir tencere dolusu suyla gelmeden önce banyodaki musluğun altında yıkadı. “Binalar başından beri fabrikanın malıydı; buradaki insanların geneli o kadar fakir ki sahip oldukları tek şey kendileri.”

“…oh.” Jiang Cheng ateşe iri iki parça kömür ekledi. Büyülenmiş gibi ateşe baktı.

Kömür hazır olduktan sonra Gu Fei tencere dolusu suyu sobanın üzerine koydu ardından iki parça zencefili ezdi ve içine attı, bunu küçük bir paket kurt üzümü ve hünnap izledi.

“Çorba mı yapıyorsun?” Jiang Cheng sordu.

“Mm,” Gu Fei kapağı eline aldı. “Çorba içmeyi mi seversin et yemeyi mi?”

“…Ne demek istiyorsun?” Jiang Cheng ona baktı, biraz kafası karışmıştı. “Bir tencere dolusu tavuk pişiriyorsun ve benden sadece çorba içmek ve et yemek arasında seçim yapmamı mı istiyorsun?”

Gu Fei iç çekti, “Öyle değil. Eğer tavuk eti soğuk suya koyulursa çorba daha yoğun, daha lezzetli olacak. Eğer tavuğu su kaynarken koyarsan, tavuk eti daha lezzetli olacak.”

“Oh,” Jiang Cheng şaşkınlıkla cevapladı. “Neden?”

Gu Fei, Jiang Cheng’in tepkisinin gerçek bir xueba niteliğini, sağduyusu olmayan ancak meraklı olan bir zihin, yansıttığını düşündü. Bunu hiçbir suretle açıklamak istemedi. “Sadece hangisini sevdiğini söyle.”

“Çorba.” Jiang Cheng basitçe cevapladı ve telefonunu çıkardı.

“Tamam.” Gu Fei tavuk etini tencereye koydu ve kapağı kapattı, “Tavuk pişiyor. Öncesinde yemek için ızgarada bir şeyler yapalım.”

“Olur.” Jiang Cheng ayağa kalkarken telefonuna baktı. “Ne yapmalıyım?”

“Ye.” Gu Fei yanıtladı.

Li Yan ve diğerleri özelikle ızgara yapmayı seviyorlardı, bu yüzden burada her şey vardı. Gu Fei ızgarayı kurduktan sonra, sobadan biraz kömür aldı ve onları içine koydu; bugün alınan her şey hazırdı- et hazırlanmıştı ve gereken tek şey ızgaradan önce malzemelerin fırçalanmasıydı- oldukça kolay.

“Tavuk soğuk suya koyulduğunda, tavuğun rayihası sıcaklık yükseldikçe yavaş yavaş serbest kalır bu yüzden çorba çok yoğun olur.” Jiang Cheng sobanın yanında oturuyor, telefonundan sesli bir şekilde okurken ateşe göz kulak oluyordu. “Tavuk kaynayan suya koyulduğunda, tavuğun derisi anında pişeceği için, rayiha içinde mühürlenir. Bu durumda tavuğun tadı daha güçlü olacaktır… doğru mu?”

“…doğru.” Gu Fei göz ucuyla ona baktı. “Hala not almak istiyor musun?”

“Bu tür bir metin, orijinal metinin ezberden okumasını gerektirmiyor, sadece anlamını kavramak yeterli.” Jiang Cheng de ona baktı.

Gu Fei başını çevirdi ve malzemeleri etin üzerine sürttü. Jiang Cheng böyle bir şey söylediğinde, bir xuebanın tarzına sahipti – bir kere konuştuğunda, sana söyleyecek pek bir şey bırakmayan bir tarz.

“Her zaman burada mı toplanıyorsunuz? Burada her şey var.” Jiang Cheng ayağa kalktı ve ızgaranın yanında durdu, “Kimyon bile mi var?”

“Kimyon, toz biber, pul biber, burada hepsi var ancak ne zaman aldıklarını bilmediğimden son kullanma tarihlerinin geçip geçmediğinden emin değilim.”

“…siktir.” Jiang Cheng şişeyi aldı. “Bir bakayım… Raf ömrü 36 ay, bir sorun olmamalı. Bunu yemeye otuz aydan fazla süre önce gelmemiş olmalısınız, değil mi?”

“36 ay ne kadar zaman önce?” Gu Fei başını kaldırmadan şişeyi aldı ve tozu serpmeye başladı.

Jiang Cheng “Üç yıl.” dedi.

“En fazla, on beş gün önce.” Dedi Gu Fei. “Çok dikkatlisin. Ben normalde koklarım ve garip kokmuyorsa yerim.”

“Raf ömrünün ne olduğunu tam olarak anlayamadığın için olduğu gibi yiyor olmalısın.” Dedi Jiang Cheng.

“Doğru.” Gu Fei ona doğru bir bakış attı. “Bir xuebanın dikkatli hayatıyla karşılaştırılamaz.”

Et şişler bir süre sonra yağ damlatmaya ve odayı istila eden duman güçlü aromayı yaymaya başladı.

Etleri şiş yapmak teknik olarak zor bir iş değildi ve Gu Fei’nin son derece marifetli görünmesiyle, Jiang Cheng ona yardım etmedi ve ateşi sürdürmek için tavuk çorbasının yanına oturdu.

Odanın dışında sükut vardı- gökyüzüne tamamen karanlık çökmüştü ve dehşet verici siyah bir örtüyü andıran açık pencere üşümüş hissetmene neden oluyordu, ancak önlerindeki soba ve mangal ızgarası parlak ve bütünüyle sabit bir ateşi sergiliyordu.

Bu tür bir his tamamen harikuladeydi, aynı mısır unu renkli çöreğin içinde oturdukları o gün gibi – dışarıda bütünüyle dondurucu rüzgarla örtülmüş soğuk caddeler ve arabanın içinde sessizlik.

Pencerenin ardındaki bilinmeyen ve sarsıcı karanlığa karşı, önlerinde parlaklık ve sıcaklık vardı.

Jiang Cheng bu tür bir hissi oldukça sevmişti.

Buraya depresyon ve öfke, tereddüt ve karmaşa ve her türlü sıkıntıyla gelmesinden beri uzun zaman geçmişti. Bugüne dek, şimdiye dek, aniden yere sağlam bir şekilde bastığını hissetti.

Bu his sadece geçici olabilse ya da belki sadece optik bir illüzyon olsa da, yine de şu anda sessizce bu hissi deneyimlemek istemekten kendini alamadı.

“Baharatlı yemek yiyebilir misin?” Gu Fei sordu.

“Sadece birazcık uygun, çok fazla değil.” Jiang Cheng cevapladı.

Gu Fei biraz pul biber serptikten sonra ona tabağın üzerinde birkaç şiş uzattı. “Bunu dene, ben biraz yanmış seviyorum, bunlar hiç yanmadı.”

“Ben de hafifçe yanmış severim.” Jiang Cheng şişten bir ısırık aldı, “Tadı epey güzel.”

“Senin gibi bir xuebanın yanmış bir şey yemeyeceğini düşünmüştüm… raf ömrüne bakmaya gerek görüyorsan yanmış yemek yemekten dolayı kanser olmaktan endişe etmiyor musun?” Gu Fei şişleri pişirmeye devam etti.

“Gıcık olmuyor musun?” Jiang Cheng yerken konuştu, “Böyle bir kin beslemek için bir xuebaya karşı ne kadar hınç duyuyorsun?”

“Neredeyse 18 yıl boyunca yaşadım ve bu gerçek bir xuebayla karşılaştığım ilk sefer, sakin kalmak çok zor.” Gu Fei kalan şişleri birlikte bir tabağa yerleştirip üst üste dizdikten sonra sobanın yanında masa olarak kullanılan, baş aşağı çevrilmiş tahta bir kutunun üzerine koydu. “Bir xuebanın ağzı aslında oldukça bozukmuş.”

Soğuk bir günde ateşi gözlemek ve şiş yemekte hoş bir haz vardı. Jiang Cheng o anda Gu Fei ile atışmak istemedi bu yüzden sessiz kaldı ve kendini tamamen yemeye verdi.

“İçecek ister misin?” Gu Fei kenardaki karton kutuya doğru baktı, “Geçen seferki likörün bitmediğini hatırlıyorum.”

“Beyaz olandan mı?” Jiang Cheng sordu.

“Saçmalık, böyle soğuk bir günde bira mı içeceksin?” Gu Fei bir şişe likör çıkardı ve ahşap kutunun üzerine yerleştirdi. “Böyle bir zamanda ilaç gibi gelen şey bir şişe Niu Er likörüdür.”

Jiang Cheng şişeye baktı; bir anlığına duraksadı ama ardından onayladı: “Peki, sadece biraz.”

Jiang Cheng, Gu Fei’nin likörü doldurmasını izlerken, ağzına kadar dolu kağıt bardakla tümüyle şoka uğradı. Daha önce hiç böyle bir likör içmemişti ancak konuşma tarzları göz önüne alındığında Gu Fei ile kendisinin her an birbirlerini boğazlayabileceklerini düşününce konuşmadı ve sessizce Gu Fei’nin önüne ağzına kadar likörle dolu bir bardak koymasını izledi.

“Belki de, ‘teşekkür ederim’ demenin gereksiz olduğunu düşünüyorsundur,” Gu Fei bardağını kaldırdı, “Ama yine de bir kez daha teşekkür etmek uygun olur.”

“Belki de, ‘bu kadar kibar olma’ demenin gereksiz olduğunu düşünüyorsundur…” Jiang Cheng de kendi bardağını kaldırdı, “Ama ben yine de söylemek zorundayım, bu kadar kibar olmana gerek yok.”

Gu Fei güldü ve bardağını onunkine çarptı, ardından ağız dolusu bir yudum aldı.

Jiang Cheng kendi bardağına baktı, bu pislik bira içermiş gibi bir bardak dolusu likör içmişti böylelikle, standarda uygun olarak o da neredeyse ağız dolusu içmek zorundaydı.

Likör boğazından midesine kadar aşağı doğru tamamen yaktı ve ardından, boynunu ve kulaklarının uçlarını ateşe vererek tamamen yükseldi.

Gu Fei, Jiang Cheng’i inceledi, “Normalde likör içmiyorsun değil mi?”

“Bira içtiğim gibi likör içmiyorum,” Dedi Jiang Cheng, etten bir lokma almak için başını eğerken. Doğrusu, bu denli soğuk bir günde ateşi gözlerken böylesine bir ısırık almak son derece tatmin ediciydi.

“Sadece rastgele bir ya da iki yudum alabilirdin,” dedi Gu Fei. “Hala yaralı değil misin?”

“Bugün bir şey hissetmiyorum.” Jiang Cheng yaralanmış kısma bastırdı – gerçekten de hiçbir şey hissetmiyordu. Bir anlığına tereddüt ettikten sonra sordu, “Gu Miao… o nasıl?”

“Şimdilik evde kalıyor.” Gu Fei ağız dolusu bir yudum daha aldı. “Dün o ebeveynler, diğer iki çocuğun ebeveynlerini aramış ve birlikte kargaşa çıkarmak için okula gitmişler.”

“Kahretsin!” Jiang Cheng’in kaşları çatıldı, “Gu Miao’nun öyle davranması için bir şey yapmış olmalılar çünkü normalde insanlara doğrudan bakmaz bile.”

“Öncesinde Er Miao’nun defterini karalamışlardı.” Gu Fei tencerenin kapağını kaldırdı ve içindeki çorbanın çoktan kaynama sıcaklığına ulaştığını gördü. Tadına baktı ardından içine tuz ve msg* ekledi. “Er Miao bunu kendi başına halletmek istedi bu yüzden okula bunu sormaya hiç gitmedim. Gerçi hiç bu şekilde halledeceğini de düşünmemiştim.”

*msg: monosodyum glutamat

Jiang Cheng ne tür şeylerin olabileceğini neredeyse hayal edebiliyordu – böylesine büyük bir çocuk için, bir yetişkinin ağzından ‘o sadece bir çocuk’ sözlerini duymak en zalimce şeydi.

İlkokuldayken neredeyse bütün sınıf tarafından dışlanan ve zorbalığa uğrayan düşük IQ’lu bir çocuk olduğunu hala hatırlayabiliyordu. Hatta o da katılmıştı, çoğunluktan farklı görülürse aynı şekilde muameleye maruz kalacağı korkusuyla.

“O zaman okul Gu Miao’nun eve dönmesine izin mi verdi?” Dedi Jiang Cheng. “Sebep ve sonuca bakmaksızın? Birine vurmak yanlış olsa da onun okula gitmesine izin vermeyecek kadar ileri gitmemelilerdi!”

“Başlangıçta, okul onu geri almaya istekli değildi ama uzun süre müdürle konuştum.” Gu Fei duraksadı ve uzun bir an süren sessizlikten sonra tekrar ona baktı. “Er Miao özel eğitime gitmeli.”

“…öyle mi.” Jiang Cheng, Gu Miao’nun bir tür sorunu olduğunu tahmin etmişti ancak Gu Fei o iki kelimeyi, ‘özel eğitim’, söylediğinde nasıl davranacağını bilemedi.

“O… biraz problemle doğdu.” Gu Fei et şiş yığınına biraz kimyon serpti, “Konuşamıyordu ve konuşabildiğinde üç yaş civarındaydı, gerçi çıkan iki ya da üç kelime de birbirine karışmıştı. Hiçbir şey öğrenemedi ve kendini de ifade edemiyor gibiydi. Sadece acıktığında, susadığında ya da canı acıdığında çığlık atıyordu.”

“O zaman o…” Jiang Cheng ağzını açtı ancak bir şey söylemedi. Gu Fei bütün o şeyleri söylerken kendi elindeki şeylere bakmaya devam etmişti ve katiyen umursuyormuş gibi görünmese de Jiang Cheng onun depresif ruh halini sezebiliyordu.

Jiang Cheng daha fazla sormadı ve Gu Fei de daha ileri gitmedi. Gu Miao’nun ne sorunları vardı, başının arkasındaki yara nasıl olmuştu, gerçekten Li Baoguo’nun söylediği gibi Gu Fei’nin babası onu düşürdüğü için miydi…?

Ayrıca Gu Fei ile jianghu benzeri* söylentiler gerçek miydi, değil miydi?

*Jianghu benzeri: Temelde çok vahşi ve çok inanılmaz anlamına geliyor.

Bunları merak ediyordu ancak artık sormayı planlamıyordu.

Tavuk çorbası lezzetliydi. Doğrusu, soğuktan mıydı bilmiyordu ama sıcak tavuk çorbası özellikle büyüleyici görünüyordu.

“Bu tavuk çorbası gerçekten de tatmin edici.” Jiang Cheng inledi.

“Senin gibi bir xueba çok terbiyeli,” Gu Fei bir yudum likör aldı ve bardağı önünde salladı. “Gerçekten tatmin edici olan bu.”

“…oh,” Jiang Cheng duraksadı, bardağını aldı ve başıyla onaylamadan önce o da bir yudum aldı. “Doğru.”

Likörü gücü yüksek olsa da ve Jiang Cheng normalde likör içmese de, bir kağıt bardak likör bu kez yemek yerken ve içerken neredeyse bitmişti.

Bu yüzden miydi bilmiyordu ancak aniden aşırı derecede gülmek istemişti, aynı diğer gün dükkandaki tartışmalarını aniden durdurduğunda aptalca bir şekilde güldüğü gibi –şu anda gerçekten gülmek istedi… aptalca bir şekilde.

“Ben…” Gu Fei’ye bakmak için döndü.

Gu Fei bir yudum çorba içiyordu ancak onunla yüz yüze geldiğinde, başını yana eğdi ve ağız dolusu çorbayı tamamen püskürttü.

Püskürmeyle beraber, aptalca gülüşleri etkinleşti.

Jiang Cheng o kadar şiddetle gülüyordu ki yemek çubuklarını bile tutamadı ve çubuklar masanın üzerine düştüler. Onları düzgünce bir şekilde koymak istedi ama yere yuvarlandılar. Güldü ve onları almak için uzanırken, yerden küçük tahta bir çubuk aldı ve onu kasesinin kenarına koydu.

Gu Fei iki eliyle kasesini tutuyordu ve küçük tahta çubuğa tek bir bakışla o kadar güldü ki kasedeki çorbanın yarısı döküldü.

“Ölüyorum,” Jiang Cheng güldü ve yarasının üzerine bastırdı. “Ben yaralı bir insanım, böyle gülemem…”

Gu Fei arkasındaki duvara yaslanırken konuşmadı ve bir süre daha haylaz bir şekilde gülmeye devam etti. Nihayet, derin bir nefes aldı: “Neredeyse nefes alamıyordum.”

Bir kez son bulduğunda, Jiang Cheng aslında açık pencereden esen rüzgardan dolayı sırtında ara ara az miktarda soğukluk hissettiğini düşünmüştü, ancak şimdi sırtı terliyordu.

“Hey,” Jiang Cheng elleriyle cebini yokladı, ağzını silmek için peçete arıyordu ancak bir süre aradıktan sonra bile hiç bulamadı. “Ölümüne yorgunum.”

“Peçete mi arıyorsun?” Gu Fei, Jiang Cheng’in arkasındaki masayı işaret etti, “Orada biraz var.”

Jiang Cheng arkasına döndü ve arkasındaki kırık masanın üzerinde kağıt ruloları olduğunu gördü.

Yeterince uzağa uzandığında ve bir rulo kaptığında, bir kağıt parçası masadan aşağı süzüldü ve ayağının yanına düştü.

Geri koymak isteyerek onu aldığında, durdu ve kağıdın üzerindeki şeye bakarken donakaldı.

Bir nota defterinden koparılmış, nota çizgisi basılmış kraft kağıdı, son derece aşina olduğu bir şeydi. Kraft kağıdı renkli nota kağıtlı kitaplar onun favorisiydi.

Nota kağıdındaki ek çizgide olağandışı hiçbir şey yoktu. Gu Fei gibi kayıtsız bir öğrenci için, bu bir İngilizce kitabı olarak bile satın alınmış olabilirdi…

Onu şaşırtan şey kağıdın üzerindeki yazıydı.

Bir partisyonun yarısından fazlasıydı.

“Siktir!” Jiang Cheng destek için masanın kenarına tutunurken gözlerini kırpıştırdı ve önündeki çift görüşü doğrulamaya çalıştı. Ardından bir melodi mırıldandı, “Bu bayağı güzel, hangi şarkı bu?”

Gu Fei hala duvara yaslanıyordu ve sonunda konuşmadan önce bir süre dikkatle ona baktı: “Notaları da mı biliyorsun?”

“Saçmalık.” Jiang Cheng nota kağıdını aldı ve masanın ayaklarına yaslanıp aşağı baktı. “Bir xueba için hiçbir şey…bu, bu şarkıyı kim yazdı?”

Gu Fei hiçbir şey söylemedi.

Jiang Cheng bir süre daha inceledi, yukarı Gu Fei’ye baktı ardından parmağını ona uzattı: “Bunu sen mi yazdın?”

“Mm?” Gu Fei bir yudum aldı, “Neden ben, sana şarkılar yazabilen biri gibi mi görünüyorum?”

“Öyle görünmüyorsun ama…” Jiang Cheng kağıda bir fiske attı, “Ama bu tonal işaret, şu ‘b’ye bak, senin yaptığınla aynı ve alt bölümü biraz daha uzun, tek elli bir akimbo* gibi.”

*Akimbo eller belde duruş

“Kahretsin.” Gu Fei güldü.

“Sen mi yazdın? Yoksa biri için mi kopyaladın?” Jiang Cheng kağıdı kaldırdı ve onun önünde salladı, biraz daha mırıldandı. “Bu gerçekten güzel.”

“Bir xueba bir xuebadır. Müzik notalarını ortaokulda öğrenmiş olmalısın, hah ve hala hatırlayabiliyorsun.” Gu Fei onun sorusunu cevaplamadı.

“Siktir, bir xuebayı hor görme.” Jiang Cheng ayağa kalktı ve kağıdı gelişigüzel bir şekilde masaya koyuverdi, muhtemelen gerçekten de içkiyle canlandığını düşünüyordu. “Sana hayret verici bir şey sergileyeceğim.”

“Şarkı mı söyleyeceksin?” Gu Fei de duvara yaslanıp onu alkışlarken iyi bir ruh halindeydi.

“Bekle,” Jiang Cheng kanepeye gitti ve kendi okul çantasını aldı, “Getirip getirmediğime emin değilim… normalde getiririm…ah, burada.”

Gu Fei uzun süre boyunca çantasını detaylıca araştıran ve eninde sonunda yarı saydam ve ince plastik bir kılıf çıkaran Jiang Cheng’i izledi, bambu bir flüt mü?

Jiang Cheng’in notaları bildiği ve anında mırıldanabildiği gerçeği onu son derece şaşırtmıştı – Jiang Cheng gibi biri, Lao Xu onun xueba olduğunu söylese de, notları yayılmasa birçok kişinin ona inanması olasılıklı değildi. Kavga etmek ve başkalarına sataşmak değerli bir özellikti, basketbolda iyi olmak garip değildi ancak notaları okumayı bilmesi gerçekten şaşırtıcıydı.

Aynı onun gibi, şarkılar yazsa ve bestekar Gu Fei olarak imzalasa bile, yabancı bir insan bestekarı dövdüğünü ve çaldığını düşünürdü.

Jiang Cheng muhtemelen likör yüzünden çoşkuluydu. Bir kağıt bardak likör muhtemelen iki buçuk cam bardaktı ve Jiang Cheng’in bardağı çoktan boşalmıştı; normalde içki içmeyen biri için midesinde bu oranda iki buçuk bardak olması neredeyse isyan davranışıydı.

“Flüt mü? Çok müşkülpesent.”

“Mm, bir teneke düdük,” Jiang Cheng boğazını temizledi. “Bir İrlanda teneke düdüğü. Çok sık çalmasam da bunu gerçekten seviyorum. Önceki evimde de çalmamıştım.”

“Neden?” Gu Fei sordu.

“Çünkü piyano kadar sosyetik görünmüyordu,” Jiang Cheng güldü. “Annem… her neyse, o sevmiyordu, gürültülü olduğunu ve piyanoyu sevdiğini söylemişti.”

“Piyano çalabiliyor musun?” Gu Fei, Jiang Cheng’in ellerine baktı. Önceden onlara dikkat etmemişti ve şimdi Jiang Cheng’in parmakları parmak deliklerine bastırıyorken, oldukça uzunlardı – uzun, ince parmaklarla bağlanan eklemler belirgindi ancak rahatsız edici değildi.

“Evet, diz çökmek ister misin? Kanepenin üzerinde minder var. Buraya getirebilirsin.” Jiang Cheng teneke düdükle onun önündeki zemini işaret etti, “Sadece burada diz çök.”

Gu Fei bir dal sigara ararken güldü ve ağzında salınmasına izin verdi.

Kendi kendine muhtemelen daha önce hiç teneke düdük duymadığını düşündü ancak Jiang Cheng kısa bir bölüm çaldıktan sonra tepki verdi. Kısa bir süre için Ding Zhuxin gerçekten de Kelt müziğini sevmişti ve gün boyu dinliyordu; çeşitli flavtalar ve gaydalar vardı.

Jiang Cheng’in ne çaldığını bilmiyordu ancak tanıdık geliyordu.

Tam Jiang Cheng’in bunu da çalabilmesine ve çevik bir şekilde parmak deliklerinin üzerinde süzülen parmaklarıyla oldukça güzel çalabilmesine hayıflanacakken… Jiang Cheng aniden durdu, başını yana eğdi ve öksürdü. “Üzgünüm, baştan başlamama izin ver.”

Gu Fei tekrar alkışlamak zorundaydı.

Jiang Cheng dikkatli bir şekilde ona baktı ve bir kez daha düdüğü dudaklarına götürdü. Parmakları kısa süre sonra süzülmeye başlamadan önce bakışları aşağıda kaldı ve notalar tekrardan açığa çıktı.

Bu Gu Fei’nin birinin önünde düdük çaldığını duyduğu ilk seferdi – tarif edilemez bir his vardı.

Jiang Cheng’in genelde nahoş ve sinirli olan yüzü ilk notanın ağzından çıkışıyla kaybolmuş ve hafifçe titreyen kirpikleri sakin ve huzurlu bir hale bürünmüştü.

O anda, Gu Fei tüm kalbiyle Jiang Cheng’in gerçek bir xueba olarak benliğini kabul etmişti.