SAYE 16. Bölüm

Share

Jiang Cheng ve Gu Fei birbiri ardına okul kapılarından çıktıklarında, Gu Fei’ye gerçekten de “Bunu Gu Miao için yapıyorum, senin için değil.” demek istemişti.

Ancak Gu Fei ona bakmak için asla arkaya dönmedi bu yüzden hiçbir şey söyleme fırsatı bulamadı.

En sonunda yan yana durduklarında da hiçbir şey söyleme fırsatı yoktu. Gu Miao kollarının arasındaki kaykayıyla, bacaklarını iki yana sallayarak yaya yolunu çevreleyen çitlerin üzerinde oturuyordu.

Onların yaklaştığını fark ettiğinde hemen çitlerden atladı ve tahtasını önüne yere fırlattı. Hareket eden tahtaya atladıktan sonra birkaç küçük itişle önlerinde belirdi. Sonra ellerini Gu Fei’nin cebine uzatarak avuç dolusu şekeri ortaya çıkardı.

Jiang Cheng, Gu Miao’nun şeker yığınının içinden sadece meyveli olanları seçmesini izlerken bakakaldı.

Bu şekerler gerçekten de günlük olarak Gu Miao için mi tedarik ediliyordu?

Gu Miao bir şekerin ambalajını soydu ve ağzına sokuverdi. Ardından kaykayıyla diğer tarafa fırladı, kaldırımın oldukça kenarında hareket ediyordu – makul bir şekilde başka insanlara çarpmamayı düşünüyordu.

Jiang Cheng sadece arkasından izleyebildi. Gu Miao üstün becerileriyle oldukça atik olsa da, nihayetinde, hala bir ilkokul öğrencisiydi… Ancak kendi bisikletini almaya giden ağabeyi, küçük kızın olduğu yöne tek bir bakış bile atmamıştı.

Gu Miao kaykayıyla uzun bir süre ilerledikten sonra durdu ve ona bakmak için arkasına döndü.

“Ne?” Jiang Cheng küçük kıza yetişmek için adımlarını hızlandırdı.

Gu Miao kaykaydan atladı ve kenara çekildi.

Jiang Cheng gerçekten de küçük kıza ‘abinle olan dünkü kavgadan dolayı baştan aşağı bütün vücudum ağrıyor’ demek ve kaymak için hiç isteği olmadığını söylemek istiyordu ama Gu Miao büyük yuvarlak gözleriyle bakışlarına karşılık verdiğinde kendinde onu hayal kırıklığına uğratacak gücü bulamadı.

“Tabi ki.” İç çekti, kaykayın üzerine bir adım attı ve yavaşça kaymaya başladı.

Tanrıya şükürler olsun ana caddeden yan caddeye saptıklarında çok daha az insan vardı.

Gu Miao arkasından koşuyordu aniden el çırptı.

Jiang Cheng başını çevirdiğinde, Gu Miao ona doğru daha da hızlı koştu, koşarken kaykaydan inmesini söyleyen el hareketleri yapıyordu.

“Kesinlikle nasıl oynayacağını biliyorsun…” Gu Miao’nun niyetini anladı ve kaykaydan indi.

Gu Maio tam zamanında yanına geldi ve sıçrayarak tam kaykayın üzerine indi – eylemsizlik anından enerji ödünç alarak caddeye çıktı. Ayağıyla birkaç itiş daha yaptıktan sonra arkasına döndü ve Jiang Cheng’e baktı.

“Ah…” Jiang Cheng gerçekten de çok yorgundu ama yine de koşmaya devam etti. “Seninle beraber böyle şeyleri yapması için neden ağabeyine sormuyorsun?”

Gu Miao kaykaydan atladı. Jiang Cheng de hemen hareketlerini takip etti ve hala hareket halinde olan kaykayın üzerine atladı, yolda ilerlemeye devam etti.

Aynen bu şekilde birbiri ardına caddelerde oynamaya devam ettiler.

Aslında bu oldukça eğlenceliydi, Gu Miao konuşmadı ya da Jiang Cheng’in konuşmasına ihtiyaç duymadı, onun yapması gereken tek şey küçük kızla iş birliği yapmaktı. Önemli olan küçük kızın becerilerinin müthiş olmasıydı, Jiang Cheng’in değişimlerde onun düşeceğinden endişelenmesine bile gerek yoktu.

Bütün bu zaman boyunca, Gu Fei birkaç metre arkalarından onları takip ediyor, ilerlemek için manevra yaparken bir ayağı yerde süzülüyordu, ritmik bir şekilde hızlı ve yavaş tempoda pedal çevirirken telefonuyla oynuyor yola bakmıyordu – kız kardeşine bakmıyordu.

Jiang Cheng, Gu Fei’nin kapağı olmayan bir kanalizasyona düşmesini umarak bekliyordu – böylece alkışlayabilirdi.

Ne yazık ki, bu yenik düşmüş eski şehir berbat olsa da yönetimi oldukça iyiydi; kaldırımlarda eksik tek bir kaldırım taşı bile yoktu. Gu Fei yaşadıkları sokağa kazasız belasız vardı.

“Tamam.” Jiang Cheng koşmaktan tamamen ter içinde kalmış bir vücutla kaykaydan indi. “Diğer yoldan gideceğim.”

Gu Miao kaykayının üzerine bastı ve arkasından el salladı.

Jiang Cheng de el salladı.

Gu Miao elini dudaklarının arasına koydu ve ıslık çaldı. Gu Fei yukarı baktı, gözleri Gu Miao’ya doğru kaydı ve sonra pedalı ani bir şekilde itişiyle bisikleti uçtu. Gu Miao’nun yanından geçerken küçük kız bir elini arka koltuğa doğru uzattı – Gu Fei tarafından çekilirken sanki buzun üzerinde kayıyormuş gibi görünüyordu.

“…havalandı.” Jiang Cheng arkalarından nutku tutulmuş bir şekilde bakakaldı.

Gu Fei’nin muhtemelen bir babası yoktu, annesinin koşulları yargılamayı zor kılıyordu bu yüzden Gu Miao büyük olasılıkla Gu Fei tarafından bir köpek gibi yetiştirilmişti.

Eğer aynı durum onun ailesinde olsaydı ve annesi birinin abisinin küçük kardeşini böyle yetiştirdiğini görseydi, muhtemelen yılın yarısı boyunca bunun hakkında konuşurdu.

… Bazı şeyler obsesif kompulsif bozuklukluk gibiydi, kontrolsüz bir şekilde tekrar tekrar onları düşünürdünüz.

Jiang Cheng başını kaldırdı ve kuvvetlice ciğer dolusu soğuk havayı içine çekti ancak o zaman ufacık da olsa rahatladığını hissetti.

Li Baoguo’nun evine döndüğünde kart oyuncuları artık evde değildi, oturma odasına vahşi bir karmaşa hakimdi; masanın üzerinde toplanmadan bırakılmış kartlar ve dağınık kül tablaları tek bir bakışta hasta hissetmesine neden oldu.

Jiang Cheng mutfağa girdi. Her öğüne dışarıdan sipariş veremezdi ve artık harcayacak bir harçlığı olmadığı için sadece para gidiyordu hiç gelmiyordu; muhafazakar olması gerekiyordu.

Mutfaktan içeri adım attığı anda aniden bir şeyleri parçalamak istedi. Li Baoguo dün o çin mantılarını yaptıktan sonra her şeyi açıkta bırakmıştı, hiçbir şey yıkanmamış ve hiçbir şey atılmamıştı, orada hala yarım tencere artık çorba vardı.

Jiang Cheng tencereyi yıkamak istedi ama tam tencereyi aldığı anda, hemen o noktada donakaldı.

Bir hamam böceği çorbanın içine dalmıştı.

Bu görüntü tiksintiden kusamayacağı noktaya kadar şok olmasına neden oldu. Aynen bu şekilde, mutfakta elinde tencereyle sanki vücudu sürünen böceklerle kaplıymış gibi hareketsiz duruyordu. Sadece düşüncesiyle bile iğrenç bir kaşıntının her tarafına yayıldığını hissetti.

Sonunda dişlerini gıcırdatarak erişte çorbasını tuvalete boşaltmadan önce orada en az iki dakika boyunca beklemiş olmalıydı. Sonrasında tencereyi yere koydu ve durulamak için uzun bir süre boyunca su hortumunu ona doğrulttu. Bunun üzerine nihayet suyla doldurup kaynaması için ocağın üzerine koymadan önce deterjanla agresifçe ovuşturdu.

Hamam böceğinin son kalıntıları da buharla birlikte ortadan kaybolana kadar yuvarlanan suya bakarken su kaynamaya başladıktan sonra bile gazı alevler içinde bıraktı. Suyu lavaboya boşalttıktan sonra kendine bir kase erişte hazırlamak için bir tencere daha su kaynattı.

Mutfakta bir tane buzdolabı vardı, kapağı açtığında etrafa bir koku yayıldı. İçinde sadece birkaç tane kırmızı biber vardı ve görünüşlerine bakılırsa en az bir aydır orada duruyor olmalıydılar.

Et yok, yumurta yok – hiçbir şey yoktu.

Siktir! Li Baoguo’nun çin mantısı yapmak için kullandığı et gramına kadar ölçülmüş müydü? Tek bir kuruşu bile fazla ödenmemiş!

Bir tencere suya bakan Jiang Cheng bir anlığına sersemledikten sonra nihayet ocağı kapattı.

Jiang Cheng dışarda yemek, dışardan yemek söylemek ya da dışarı çıkıp biraz sebze aldıktan sonra geri dönüp kendi eriştesini yapma seçenekleri arasında şiddetli bir zihin savaşı gerçekleştirdikten sonra – sonuncusunu seçti.

Şu an içinde yaşadığı çevreyi değiştirebilme becerisi yoktu, yapabileceği tek şey adapte olmaktı. Kulağa kolay gelmesine rağmen, gerçekten yerine getirmek gökyüzüne erişmek kadar zordu.

Cep telefonunu ve cüzdanını aldıktan sonra market alışverişi yapmak için evden ayrıldı.

Markete gitmesi gerekiyordu ama… sadece kısa bir süredir buradaydı ve caddelerin çoğundan geçmiş olmasına rağmen gerçekten de hiçbir yerde market görmemişti.

Bir yayaya yön sormak istedi ama yolun sonuna vardıktan sonra bile görebildiği hiçbir yerde tek bir kişi bile yoktu. Şu anda öğle yemeği vaktiydi; muhtemelen herkes evde aylaklık ediyordu.

Çatılmış kaşlarla yanındaki sokağa baktı.

Gu Fei’nin ailesinin azıcık sahte görünüşlü marketi kesinlikle ihtiyacı olan şeye sahipti. Orada yapraklı sebzeler olmasa bile, en azından sosis, konserve balık…gibi şeyler olmalıydı. Son zamanlarda sefil bir halde yaşadığı için mi sadece bu şeyleri düşünmek salyalarını yutmasını gerektiriyordu – acıkmıştı.

Jiang Cheng, geleceğinin ne kadar da parlak olduğuna bak!

Kendini kınamayı tamamladıktan sonra, Jiang Cheng yanındaki caddeye döndü.

Jiang Cheng sık sık Gu Fei’nin ailesinin dükkanının perdelerini kaldırmaktan kaynaklı psikolojik bir travma ediniyordu – her seferinde tuhaf hissediyordu. O kavgadan sonra, birbirleriyle sadece üç cümle konuşmuşlardı yine de buradaydı, yiyecek almak için buraya koşmuştu – bu daha da tuhaftı.

Perdeleri kaldırdığında anında bir grup gözün üzerine düştüğünü hissetti.

Bundan kaynaklanan bir tuhaflık yoktu, tüylerinin diken diken olması dışında.

Yedi kişi, on dört göz, Gu kardeşlerinki artı bu-shi-hao-niao ve Li Yan.

Gu Fei biraz şaşırmış görünüyordu. Gu Fei tek bir kelime etmeden elinde yemek çubuklarıyla ona bakmak için başını çevirdi ve o ses çıkarmadığı için ne bu-shi-hao-niao ses çıkardı ne de Li Yan.

Sadece Gu Miao ayağa kalktı ve ona el salladı.

Jiang Cheng, Gu Miao’ya gülümsedi ve içeri doğru yürüdü. “Bir şeyler alacağım.”

“Devam et ve neye ihtiyacın varsa al.” Dedi Gu Fei.

“Sadece… Sosis ve ıvır zıvır, neredeler?” Jiang Cheng içeri baktı, Gu Fei’nin ailesinin dükkanı yan yana dizilmiş sayısız rafla oldukça büyüktü.

“Pencerenin yanındaki sıra, en sonda.” Li Yan cevapladı.

“Teşekkürler.” Jiang Cheng ona baktı ve içeri yürüdü.

Aralarından seçim yapabileceği oldukça fazla çeşit vardı: uzun sosisler, sosisler, dilimlenmiş kırmızı sosisler; hepsinden birer tane aldıktan sonra bir kutu domuz eti ve bir kutu konserve balık aldı.

Kasaya doğru birkaç adım attı ama biraz düşündükten sonra raflara geri döndü ve her türlü baharat ve çeşniden aldı. Li Baoguo’nun mutfağı hayal edilemeyecek kadar korkunçtu. Aslında, içindeki her şeye karşı psikolojik bir korku geliştirmişti.

“Her şeyi tek seferde almak,” Li Yan kasanın arkasında duruyor faturayı otomatik yazar kasaya işlerken konuşuyordu. “Yemek mi yapacaksın?”

“Evet.” Jiang Cheng bir anlığına duraksadı. “Burada… tencere ya da tava var mı?”

“Tencere mi?” Li Yan gözlerini kırpıştırdıktan sonra Gu Fei’ye doğru baktı. “Tenceren var mı?”

Gu Fei de gözlerini kırpıştırdı, sonra ayağa kalktı. “Ne tenceresi?”

“Sadece… kızartma için tava, çorba için tencere.” Jiang Cheng cevapladı.

“Evet,” Dedi Gu Fei. “Ama alışveriş merkezinde satılanlar daha kaliteli.”

“Tenceren olduğu sürece önemli değil.” Dedi Jiang Cheng.

Gu Fei Jiang Cheng’e baktı, ondan sonra dükkanın uzak köşesine yürümek için döndü ve kova ve leğen yığınından iki tencere, bir kızartma tavası ve bir çorba tenceresi çıkarttı. Gu Fei onları önünde salladı: “Bu boyut?”

“Kesinlikle.” Jiang Cheng onayladı ve onları Gu Fei’den aldı.

“Neden sadece bizimle yemiyorsun?” Li Yan yazar kasaya yaslandı. “Bu sadece başka bir yemek çubuğu ekleme meselesi.”

Jiang Cheng cüzdanını çıkardı ve Li Yan’ın sözlerinin oldukça nazik olduğunu düşündü ama bakışlarını yukarı kaldırdığında Li Yan’ın gözlerinin pek de dostça olmayan bir saldırganlık barındırdığını fark etti.

Jiang Cheng’in en çok rahatsız olduğu insanlar ona karşı rastgele bir şekilde öfke duyanlardı. Biraz nakit çıkardı ve tezgahın üzerine attı, ondan sonra ellerini tezgaha dayayıp bakışlarına karşılık verdi.

“Göz kürelerin düşmek üzere.” Gu Fei onlara doğru yürüdü ve kendi sandalyesine oturdu. “Parayı al.”

Li Yan bakışlarını çekmeden önce Jiang Cheng’e bir bakış daha attı ve ona biraz daha bakmadan önce parayı alıp üstünü uzattı.

Jiang Cheng, Li Yan’ın ona poşet verme niyeti olmadığını görebiliyordu bu yüzden yazar kasanın yan tarafına baktı ve çiviye asılmış demetten iki tane plastik market poşeti çekip aldı, aldıklarını içine koydu ve kapıdan çıkmak için arkasına döndü.

“Bir sorunun mu var?” Liu Fan, Li Yan’a baktı.

“Bir sorunum yok.” Li Yan oturdu, bir şişe seçti ve birasından bir yudum aldı. “Nedenini de bilmiyorum, sadece bu çocuk bana tam uymuyor.”

“Oh, çünkü sana tam uymuyor ha?” Dedi Liu Fan. “Daha iyisini bilmeyen biri, ilk görüşte aşık olduğunu düşünebilirdi, öyle dikkatli bir şekilde bakıyordun ki onu yalayacağını düşünmüştüm.”

“Nasıl konuşulacağını biliyor musun?” Li Yan dik dik ona baktı.

“Yan Ge bugün iyi bir ruh halinde değil ha.” Luo Yu bir kaburga kemirirken gülerek söyledi.

“Ve bunun neresi seni ilgilendiriyor?” Li Yan dikkatle ona baktı. “Bu yemeği benim yaptığımı hatırla. Yemeğini güzelce yemek istemiyorsan arka bahçeye gidip kendine biraz erişte pişirebilirsin.”

“Hey, kesinlikle, bugün aldığın büyük kemikler gerçekten güzel Li Yan.” Dedi Liu Fan. “Taze.”

“Anneme aldırdım.” Dedi Li Yan. “Soğuk havadan dolayı et yemek isteyip duruyordum, öyle ki gözlerimden yeşil ışıklar çıkıyordu… Er Miao ağzındaki yağı sil, hiç olmazsa küçük tatlı bir güzelliksin, görünüşüne biraz dikkat et.”

Gu Miao peçeteyi aldı ve ağzını sildi, başını eğip yemek yemeye devam etti.

“Oh doğru, o kişi geri gelmedi değil mi?” Liu Fan sordu.

“Evet.” Gu Fei, Gu Miao’nun kasesine birkaç sebze koydu.

Gu Miao, onları Li Yan’ın kasesine atmak isteyerek hızla bütün sebzeleri topladı ama Gu Fei’nin yemek çubukları anında küçük kızın yemek çubuklarını tuttu: “Yüzün o kadar kuru ki derisi soyuluyor.”

Gu Miao sadece ellerini geri çekebildi ve yeşil yaprakları ağzına sokuşturdu.

“Derin muhtemelen yüz bakımı kullanmadığın için soyuluyor olmalı.” Li Yan döndü ve Gu Miao’nun yüzüne baktı. “Er Miao, geçen sefer Yan Ge’nin aldığı yüz kremini kullanıyor musun?”

Gu Miao cevap vermedi.

“Bunun rahatsız edici olduğunu düşünüyor.” Gu Fei onun yerine cevapladı.

Li Yan cıkladı: “Bu kaba kişilik nereden geliyor, annen, ağabeyin ya da…”

Cümlenin ortasında durdu ve bir süre yerinde kaldı, sonra tek bir tel bir şehriye aldı ve ağzına koydu.

“Bu iyi.” Gu Fei bir yudum çorba içti.

Bugün Li Yan malzemeleri almış ve yemeği hazırlamıştı. İşsiz birkaç arkadaşın olmasının faydaları vardı – anneleri güvenilmez olduğunda, yardım etmek için orada oluyorlardı.

Gu Fei dersi asmadığında, genelde annesi dükkanda duruyordu. Ama bir hafta içinde, annesinin dükkanda yarım günden fazla kalmadığı en az iki gün olurdu ve o zamanlarda, Li Yan gelip o boşluğu doldururdu. Sadece dükkana bakmanın yanı sıra onlara yemek de yapardı.

Yemekler aslında o kadar da muhteşem değildi: mesele bir demet farklı sebzeyi birlikte tencereye atmak ve onları rasgele kaynatmaktı; hepsinin tadı tamamen aynı oluyordu. Yine de malzemeleri satın almaya gönüllüydü. Tencere her defasında daha fazla yiyecek sığmayacak kadar doldurulduğu için, onlarla beraber yemek yemeleri için diğer çocukları çağırmak zorunda kalıyorlardı.

Akşam yemeğinden sonra Liu Fan ve diğerleri, Li Yan’ı başı kaldırılmış ve eli karnını ovarken sandalyeye yaslanmış bir halde bırakarak gittiler: “Er Miao, yıkamam için bulaşıkları bırak, Yan Ge’nin sindirmesi gerek, çok fazla yedim.”

Gu Miao kaykayını aldı ve Gu Fei’ye baktı.

“…devam et.” Gu Fei biraz çaresizdi.

Gu Miao’nun kaykay tutkusu takıntı gibiydi, uyurken bir parça tahtaya sarılmaktan sadece bir adım uzaktı.

“Da Fei.” Gu Miao gittikten sonra, Li Yan gözlerini açtı ve Gu Fei’ye baktı. “Hava ısındığı zaman, bir yerlere gidip takılalım.”

“Nereye gidelim?” Gu Fei sordu.

“Bilmiyorum, Xin Jie’ye sormaya ne dersin.” Dedi Li Yan. “Onun grubuyla bir yere gidelim.”

“Unut gitsin.” Gu Fei bir sigara yaktı ve ağzında sallandırdı. “Yakın zamanda hiçbir yere gitmeyi planlamıyorum, hala kaldırılmamış olan kötü davranış kaydım var.”

“Ve bunu umursuyorsun?” Li Yan güldü.

“Mezuniyet belgesi almak zorundayım, en azından.” Gu Fei cevapladı.

“Eğer xueba ile olan ilişkin daha da yakınlaşırsa, iyi bir üniversiteye bile kabul edilebilirsin.” Li Yan ona baktı.

Gu Fei de ona baktı: “Beyninde bok var, değil mi?”

“Aslında,” Li Yan tavana bakarken dikkatlice düşündü. “Bu çocuk bu kadar kibirli ve suskun biri olmasaydı… Aslında oldukça çekici olurdu.”

Gu Fei konuşmadı.

“Bu tipten oldukça hoşlanıyorum.” Li Yan ekledi.

“Bu tiple birlikte, tek bir zerren kalmayana kadar dayak yerdin.” Dedi Gu Fei. “Salak.”

“Desen belirsizleşmiş.” Li Yan, Gu Fei’nin saçlarına baktı. “Biraz düzeltmek ister misin?”

“Rahatsız edici bir şekilde mi sıkıldın?” Gu Fei ağız dolusu duman üfledi.

“Evet.” Li Yan başıyla onayladı.

Gu Fei sandalyeyi yeniden konumlandırdı ve ona sırtını döndü.

Li Yan kasanın altından bir eşya kutusu çıkardı: “Bu deseni daha ne kadar süre muhafaza etmeyi planlıyorsun, yeni bir taneyle değiştirmek ister misin?”

“Hayır.” Gu Fei başını kenara çevirdi ve arkalığa yaslandı.

“Ding Zhuxin gerçekten de senin tanrıçan.” Li Yan aletleri çıkardı ve çok dikkatli bir şekilde başının sol tarafında bulunan sus sembolünü düzeltmeye başladı.

“Benim tanrıçam Gu Miao.” Dedi Gu Fei. “Ben ve Xin Jie’yi bir araya getirmeyi bırak, özellikle de onun önünde.”

“Evet biliyorum.” Li Yan onayladı. “Artık onun küçük takipçisi değilsin, ona hayranlık da duymuyorsun, büsbütün kadınlardan hoşlanmayı bıraktın.”

Gu Fei gülmek istedi: “Sana maaş mı ödüyor?”

“Hayır, oldukça aptal olduğunu düşünüyorum, açıkça senin… seni biliyor ama yine de senin gibi bir şeyden hoşlanıyor,” Li Yan iç çekti. “Adını bile değiştirmesi, ne düşündüğünü kim bilebilir.”

Gu Fei konuşmadı.

Ding Zhuxin’in ismi eskiden Zhuyin’di sonradan kendini Zhu ‘Xin’ olarak değiştirdi.

‘Bambuların’ merkezi yoktur.

Evet, ne düşünüyordu.

Gençken, Ding Zhuxin’e bayağı tapıyordu ve onun gerçekten havalı ve hayat tarafından zaptedilmemiş olduğunu düşünüyordu. Yolunu kaybetmiş ve çaresiz olduğu birkaç yıl boyunca, Ding Zhuxin’in ona verdiği destek annesinin ona sunabileceğinden çok daha ağır basmıştı. Şu an bile, karakterine karşı büyük minnettarlık duyuyordu ancak bu kadar çok şeyin değişeceğini öngörememişti – bu değişiklikler yavaş yavaş meydana gelirdi ve sonunda çevresine uyandığında, etrafındaki her şey fark edilemeyecek yeni bir görünüme bürünmüştü.

Jiang Cheng elinde telefonuyla bir saat boyunca GPS ile meşgul olduktan sonra sonunda önceden arayan depolama şirketinin önüne vardı.

Personel eşyalarını alçak kasalı bir el arabasıyla çıkardığında çok şaşırdı – sayısız kocaman kutu küçük bir dağ şeklinde yığılmıştı.

“Bir göz atıp doğrulayın, hepsi numaralandırılmış.” Çalışan ona bir liste uzattı.

Jiang Cheng kağıtları imzaladıktan sonra hızla hareket eden bir kamyon bulmak için dışarı çıktı ama sürücü kutuları araca taşımaya yardım etmek konusunda isteksizdi, para teklif etmiş olmasına rağmen. Jiang Cheng’in bir buçuk elini kullanarak kutuları kamyona kendi taşımak ve kaldırmaktan başka seçeneği yoktu.

Şu anda tüm vücudu dayanılmaz, ağrılı bir şekilde hassas hissediyordu – bir kavga on bin metre koşmuş gibi görünmesine neden olmuştu.

Bütün kutular yüklendikten sonra, sürücü yanına oturmasını söyledi ama biraz düşünmesine rağmen reddetti ve arkaya tırmandı.

Annesinin ne gönderdiğini görmek için daha fazla bekleyemiyordu.

Ailesinden ayrıldıktan sonra, annesi ona ne postalayacaktı…İçinde ne olduğunu gördükten sonra annesinin ne düşündüğünü daha net bir şekilde anlayabileceğini düşündü.

Kutular sıkıca kapatılmıştı. En ağır kutuyu açmak için bir bıçak kullandı.

Bütün kutu kitaplarla doluydu.

Satın aldığı romanlar ve çizgi romanlar, abone olduğu dergiler düzgün ve sıkı bir şekilde paketlenmişti. Jiang Cheng üst katmandan birkaç kitap çıkarıp aşağı, alt katmanlara baktığında kaşlarını çattı.

Orada lise giriş sınavı çalışma materyallerini gördü.

Karton kutunun kapağını kapattı, annesi büyük olasılıkla bir tanesini bile geride bırakmadan raftaki bütün kitapları göndermişti – altındaki kutu da kitaplarla doluydu.

Ne özellikle kitap okumayı seviyordu ne de raflarında çok fazla kitap vardı ama çalışma materyallerinin eklenmesi iki kutunun da ölü gibi ağır olmasına yetmişti – aynı şu anki ruh hali gibi.

Bir anlığına tereddüt ettikten sonra, yanındaki hafifçe daha küçük kutuyu da açtı.

İçinde küçük ıvır zıvırları ve oyuncakları, masasının üzerine ve çekmecesinin içine yayılmış şeyler, süsleme ve aksesuarlar, ilgi çekici küçük oyuncaklar, el sanatları, çalar saat, kalem kutusu, küçük çerçeveli aynalar, hatta eski, boş bir çakmak vardı.

Elleri birkaç kere sertçe yüzünü ovarken gözlerini kapattıktan sonra ellerini ağırlığı desteklemek için alnına yasladı, bir daha hareket etmek istemiyordu.

Etrafındakilere bakıldığında, annesi büyük ihtimalle geride pek fazla şey bırakmamıştı, muhtemelen o piyano dışında, geri kalanların hepsi tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ona postalanmıştı.

Bir süredir, kendini durmaksızın depresif, rahatsız, anlaşılması zor ve her şeyi kabul etmekten aciz hissediyordu. Nefret ve öfke vardı ama bu şeyleri gördüğü anda sadece geri dönülemez bir üzüntü hissetti.

Ailesiyle sürdürdüğü soğuk savaş, annesi ve babasının sövüp saymaları, doğduğu yere geri gönderilmesi hepsi kalbini kırık bırakmıştı. Ama bu şeyleri görmek, annesi tarafından sanki bir görevi bitiriyormuş gibi hiçbir ayrım yapılmadan ya da isteyip istemediğine bakılmadan ona gönderilen bu şeyler – onu en çok bu incitmişti.

Üzüntü onu diğer bütün hislerden daha güçlü vurdu, kaçınılmaz ve yoğun bir şekilde.

Sürücü arabayı durdurduğunda neredeyse ayağa kalkamıyordu.

Büyüklü küçüklü sayısız kutu kamyondan indirildi. Araç uzaklaşırken Jiang Cheng ayağının yanındaki kutuyu hafifçe tekmeledi ve iç çekti.

Jiang Cheng kutulara yaslanırken atık ürünleri toplayan üç tekerlekli bisikletli bir adam geçene kadar yoldan geçen yayalar tarafından ezilerek siyah, çamurlu bir pelteye dönüştürülen kara baktı.

“Bunlar iki kutu kitap.” Jiang Cheng kutuları işaret etti.

Adam baktı: “Kitaplara verdiğimiz fiyat kağıt atıklarla aynı.”

“Tamam, al onları.” Dedi Jiang Cheng.

Adam kitapları tarttıktan sonra, Jiang Cheng yine küçük oyuncaklarıyla dolu bir kutu açtı ve saklamayı istediği tek şeyi: büyük siyah sapanını dışarı çıkardı. Sonra sordu: “Peki ya bunlar?”

“Bakmama izin ver.” Adam kutuyu kabaca karıştırdı, daha iyi görmek için içindekileri çıkardı. “Bunlar oldukça işe yaramaz şeyler, fazla paraya satılamazlar… otuz yuan.”
*30 yuan = 35 TL

“Al onları.” Dedi Jiang Cheng.

“Elindeki şey daha fazla edebilir,” Dedi adam. “yirmi?”

“Bu satılık değil.” Jiang Cheng sapanı cebine koydu, adamın ne kadar kara yürekli olduğunu düşünüyordu, satın alınırken iki yüz değerinde olan bir eşya ama adamın ağzından sadece yirmi çıkabiliyordu?!

Giysilerinin bulunduğu iki kutu vardı, adam hala onları almakla ilgileniyordu: “Giysilere ne dersin?”

“Ne düşünüyorsun?” Dedi Jiang Cheng.

Adam hafifçe güldü, cebinden biraz kağıt para çıkardı ve yanında bir kartvizitle Jiang Cheng’e uzattı. “Eğer satmak istediğin başka şeylerin varsa, hemen beni ara ah, yakında yaşıyorum buraya hızlıca gelebilirim.”

“Elbette.” Jiang Cheng kartı ve parayı beraber cebine koydu.

İki kutu kıyafet onları eve taşırken iki kutu metal gibi geliyordu, aşırı derecede ağırdı.

Gerçi gerçekten ağır mıydı yoksa artık enerjisi mi kalmamıştı emin değildi.

Mucizevi bir şekilde odanın içinde tutabileceği iki kutu kıyafetle birlikte yatağının kenarına oturdu ve önündeki kutulara baktı.

Bu kadar çok şey ona büyük miktarda enerji ve para kullanılarak gönderilmişti ama sonunda atık ürünler gibi satılmışlardı. Jiang Cheng kahkahalarını tutamıyordu, ne kadar da zeki bir beyin, xueba.

Cebinden avuç dolusu kirli ve buruşuk parayı çıkardı, tamamı az miktarda olmasına rağmen çok görünüyordu.

Böylesine ağır, böylesine büyük kutular yalnızca birkaç küçük kağıt parçası haline gelmişti.

Böylesine ağır, böylesine büyük kutular yalnızca birkaç küçük kağıt parçası haline gelmişti
Cr

Cr. zhutile.lofter.com