SAYE 17. Bölüm

Share

Gu Fei yazar kasanın arkasına oturdu, telefonuyla oynarken Li Baoguo’nun raflarca ürünün arasında üçüncü turunu atmasını izliyordu. Li Baoguo’nun aklında her hangi bir amaç yokmuş gibi görünüyordu; basitçe öne arkaya dönüyor ve zaman zaman Gu Fei’ye doğru bakıyordu.

Li Baoguo birden fazla kez dükkandan bir şeyler çaldığı için, dükkana geldiği her seferde Gu Fei doğrudan ona bakardı ancak şimdi ansızın bir Jiang Cheng gelmişti, biraz bakmasına rağmen, bu bir bakış değildi, ama öyleydi de.

Li Baoguo hırsız değildi, bazen bütün parasını kumarda kaybettiğinde ve alışveriş yapması gerektiğinde, önce onları veresiye yazdırırdı; burada yaşayan insanların çoğunluğu toplumun en alt tabakasından olduğu için sık sık veresiye bir şeyler alınıp satılırdı. Ne var ki Li Baoguo veresiye aldığında bile, her zaman başka bir şey çalmanın yollarını düşünürdü…

“Da Fei ah,” Li Baoguo elini büyük pamuklu kapitone ceketin içine soktu ve sonra dışarı çıkardı, bir paket balık topları almak için dondurucuya doğru yürüdükten sonra nihayet kasaya doğru ilerledi. “Bunları aldım, sana parayı iki gün içinde vereceğim? Geçen seferkilerle beraber bunları da hesapla.”

“Mm, tamam.” Gu Fei çekmeceden bir defter çıkardı, Li Baoguo’nun isminin olduğu sayfayı aradı ve yazdı: “Bir paket balık topları, bir şişe Niu Er likörü, büyük bir…”

“Ne? Hiç likör istemiyorum.” Li Baoguo acemice söyledi.

“Cebindeki şişe,” Gu Fei ona baktı. “Li Shu, daha az içmelisin; artık her şeyi net olarak hatırlayamıyorsun bile.”

“Oh, oh,” Li Baoguo tebessüm etti ve cebine hafifçe vururken güldü. “Evet, bir şişe aldım… poşetin içine benim için bir paket de changbaishan sigarası koy.”

Gu Fei onun için on yuanlık bir paket changbaishan sigarası almak için döndü ve deftere yazdı.

“El yazın oldukça güzel.” Li Baoguo bakmak için yakına geldi. “Hey, oğlumu tanıyor musun?”

“Li Hui, elbette, onu tanıyorum.” Dedi Gu Fei.

“Li Hui değil, küçük oğlum, Cheng Cheng.” Li Baoguo dirseğini tezgaha dayadı. “Daha yeni döndü. O küçükken onu yetiştirmedim ve onu başkasına verdim… o da Si Zhong’da, onu tanıyor olmalısın.”

“Evet, onu tanıyor gibiyim.” Gu Fei onayladı.

Li Baoguo sinsice güldü. “Derslerinde çok başarılı, Xiao Hui’den kesinlikle farklı, mükemmel bir öğrenci. Mükemmel bir öğrenci, bunu biliyorsun değil mi? Senin gibi bir grup alçağın hepsi berbat öğrenciler olmalı, ha? Benim en küçük oğlum kesinlikle iyi bir öğrenci.”

Gu Fei gülümsedi. “Doğru.”

“Şimdi hatırlıyor musun? Cheng Cheng’in birkaç gün içinde parayı getirmesini sağlayacağım.” Li Baoguo deftere tekrar baktı ve parmağıyla işaret etti. “Oğlumun yazısı kesinlikle seninkinden daha güzel.”

“…Tamam.” Gu Fei başıyla onaylamaya devam etti.

Li Baoguo iyi bir ruh haliyle kapıdan çıktıktan sonra, defterdeki kendi el yazısına baktı.

Diğer şeyler hakkında kesin bir şey söylemeye cesaret edememişti, ama Jiang Cheng’in el yazısı…sadece şey olabilirdi, hehehehehehh, kesinlikle doğru bir şekilde yazılmış bir türe aitti ama yine de karakterler iğrenç bir şekilde yazıldığı için, ki bu hiç şüphesiz öğretmenleri sinirlendiriyordu, notlarının düşürülmüş olma olasılığı vardı.

Öğle vakti yaklaşırken, elinde sıcak bir yemek kutusuyla annesi içeri girdi: “Biraz kırmızı domuz kavurması yaptım.”

“Bugün dışarı çıkmıyor musun?” Gu Fei ayağa kalktı ve küçük tabureyi yana çevirdi: “Yemek yedin mi?”

“Nereye giderim! Nereye gidebilirim?!” Yüzü hoşnutsuzlukla kaplıydı, “Kiminle dışarı çıkarsam çıkayım ya korkacak ya da hayatının yarısını kaybedecek! Yemek istemiyorum!”

“Dövülmeye ihtiyacı olmayan birini arasan iyi olmaz mıydı?” Dedi Gu Fei.

“Sana göre dövülmeye ihtiyacı olmayan biri mi var? İnsanların içindeki iyiliği görmeyi ne zaman başaracaksın!?” Öfkeyle konuşmaya devam etti. “Sana göre bu hoş değil, sana göre şu hoş değil, annenin dul gibi yaşaması sana göre hoş olmalı!”

“İnsanların içindeki iyiliği görebilmem için, insanın içinde iyilik olmalı.” Gu Fei yemek kabının kapağını açtı, küçük kutuyu çıkardı ve içindeki domuz kavurmasının yarısını itti.

“Er Miao nerede?” Annesi sordu.

“Oynamak için dışarı çıktı. Birazcık ona ayır,” Dedi Gu Fei. “Acıktığı zaman yemeye gelecektir.”

Annesi iç çekti: “Bütün gün bu noktaya gelene kadar dışarda olmak ve bu tür bir mizaç…ona sadece bakmak bile beni strese sokuyor, daha sonra ne olacak?”

“O zaman bakma.” Gu Fei oturdu ve yemeye başladı.

“Bugün dışarı gitmelisin.” Annesi ona baktı ve aniden konuştu.

“Nereye gitmeliyim?” Gu Fei bir parça et yedi; aslında, ne hakkında konuştuğunu biliyordu.

“Bu gün ne günü hatırlayamıyorsun bile ah!” Annesi masaya vurdu, “Baban öleli ne kadar oldu ki sen hatırlamıyorsun!”

“Çok uzun zaman önce öldü.” Dedi Gu Fei.

Annesi konuşmadan ona baktı ve kısa bir an sonra, bir parça peçete çıkardı ve gözyaşlarını silmeye başladı.

Gu Fei annesinin kocasına karşı ne tür duyguları olduğunu gerçekten anlamak istemiyordu. Babası hayattayken her gün tartışıyorlardı, tartışmaları bittikten sonra kavga ediyorlardı ve o da bittiğinde annesi Tanrı’ya bu adamın en kısa zamanda ölmesi için dua ediyordu ama şimdi adam ölmüştü ve adı anıldığı anda gözyaşları akarsu gibiydi.

Bazı zamanlar ağlaması o kadar dürüst, o kadar hakikiydi ki yürek parçalayıcıydı.

“İki gün önce mezarlığa gittim.” Gu Fei yemek yerken söyledi.

“Bu anlamsız, mezarlığa gitmek anlamsız demiştim!” Annesi ona baktı, “Nerede öldüyse oraya git! Kaç kere söyledim! Aksi halde, kimse huzura eremez! Gitmek istemezsen, ben kendim gideceğim!”

“Öğleden sonra gideceğim.” Gu Fei iç çekti.

“Biraz kağıt adak yak.” Annesi gözyaşlarını silmeye devam etti. “O salak gerçekten parayı nasıl kullanacağını bilmez, diğer tarafta yemek dilendiğini tahmin edebiliyorum.”

“Öğleden sonra dükkanda kal.” Dedi Gu Fei. “Ve paraya dokunma. Eğer paraya dokunmaya cüret edersen, Cehennemin Kralı’na yaktıklarımın hepsinin sahte para olduğunu söyleyeceğim.”

“…Deli!” Annesi kızgınlıkla ona baktı.

Babasının öldüğü göl oldukça uzaktaydı; oraya küçük bir park inşa edileceği söylenmişti ancak onca zamandır araziye dokunulmamıştı, bu daha çok o civarda yerleşim alanı olmadığı ve oraya giden insanlar bir avuç olduğu içindi.

Geçen iki yılda, suyun bile neredeyse tamamı gitmişti ve kimsenin oraya gitmemesiyle, kış mevsimi geldiğinde bir insan gölgesi bile görülemezdi.

Eğer göl eskiden de şimdiki kadar susuz olsaydı ve eğer göldeki su sadece birazcık daha donmuş olsaydı…babası ölmemiş olurdu.

Ama.

Jiang Cheng’e Li Baoguo hakkında özet geçtiğinde, biraz dalgındı…sadece bir an için, kendi babasını diğerlerine tanıttığını düşünmüştü.

Bazen bunun hakkında düşünmeye cesaret edemiyordu – bir zamanlar onun ölmesini çok dilemiş olan kendi kalbiyle yüzleşmeye cesaret edemedi, şimdi düşündüğünde bile bir daha gerçekleşecek olsa yine o adamın ölmesini dileyen kalbiyle yüzleşmeye cesaret edemedi.

Kalbi ve o göl… ikisi de yaklaşmak istemediği yerlerdi.

Annesi her yıl kağıt adakları yakmak için oraya gitmesini sağlamasaydı, asla yanına yaklaşmazdı.

Göle giden yol evden sola dönüp küçük fabrikanın yanından geçtikten sonra, eğrileri ve ayrımları olmayan aralıksız düz bir yoldu, gidecek bir yeriniz kalmadığında varmış olurdunuz.

Küçük fabrikanın yanından geçtikten sonra, görünürde kimse yoktu ve görüşünü sadece harabeler ve kimsesizlik hissi doldurdu – soğuk ve kasvet başka bir mekanı tasvir ediyor gibiydi.

Gu Fei beresini indirdi, maskesini taktı ve sonra gürültü önleyici kulaklıklarını kulağına geçirdi; belki burada hiç bina olmadığı içindi, belki korktuğu içindi, üşüdüğünü hissetti ve rüzgar hangi yönden gelirse gelsin basitçe vücudunu deliyordu – soğuk her seferinde tek bir tabaka aşarak içine nüfuz ediyordu.

Bu yıl çok fazla kar yoktu ama kimse temizlemediği için kalın tabaka zeminde kalmıştı ve her adımda üzerinde yürüyenlerde tedirginliğe neden olan bir ses çıkarıyordu.

Bir süre yürüdükten sonra aniden ayağına doğru baktığında yerdeki bir dizi ayak izini keşfetti.

Donakaldı ve yolda bir ileri bir geri baktı, gerçekten de iki sıra ayak izi vardı – bir dizi içeri giriyor ama hiçbir şey dışarı çıkmıyordu.

Biri gerçekten de bu mevsimde göl kenarına kaçmıştı.

Kaşlarını çattı.

Kağıt adak yakmak için göl kenarına gelmek başkalarının görmesini istemediği türden bir şeydi, başkalarının herhangi bir suçluluk beslediğini düşünmelerini istemiyordu.

Suçluluk duygusu yoktu, yalnızca korku vardı – daha fazlası değil.

Suyun yüzeyi geniş olmasa da, göl kenarına doğru yürüdükten sonra rüzgar, gözleri şiddetle acıyana kadar süratle esiyor, hala şiddetleniyordu.

Seyrek ağaçlığa doğru yürüdü ve göl kenarındaki vahşi çayırlık yığınına adım attı, tüm ayak izleri kırık buzlar arasındaki anızlarda kayboldu.

Sağa ve sola baktı ama kimseyi göremedi, bir anlığına tereddüt etti ve sonra beraberinde yatağındaki alanın çoğunu açığa çıkaran göle baktı, hala kimse yoktu.

Elbette, biri önceden kırılmış buza basmış ve suyun içine düşmüşse…göl şu anki haliyle, kimseyi ölümüne boğamazdı sadece ölümüne dondurabilirdi.

Bir ağaç buldu, gövdesine değecek şekilde çömeldi, elindeki çantayı yere attı ve bir sigara çıkardı.

Bir süre daha beklemek istedi özellikle de göl kenarında daha fazla yürümek istemediği için, ve ayrıca, giriş ve çıkış gözden kaçırılmaz olduğu için burası birinci sınıf bir yerdi. Planı kağıt adakları yakmaya başlamadan önce diğer kişinin çıkmasını beklemekti.

Ama hareket etmeden neredeyse yirmi dakika boyunca bekledikten sonra, o kişi donmuş olmalıydı ama yine de kimse çıkmadı.

“Lanet olsun.” Tereddütle sigarasını söndürdü ve çantasını aldı.

Yalnızca biraz daha içeri yürüyebilirdi: birincisi, buradan kimin geçtiğini görmek için, ve ikincisi, daha kuytuda bir nokta bulmak için.

Birkaç yüz metre sonra, Gu Fei gölün ortasından canlı bir ses geldiğini duydu.

Ses şüphesiz ki buzun doğal bir şekilde çatladığı standartta değildi, daha çok biri üzerine basmış ya da bir şey vuruyormuş gibiydi.

Hızla döndü ve gölün ortasına doğru baktı ama hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi göremedi – her şey hala olabildiğince durgundu.

Aniden, sırtının üşüdüğünü hissetti ve keskin bir şekilde, bakmak için arkasına döndü.

Hiç kimse, hiçbir şey… bir şeyler şüpheli görünüyordu.

Arkasına dönmeden önce, canlı ses bir kez daha gölün ortasından duyuldu; başını keskince yeniden çevirdi, boynu kırılacakmış gibi hissediyordu.

Hala hiçbir şey görmemişti ama bu seferki ses öncekinden çok daha boğuktu.

Yavaşça birkaç adım geriledi ve ağaca yaslandı; biraz genç olmasına rağmen, zihninde bir parça huzur bulabilmek için sırtını gerçek bir şeye dönmesi gerekiyordu.

Bu sefer dikkatle göle baktı.

Sadece birkaç saniye sonra, kurumuş çalılıklardan uçan taş gibi bir şeyin görüntüsünü yakaladı, gölün yakınında, olduğu yerden yaklaşık yüz metre uzaklıkta buz yüzeyine çarptı.

Yankılanan ses canlı değildi ancak oldukça mattı, cup.

Biri taş mı atıyordu?

O kadar mı sıkılmış?

Ama uçan şeyin hızına bakıldığına, elle atılmış gibi durmuyordu.

Gu Fei kıyafetlerini yukarı çekti ve yavaşça o yöne yaklaştı.

Yirmi metreden daha kısa mesafede, gölün önünde çökük bir noktada sallanan bir gölge gördü ve görüşünü engelleyen neredeyse bir insan boyundaki uzun solmuş çalılara rağmen, onun bir insan olduğunu anlayabilmişti.

Hayalet değildi.

Göl kenarında eğlence için taş atacak kadar sıkılan biri tarafından beklenmedik bir şekilde kalbi çıkacak kadar korkutulmuştu.

Gülünç hissetmesine rağmen yine de rahatlamıştı.

Daha ileri gitmedi ama bunun yerine o kişinin gitmesini beklemek ve ayrıca ne yaptığını görmek için ağaçlara doğru geri çekildi.

O kişi, başka birinin varlığının farkına varmamıştı, yerden bir şeyler almak için eğilirken ve sonra kolunu ileri uzatırken diğeri geri çekiliyordu.

Siyah bir şeyin bir parçası uçtu, ‘vınladı’, yeniden gölün yüzeyine çarptı.

Cup.

Gu Fei anında o kişinin sapanla oynadığını görebildi, dahası, o kişinin kıyafetleri oldukça…tanıdık görünüyordu.

O kişiye kurumuş çimenlerin arasındaki boşluktan birkaç dakika daha baktı ve donakaldı.

Jiang Cheng?

O kişinin üzerindeki kıyafetler Jiang Cheng’in kavga ettiklerinde giydikleriydi ve göğüs bölgesinde iki büyük grimsi beyaz leke vardı – lanet olası derecede çirkindi.

Etrafa baktı, başka kimse yoktu, Jiang Cheng burayı gerçekten de kendi mi buldu?

Ve sonra buzlu zeminde sapanla oynamak için buraya mı geldi?

Ne kadar da duygusal bir xueba ah… mükemmel zamanlama, yine de evde ders çalışmıyor ve bunun yerine, sapanıyla oynamak için buraya koşmuş.

Gu Fei bir sigara daha yaktı ve Jiang Cheng’i izlerken ağzında tuttu.

Jiang Cheng küçük taşlar kullanıyor olmalıydı, buna rağmen, göl kenarı donduğu için taş bulmak kolay değildi ve her eğildiğinde, bir süre etrafı kazmak zorunda kalıyordu; bazen birkaç kere tekmelemek için ayağını kullandığı bile oldu.

Gu Fei bir anlığına izledi ve Jiang Cheng’in yine iyi bir ruh halinde olmadığını hissetti. Tekmelemek için ayağını kullandığı birçok kez, hareketleri sanki kavga etmek istiyormuş gibiydi – saklı öfke açıkça görülebiliyordu.

Ancak dört ya da beş taşı sapanla attığını gördükten sonra, Gu Fei bir kez daha şaşırdı.

Montunun iç cebinden gözlüğünü çıkardı ve taktı, bakıyor ve izliyordu.

Jiang Cheng kıyıdan kabaca 30 metre uzaktaki aynı noktayı hedef alıyordu; şaşırtıcı bir şekilde, sahiden her seferinde hedefi vuruyordu, orada bir buz deliği oluşmasına neden olmuştu.

Oldukça muhteşem.

Sapanla oynayan yığınla insan vardı ki Gu Fei’nin tanıdığı o insanlar arasında, ne kadar keskin bir nişancı olduklarıyla övünenler de vardı – çoğu 70 metre uzaktaki hedefi vurabileceğini iddia ediyordu.

Ama ilk defa, gerçekten de birisinin bir atışı aynı deliğe art arda bir düzineden fazla kez sürekli olarak atabileceğini kendi gördü.

Jiang Cheng bir süre oynadıktan sonra tekrar kazmak ve tekme atmak için eğilmeden önce durdu, ancak bir süre geçtikten sonra hala doğrulmadı, muhtemelen başka taş bulamamıştı.

Aynı yerde birkaç tur attıktan sonra, Gu Fei’nin hızla geri çekilip bir ağacın arkasına çömelmesine neden olarak Gu Fei’nin yönüne doğru yürüdü.

“Lanet olsun!” Jiang Cheng günün yarısı gibi gelen bir süre boyunca hiç taş bulamadı ve mutsuz bir şekilde bağırdı; sesi oldukça yüksekti ve sanki rüzgarla taşınmış gibi Gu Fei oldukça net bir şekilde duyabildi.

Başka taş kalmadı, artık gitmelisin.

Ama Jiang Cheng gitmedi, zemine baktı, birkaç kere tekmeledi ve bir parça donmuş karı tekmeledikten sonra küçük bir taş buldu.

Gu Fei iç çekti.

Jiang Cheng montunun cebine birkaç tane koydu, göle doğru baktı ve sonra arkasına döndü.

Birkaç saniye tutuşunu sabitledikten sonra, arkasına döndü ve elini kaldırdı, sapanıyla bir taş attı.

Bam, uzakta bir yere çarpan taşın sesi yerdeki uzun ince çelik çubuğu açığa çıkardı.

Siktir.

Gu Fei şok oldu; gözlüklerini takmıyor olsaydı çelik çubuğun nerede olduğunu göremezdi.

Jiang Cheng arkaya döndü ve bir kez daha vücudunu hızla arkaya döndürmeden önce yana birkaç adım attı. Fırlayan taş bir daha çelik çubuğa vurdu ve onu parçalara ayırdı.

“Oh evet! Bu da!” Jiang Cheng alkışladı, sonrasında sapanını kaldırdı, her yöne salladı ve birkaç kere reverans yaptı. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim.”

Gu Fei kahkahalarını tuttu ve mesafe bırakmak için yavaşça geri çekildi – eğer Jiang Cheng onun burada olduğunu keşfederse, ikisinin ağaçları dümdüz etmesi beklenebilirdi.

“Yarışmacı, Jiang Cheng, zorluk seviyesini bir kez daha yükseltmeye karar verdi! Zorluk seviyesini bir kez daha yükseltmeye karar verdi! Wow-” Jiang Cheng cebinden iki taş çıkarırken heyecanla söylendi.

Bu sefer, sırtını çelik çubuğa dönmek yerine, ileriyi hedef aldı ve elini çekti.

Gu Fei iki sesi hemen hemen eş zamanlı olarak duydu.

Çın.

Cup.

Birlikte fırlattığı iki taştan biri amaçlanan hedefi vurdu diğeri ise ıskaladı ve yere düştü.

“Ay, ne kadar yazık.” Jiang Cheng konuşurken cebinden bir tane taş daha çıkardı, “Koç X, bu sefer bir hata yaptığını mı yoksa yeteneklerinin yeterli olmadığını mı düşünüyorsun?”

Koç X?

Gu Fei nihayet bir süre sonra tepki verebildi, Koç X de neyin nesi?

“Yeteneklerinde hala gelişmeye yer olduğunu düşünüyorum,” Jiang Cheng tekrar fırlattı. “Meydan okumanın yapısını değiştirmek istiyor gibi görünüyor… Zorluk seviyesini düşürecek mi yoksa devam mı edecek…”

Eli gevşedi, bir taş fırladı ve Gu Fei’nin net bir şekilde görmesini beklemeden, öncekini başka bir çekiş takip etti; ikinci taş da fırladı, hemen ardından üçüncü takip etti.

Çın, çın, çın.

Üçü de vurdu.

Gu Fei arkasına baktı, eğer şu anki durumda olmasaydı gerçekten de Jiang Cheng’i alkışlardı – sadece hedefi vurduğu için değil, aynı zamanda hareketleri rahatlık ve kendine güvenle dolu olduğu için.

Li Yan burada olsaydı, bu sahnenin sessiz versiyonunu izledikten sonra artık kesinlikle ‘bana tam uymuyor’ demezdi.

Ancak, böylesine mükemmel bir performanstan sonra, Jiang Cheng beklenmedik bir şekilde kendini alkışlamadı ya da ellerini sallayıp reverans yapmadı – tek kelime etmeden hareketsizce durdu.

Bir süre sonra, başını eğdi ve yavaşça çömeldi, başını iki eliyle tutuyordu.

Gu Fei dondu.

Kendini performansına mı kaptırdı…?

Ancak çok geçmeden Jiang Cheng’in omzunun birkaç kez hafifçe seğirdiğini gördü.

Ağlıyordu.

Gu Fei sigaradan son iki nefesi çektikten sonra ayağının altında söndürdü, ayağa kalktı ve yürümeye devam etti.

Bu tarz bir sahneyi izlemek ilgisini çekmiyordu. Eğlenceli bir içeriği izlemek sorun değildi ama başkalarının yaralarını dikizlemek ve her zaman patlayacakmış gibi görünen birini ağlarken izlemek – anlamsızdı.

Bu gölün etrafından dolaşamasanız da bir sonu ve ilerisinde çürük bir tatlı patatesi andıran, geçmeyi imkansız kılan bir dağı vardı.

Gu Fei üzerinde çim olmayan küçük bir parça toprak buldu ve alev çıkarabilene kadar neredeyse on dakika geçirdi.

Sonra çantadan kağıt para yığınını çıkardı ve ateşe attı.

Altın rengi ve sarı olanlar vardı ve ayrıca çiçekler de; görünür değer sıfırdan birkaç yüz milyara kadar değişiyordu – orada olması gereken her şey oradaydı.

Gu Fei yükselen alevlere baktı ve elini üstlerine uzattı.

Bu tarz bir anda, muhtemelen bir şeyler söylemeliydi; diğerleri genelde şöyle şeyler söylerdi ‘parayı al, hepimiz gayet iyiyiz bu yüzden endişelenme ah, eğer yeterince paran yoksa sadece söyle, endişelenme’… Konuşmak isteseydi bile, sahiden ne söyleyebileceğini bilmiyordu.

Alevlerin usulca renk değiştirmesini, kalın dumanın içinde yükselmesini, rüzgarda bir dalga gibi hafifçe dalgalanmasını, sonra biraz küçülmesini ve sonunda, geriye sadece mavimsi bir duman kalmasını izledi.

Gu Fei ince bir dal aldı ve hafifçe yana savurarak hala kıvılcımlarla kuşatılmış siyah kağıt parçalarını nazikçe süzülmeleri için hareketlendirdi, ardından her şey sakin durumuna kaldığı yerden devam etti.

Ayağa kalktı ve gitmek için dönmeden önce siyah külün üzerini kapatmak için yandaki gevşek karı tekmeledi.

Her yıl, o günden sonra, Gu Fei daha az boğulmuş hissederdi – gerçekten rahatlardı. Günler, dükkana göz kulak olmak, bir tavşan gibi caddelerden tüyen Gu Miao’yu gözlemek, okula gidip sıkıcı derslere katılmak, geri zekalı Craz3 Eşleştirme oyununu oynamak ve Lao Xu’nun onu sözde karanlığından nafile kurtarma çabalarını izlemekten oluşan anlamsızlığına geri döndü.

O gün gölde Jiang Cheng uzun süre ağlamamıştı; kağıtları yakmayı bitirip başını çevirdiğinde Jiang Cheng artık orada değildi.

Yine de, Gu Fei okulda onunla karşılaştığında anormal bir şey fark edemedi – hala sözleriyle kışkırtan belalı bir tavır takınıyordu; sınıfta her zamanki gibi vücudunu sıraya yaslıyor ya da dinlemeye devam ederken gözlerini kapatıyor ve ara sıra not almak için göz ucuyla bakıyordu.

İkili sınıfta birbirinin yoluna çıkmadı, birbirlerine söyleyecek bir şeyleri yoktu.

Oysa Gu Fei göldeki performansı hatırladığı her seferinde, yüksek sesle kahkaha atacağından endişeleniyordu.

“Da Fei,” Zhou Jiang, Gu Fei’nin sırasına yaslandı. “Da Fei? Da…”

Jiang Cheng sabırsızlıkla elindeki kitabı aldı ve kafasına vurdu. Kontrollü bir sesle “Söyleyecek bir şeyin varsa, lanet olasıca sadece doğrudan söyle! Gerçekten de daha önce bundan dolayı hiç kimse tarafından kötü bir şekilde dövülmedin mi!”

“Siktir!” Zhou Jing başını tuttu ve onu kinle süzdü, sonra Gu Fei’ye baktı. “Da Fei, bugün erken saatlerde Xu Zhong’un odasına gittiğimde, okulun gelecek ay ilkbahar basketbol turnuvası düzenlemek istediğine dair şeyler duydum.”

“Bilmiyorum.” Dedi Gu Fei.

“Katılıyorsun, değil mi? Sınıfımız sana güveniyor, katılmazsan kesinlikle kaybederiz.” Dedi Zhou Jing.

“Beni rahatsız etme.” Gu Fei onu işaret etti.

Zhou Jing önüne öndü ve kendi masasına yaslandı.

Jiang Cheng’in zihni aniden dolaşmaya başladı, gelecek ay? İlkbahar basketbol turnuvası?

Mart ilkbahar sayılır mı?

Basketbol turnuvasını düşündüğünde, biraz pişman hissetti.

Okulda basketbol oynadığı zamana dair eski anıları hatırladığında diğer hoş olmayan şeyleri de anımsamıştı ve yine de bu durdurulamazdı – sahada özgürce koştuğu o keyifli anların hatıraları…

Şimdiki zamanla kıyaslandığında, o anıların tümü parlaktı.

@jxhrkYXCg9rYgwV

@jxhrkYXCg9rYgwV