Depolama rafının önündeki parlak kel kafa Gu Miao’ya aitti. Genç kızın kafası tamamen traş edildikten sonra, onun bir kız olduğunu anlamak imkansızdı – buna ek olarak, bir erkeğin grimsi mavi dolgulu ceketini giyiniyordu. Eğer gözleri olmasaydı, Jiang Cheng onun Gu Miao olduğunu anlayamazdı.
Gu Fei elinde elektrikli saç kesim makinesiyle Gu Miao’nun arkasındaydı, sigara ağzında gevşekçe salınıyordu. Jiang Cheng’i gördüğüne kısmen şaşırmış olmalıydı çünkü bir saniye önce hareket eden saç kesim makinesi şimdi tamamen durmuştu.
Bununla beraber, Gu Fei önceki günden tamamen farklı giyinmişti, üzerinde sportif bir kazakla rahat ve geniş gündelik bir pantolon vardı.
Fiziksel görünüşünden, kıyafetlerine ve sonra tavırlarına bakarak, bir kişi bakar bakmaz dört arkadaşından tamamen farklı türde bir insan olduğunu söyleyebilirdi –tümüyle göz alıcı- kalabalık bir insan yığınında anında ayırt edilebilecek türden.
Tüm bedeninden “Ben onların patronuyum” havası yayılıyordu.
Jiang Cheng her zaman görünüşünün onu kötü bir insan olarak tanıtmadığını düşünmüştü. Bazen hırçın tabiatı kendini bile korkutsa da, basitçe isyankar döneminin normaldan daha uzun sürdüğünü sanmıştı… Fakat bir şişe su almak için sakince beklediği bu durumda, kesinlikle zararsız görünüyordu.
Bu yüzden, küçük bir süpermarket gibi dekore edilmiş çeşitli mallar satan bu dükkanın içindeki insanların hepsi sessizliklerini korurlarken yüzleri “kavga mı arıyorsun” diyerek ona baktığında, tamamen şaşkın hissetti.
Bu süreçte, Gu Fei’nin ağzındaki sigaradan gelen kül yığını Gu Miao’nun kel kafasına düştü. Gu Miao külden kurtulmak için kafasını birkaç kere sıvazladı.
Jiang Cheng’in kendini bu insanların bakışlarıyla ilişkilendirmek gibi bir niyeti yoktu. Her zaman büyük olaylardan korkmayan bir genç adam olmuştu ve “nereye bakıyorsun” tipi bakışlardan korkmazdı, özellikle de ruh hali ve sağlığı eşzamanlı olarak nahoş olduğunda.
Rafın önüne yürüdü ve bir şişe içme suyu aldı.
Yukarı baktığında sadece Gu Fei’nin rafın yanına yürüdüğünü gördü ve iki cips kabının arasından sessizce birbirlerine baktıkları bir süreden sonra, Gu Fei “Hoş geldin.” Dedi.
“Ailenin dükkanı mı?” Jiang Cheng sordu.
“Evet.” Gu Fei onayladı.
“Ne tesadüf ama.” Dedi Jiang Cheng.
Gu Fei sessizleşti. Jiang Cheng de konuşmak istemiyordu zaten, bu yüzden elindeki suyu ileri geri fırlattı. Arkasına döndü ve kasaya yürüdü.
“İki kuai” Birisi tezgahın arkasına yürüdü ve eğilip Jiang Cheng’e bakmadan önce elini masaya yasladı.
Jiang Cheng ona bir bakış attı. Hala aynı yerde oturan dört kişilik Bu Shi Hao Niao takımı yerine, bu kişi biraz önce Gu Fei’nin yanında duran kişiydi.
Işık önceden loş olduğu için, açıkça görememişti, fakat şimdi lambanın altındaydı ve bu kişinin gerçekten çok güzel olduğunu farketti – genç bir kız gibi. Uzun ve dar gözlerinin bir kenara bırakılırsa, bu kişinin diğer özellikleri Gu Miao’nun kız kardeşiymiş gibiydi…Gu Fei onun erkek kardeşi olmasına rağmen.
Cebinden on kuai çıkardı ve ileri uzattı. Adam parayı aldı, kafasını eğdi ve yazar kasa makinesini birkaç kere dürttü. Sonra Jiang Cheng’e baktı. “Da Fei’nin arkadaşı mısın? Seni daha önce hiç görmemiştim.”
“Hayır.” Jiang Cheng ilacı çıkardı, ikiye böldü ve su şişesini açıp birkaç yudum almadan önce ilacı ağzına koydu.
“Hayır?” Adamın bakışları arkaya bakarken omzunun üzerinden geçti, sonra paranın üzerini masaya koydu. “Ha.”
İlacı içtikten sonra, Jiang Cheng yarısı içilmiş su şişesini kapının yanındaki çöp kutusuna attı, perdeyi kaldırdı ve dışarı çıktı.
“Hey, daha küçük bir şişe alsaydın daha iyi olurdu.” Adamın sesi arkasından süzüldü, “Çok müsrif.”
“…unuttum.” Dedi Jiang Cheng.
Doğru. Neden daha küçük bir şişe almadım ki? Bitirmedim bile.
Belki de vücudundaki ağrı hissi yoğunlaştığı içindi, ancak başı durmaksızın dönüyordu.
Giriş yolunun basamaklarında dururken, dükkana girmeden önce nereye gitmek istediğini hatırlayamadı…Geri gitmek? Nereye geri gitmek? Li Baoguo…hayır, yeni evine mi?
Evdeki kaba ortamı ve Li Baoguo’nun gök gürültüsü gibi horlamasını düşündüğünde, göğsünün tıkandığını hissetti ve hemen sonra, nefes alamadı…Hiç nefes alamıyordu.
Ondan önce karanlık, altın bir çiçek açmışçasına ortaya çıktı.
Jiang Cheng vücudunu kontrol edemedi ve dönen bir çuval gibi yere yığıldı, iç çekti – müthiş.
Gu Miao kel kafasına dokundu ve kaykayıyla kapıya yürüdü.
“Şapka.” Gu Fei yanındaki sandalyeden montunu alırken arkasından söylendi. Çok geçmeden cebinden üzerine küçük çiçekler işlenmiş yeşil örgü bir şapka çıkardı ve Gu Miao’nun kafasına attı.
Gu Miao şapkayı düzgün bir şekilde giyinebilmek için biraz aşağı çekti.
Başını eğdi ve kaykayını dükkandan dışarı sürükledi, fakat kısa süre içinde geri döndü ve ödeme tezgahına birkaç kere eliyle vurdu.
“Ne oldu?” Li Yan tezgahın üzerinden eğildi, Gu Miao’nun şapkasını çekti ve sonra Gu Fei’ye baktı. “Ona nasıl yeşil bir şapka* örebildin, hah…”
*Yeşil şapka-戴绿帽子lǜmàozi ‘yeşil şapka giymek’ Çin kültüründe giyen kişinin aldatıldığını gösteren bir metafor.
“Rengi kendi seçti.” Gu Fei elektrikli saç kesim makinesini kaldırırken cevapladı ve Gu Miao’ya baktı. “Sorun ne?”
Gu Miao kapıyı işaret etti.
“Köpek mi var?” Gu Fei sandalyeyi kenara tekmeledi, girişe yürüdü ve perdeyi kaldırdı.
Biraz önce bir şişe su alan ve yarısını içtikten sonra atan Bay Zengin, şu anda kapının dışındaki kaldırımda yatıyordu.
Yüzü doğa anayı kucaklıyordu.
“Hey” Gu Fei dışarı çıktı ve yerdeki kişinin bacağını hafifçe tekmelemek için ayağını kullandı ve o kişinin ismini bilmediği için, basitçe sordu: “İyi misin?”
Bay Zengin hareket etmedi, yerde olan yüze bakmak için eğildi, sadece burnunun yer tarafından dümdüz edildiğini görebildi. Uzandı ve rahat bir şekilde nefes alabilmesi için Bay Zengin’in kafasını dikkatlice yana yatırdı. Akabinde, kafasını çevirdi ve dükkana doğru bağırdı: “Hey! Burada biri bayılmış!”
Li Yan dışarı ilk çıkandı. Sahneyi gördüğünde, şoka girdi. “Bıçaklanmış mı?”
“Eğer bıçaklandıysa, onu bıçaklayan sen olmalısın.” Gu Fei, Bay Zengin’in yüzüne dokundu ve elinin yandığını hissetti. “Ateşi var.”
“Ateşin olduğu için bayılabilir misin?” Li Yan biraz şaşırmıştı. Arkasından gelen birkaç kişiye bakmak için döndü. “Ne yapmalıyız? 112’yi mi arasak?”
“Bu konuda endişelenme.” Liu Fan etrafa baktı.”Temkinli bir teyze bunu birazdan polise bildirir ve onlar kesinlikle bunu bizim yaptığımızı söyleyecekler. Daha dün dışarı çıktım…”
“Onu içeri sürükleyin.” Dedi Gu Fei.
“İçeri sürükleyelim… Onu tanıyorsun, değil mi?” Liu Fan sordu.
“Eğer sana onu içeri sürüklemeni söylerse, sadece içeri sürükle. Onu tanımasa bile, Da Fei şu anda onunla ilgileniyor.” Dedi Li Yan. “Eğer bir teyze bunu gerçekten ihbar ederse, polisin seni sorgulamayacağını mı düşünüyorsun, ha?”
“Sadece ateşlendiği için bayıldı, oyun yazarı olmadığınız için anne ve babalarınıza karşı mahcup hissetmelisiniz.” Gu Fei, Bay Zengin’i çevirirken konuştu. “Acele edin.”
Birkaç kişi geldi ve genç adamı dükkana taşıdı ve çok geçmeden Gu Fei’nin normalde dinlendiği küçük odaya attı.
“Bu yatakta daha önce hiç yatmadım.” Li Yan herkes dışarı çıktığında sert bir şekilde cıkladı. “…buna rağmen rastgele, zayıf bir piç keyfini çıkarıyor.”
“Dışarı çık ve yere kapaklan, o zaman acilen bu yatakta yatmana izin vereceğim.” Dedi Gu Fei.
“Utanmazsın.” Li Yan sertçe cevapladı.
“En çok sen utanırsın zaten.” Gu Fei onu itti. “Şimdi, dışarı çık.”
“Hey.” Li Yan hareket etmeyi reddetti, sonra kafasını çevirdi ve fısıldadı. “Seninle arkadaş olmadığını söylememiş miydi?”
“Evet.” Gu Fei kapıyı kapatmadan önce sendelemesine yetecek kadar güç harcadı. “O dün Er Miao’yu bulan kişi.”
“Er Miao’yu mu buldu?” Li Yan hayrete düştü. “Ne tesadüf.”
Gu Fei kasanın arkasına otururken ve telefonunda oyun oynarken onu görmezden geldi.
“Çok yakışıklı.” Dedi Li Yan alçak bir sesle ve tezgaha yaslandı.
Gu Fei ona baktığında, arkasını döndü ve tamamen konuşmayı kesti.
Gu Miao yürüdü ve elini açarak Gu Fei’nin önüne uzattı, parmaklarını tekrar tekrar açıp kapatıyordu.
“Sadece yiyorsun. Bu iki ay içinde ne kadar tombul olduğuna bak, artık kimse seninle oynamak istemiyor.” Gu Fei cüzdanından on kuai çıkardı ve eline bıraktı. “Yüzün şimdi yusyuvarlak.”
Gu Miao ona aldırmadı. Kafasını eğdi ve parayı cebine koydu, ondan sonra kaykayıyla dışarı çıkmadan önce birkaç kere cebini pışpışladı.
” Sebebi onun parlak kel kafası – şişman olup olmaması farketmiyor, kimse onunla oynamayacak.” Li Yan iç çekti.
“Kafası kel olmasa da, kimse onunla oynamayacak.” Gu Fei oyununu oynamaya devam etti, “Küçüklüğünden beri asla arkadaşı olmadı. Kim dilsiz biriyle arkadaş olmak ister ki?”
“Öyle söyleme.” Liu Fan başka kelimeler önerdi. “Aslında dilsiz değil, sadece konuşmuyor. Bu ciddi bir şey değil.”
“Ay, eğer böyle devam ederse gelecekte ne olacak?” Li Yan tekrar iç çekti. “Okul basit bir mesele – eğer gitmek istemezse gitmek zorunda değil, fakat sadece Da Fei ile konuşma alışkanlığı, sonrasında…”
“Dünya muhtemelen senin endişelerin sayesinde yok edilmiyor.” Gu Fei onun sözünü kesti. “Nobel Barış Ödülü için başvuruda bulunmalısın.”
“Siktir.” Li Yan, Liu Fan’a doğru yürürken masaya vurdu, bir sandalye çekti ve oturdu.
Dükkan sessizliğe büründü. Liu Fan ve kaloriferin yanında oturan diğerleri donuk gözlerle uyukluyorlardı. Yüz kasları gevşediği için aşağı sarkıyordu ve bu oldukça korkutucu bir görüntüydü. İçeri girmek için perdeleri kaldıran ard arda üç müşteri de, onlara tek bir bakış attıktan sonra içeri girmekten vazgeçmişti.
“Siz beyler.” Gu Fei masayı tık tıkladı “Sadece gidin.”
“Nereye gidelim?” Li Yan sordu.
“Gidip etrafta dolaşın.” Gu Fei basitçe cevapladı.
“Dışarı çıkmak istemiyorum.” Liu Fan vücudunu esnetti, “Çok soğuk ve gidecek hiçbir yer yok.”
“Siz beyler, içeri giren tüm insanları korkutuyorsunuz.” Dedi Gu Fei sigarasını yakıp ağzında tutarken.
“İçeri giren ilk insanı senin için sürükleyeceğim.” Liu Fan gülmeye başladı. ” Sana garanti ediyorum tek bir kişi bile kaçamayacak.”
“Acele et ve defol!” dedi Gu Fei. “Çok rahatsız edici.”
“Defol, defol, defol.” Liu Fan cıkladı ve diğerlerinin sandalyelerini tekmelemeden önce ayağa kalktı. “Genç Efendi Gu tekrar keçileri kaçırdı, bir bıçak alacak ve şimdi bir saniye içinde hepimizi kesecek.”
Bazıları hareket etmeye isteksizdi, fakat yine de ayağa kalktılar. Kabanlarını giyinip dışarı çıkarken fısıldaşıyor ve sızlanıyorlardı.
Li Yan en sonunda diğerlerini takip etti. Dışarı çıkmaya hazır olduğunda, arkasına döndü ve konuştu. “İçerde hala bir kişi var, onu kovmayacak mısın, ha?”
Gu Fei ona bakarken ses çıkarmadı.
O da başka bir şey söylemedi, perdeyi kaldırdı ve dışarı çıktı.
Sigarasını içtikten sonra, Gu Fei saate baktı ve Bay Zengin’in neredeyse yirmi dakikadır yattığının farkına vardı. Genel bayılma usulüne göre, biri sadece birkaç dakika içinde uyanmış olmalıydı.
Kapıyı itti ve içeri baktı – Bay Zengin hala uyanmamıştı. Gözleri hala kapalıydı öncekiyle aynı pozisyonunu koruyordu.
“Hey,” Gu Fei onu itmek için yanına gitti. “Burada ölme. “
Bay Zengin hala kımıldamıyordu.
Gu Fei bir süre daha ona baktı.
Bay Zengin’in yüzü hafifçe kirli olsa da, yakışıklılığının perdelenmesi zordu ve hafifçe sarkık gözlerinin köşesi kelimenin tam anlamıyla küstah görünüyordu.
Karşılaştığı kimseyi sevmeme standardına dayanarak bile, çocuk oldukça yakışıklıydı. Sadece bir gün önceki tanışmalarında, vücudunun her yerinden yayılan alaycı havadan hoşlanmamıştı, alaycılığı nispeten ince olsa da, hala hissedilebiliyordu.
Birkaç dakika daha baktıktan sonra, yorganı kaldırdı ve Bay Zengin’in cüzdanını bulana kadar ceplerini karıştırdı. Kimlik kartı, birkaç üyelik kartının yanına yerleştirilmişti.
Jiang Cheng.
Cüzdanını geri koydu, sonra Bay Zengin’in kulağına eğildi ve bağırdı: “Hey!!”
“Hmm” Bay Zengin sonunda kıpırdandı. Yumuşakça inledi, bu kulağa hoş gelmiyordu.
Gu Fei yatak başlığını tekmeledi, arkasını döndü ve odadan çıktı.
Jiang Cheng ona ne olduğunu bilmiyordu.
Gözlerini açtığında, hafızasını kaybetmiş gibiydi. Ben kimim ve neredeyim?
Bir süre sonra, hatırladığı son sahne yüzünün aşırı kirli zeminle ve üzerine basılmaktan bulamaç haline gelmiş karla doğrudan temas etmesiydi.
Ben gerçekten bayıldım mı? …Hayatım boyunca bunun başıma geleceğini hiç düşünmemiştim.
Oturdu, bedenini saran yorganı kaldırdı ve aşağı bakıp çamurlu kıyafetlerini gördüğünde, çabucak yorganı yukarı çekti ve inceledi. Yorganın bazı kısımları çamurlanmıştı ve birkaç kere hafifçe vurmasına rağmen, çamur dökülmedi.
Tam yorganı ovalamak için su bulup bulamayacağını düşündüğü anda, duyuları aniden geri döndü.
Ben kimim? Jiang Cheng.
Neredeyim? Bilmiyorum.
Oldukça küçük temiz bir oda – Li Bao Guo’nun ona verdiğinden yüz kat daha temiz. Yorganı kenara koydu ve açık kapıya doğru yürüdü.
Jiang Cheng dışarıdaki üç sıra rafı gördüğünde, en sonunda hala Gu Fei’nin dükkanında olduğunu fark etti.
“Uyanmışsın.” Gu Fei kasanın yanındaki tezgahtan ona baktı ve sonra kafasını eğip telefonunda oyun oynamaya devam etti.
“Evet.” Jiang Cheng kıyafetlerindeki çoktan kurumuş olan çamuru hafifçe silkeledi. “Teşekkür ederim.”
“Önemli değil.” Gu Fei telefonuna baktı. ” Mesele şu ki, eğer seni içeri getirmeseydim sorun olurdu.”
“Oh,” Jiang Cheng küçük odanın içine bakmak için kafasını çevirdi. “Yorgan…kirlendi.”
“Arkada lavabo var.” Dedi Gu Fei. “Sadece gidip yıka.”
“Ne?” Jiang Cheng kısmen kızgın hissederek boş gözlerle baktı, fakat Gu Fei’nin mantığında herhangi bir hata olmadığı için uygun bir başlangıç bulamadı.
“Yıkamak istemiyorsan o zaman neden soruyorsun.” Gu Fei’nin bakışları en sonunda telefondan ayrıldı ve Jiang Cheng’in yüzüne indi.
Jiang Cheng konuşmadı ve doğrudan ona baktı.
Başlangıçta, Gu Fei onu odasına getirdiği için çok minnettardı fakat Gu Fei’nin şu anki tavırları ona minnettar olmayı zorlaştırıyordu. Bayıldıktan sonra kendini iyi hissetmediği için sinirlenemedi.
Bir süre bakıştıktan sonra, Gu Fei başını indirdi ve telefonunda oyun oynamaya devam etti.
Jiang Cheng arkasını döndü ve dışarı çıktı.
Dışarıda güneş tamamıyla inanılmazdı; kuzey rüzgarından farklı olarak ılıktı fakat hala kış olduğu için çok etkili değildi.
Başı inanılmaz derecede ağrıyordu. Jiang Cheng cebinden bir kayak şapkası çıkardı ceketinin kapüşonuyla beraber kafasına geçirdi. Saate baktı; bayılması ve uyanması arasında kabaca yarım saat geçmişti. Fena değil, fazla zaman boşa gitmemiş.
Her ne kadar ne yapacağını bilmiyor olsa da.
Kaldırımın kenarında durdu ve yolun iki tarafına da baktı. En sonunda, bir süre daha yürüyüşe devam etmeye karar verdi ve yol ayrımına geldikten sonra geri döndü.
Geri dönüp Li Bao Guo’nun horlamalarını dinlemek istemiyordu, ama kıyafetlerini değiştirmek zorundaydı.
Çamurlu karın üzerinde adım atarken, birdenbire kendini biraz yalnız hissetti.
Geçmişte, bunun gibi dışarda dolaştığı, bazen birbirini takip eden günler boyunca eve dönmediği birçok gün olmuştu. Yine de, hiçbir zaman şu an hissettiği gibi yalnız hissetmemişti.
Ve neden olduğunu bilmiyordu.
Belki, terk edilmekten ve sürgün edilmekten kaynaklanan yoğun kayıp hissinden dolayıydı. Belki, garip ve viran haldeki çevreden dolayıydı. Belki etrafta arkadaşı olmamasından, belki… de sadece hasta olduğu içindi.
Telefonu birdenbire çaldığında, Jiang Cheng bakmak için çıkardı – bu Yu Xin’ den bir mesajdı.
-Pişmanım.
İç çekti ve cevap yazdı.
-Güçlü ve cesur bir insan genellikle sözlerinde kararlıdır.
Yu Xin tekrar cevaplamadı. Küçük düştüğü için kızgın olduğundan dolayı mı, yoksa bir kez daha patlamak için daha uygun bir fırsat bulma umuduyla şimdilik geri çekildiğinden dolayı mı, olduğunu kim bilebilirdi ki.
Telefonunu tekrar cebine koydu ve burun köprüsünü sıktı.
Buna daha önce dikkat etmemişti fakat şimdi köprüsünden ucuna kadar yoğun ağrının burnunu ele geçirdiğini hissetti. Bunun düştüğü ve burnunun güzel yeri öptüğü zamandan kaynaklandığını tahmin etti.
Cık.
Ellerini tekrar cebine koymadan önce hiçbir yerinin kırılmadığından emin olmak için burnunu köprüsünden ucuna kadar dikkatlice sıktı.
İleriye doğru birkaç adım atarken ileride aradığı yol ayrımı olması gereken, çok küçük bir kavşak gördü.
Bakışlarını geri çekemeden önce, kavşağın köşesinden rüzgar gibi esen yeşil bir kafa uçtu.
Jiang Cheng yeşil kafalı insanın kaykayla kayan Gu Miao olduğunu gördüğünde, Gu Miao yanından yüzünü bile açıkça göremeyeceği kadar hızlı bir şekilde geçmişti.
Kaykaylı kız ha.
Bu kadar havalı genç bir kızın saçının tamamen kazınmasının şanssızlık olduğunu düşünerek arkasına baktı.
Gu Fei’nin gerçek ağabeyi olup olmadığını kim bilebilirdi? Saçları tamamen karmakarışık olsa da, bir kuaför bulup saçlarını daha kısa bir stille değiştirmek o kadar mı zordu? Hepsini kazımak zorunda mıydın? Yılın en soğuk zamanındayız…Ve yeşil bir şapka, ah?
Jiang Cheng görüşünün buğulu olup olmadığını görmek için bir kez daha arkaya baktı fakat Gu Miao çoktan sadece siyah bir benek halini alana kadar uzaklaşmıştı.
Kafasını geri çevirmeden önce, kavşaktan üç bisikletli uzaklaştı.
Bisikletler o kadar hurdaydı ki, tekerler döndükçe metalik yapı tangırdıyordu, yine de aşırı hızlı gidebiliyorlardı.
“Kahretsin, çok hızlı kaçtı!” Takırdayan bisikletteki kişi bağırdı.
Kelimelerin ardındaki anlamı duyan Jiang Cheng afalladı… Gu Miao tekrar mı zorbalığa uğruyor?
Sempati duyacak zamanı yoktu, sadece açıklanamayacak şekilde tedirgin hissetmişti.
Ne biçim berbat bir yer burası?!!
“Yeni” evine döndüğünde, Li Baoguo hala uyuyordu, ama çok fazla horlamıyor ya da hırıldamıyordu. Yine de, Jiang Cheng eve girdikten sonra, öksürmeye başladı ve durmaksızın devam etti – öksürükler kalbini ve ciğerlerini parçalamış gibi görünüyordu.
Li Baoguo’yu iki kere kısaca incelemekten kendini alamadı, ama gözleri hala kapalıydı ve mışıl mışıl uyuyordu.
Uyurken öksürmek Jiang Cheng’in sahip olduğu bir beceri değildi, çünkü uyurken öksürdüğünde mutlaka uyanıyordu. Bu muhtemelen Li Baoguo’ya has bir beceriydi.
Kıyafetlerini değiştirdikten sonra, Jiang Cheng bavulundan bir tane havlu aldı ve kirli kıyafetlerini temizlemek için ıslattı.
Sonra şaşkınlıkla yatağa oturdu.
Ne yapacağını bilmiyordu.
Yan odada uyuyan Li Baoguo’nun öksürükleri kesildi, fakat horultusu tekrar başladı.
Kendi hislerini tanımlayamıyordu. Bu kişi onun gerçek babasıydı ve… damarlarında aynı kan dolaşıyordu.
Aslında böyle bir ailede doğmuştu ve ailedeki diğer kişilerle tanışmamış olsa da, Li Baoguo daha şimdiden büyük harflerle yazılmış bir uyarı işaretiydi.
Bir süre için, kendine bu problem hakkında düşünmekten kaçınma şansı vermişti. Fakat şimdi burada oturuyordu, evin içine ya da dışına baksa da gözleri çürüme sahneleriyle doluydu – hiçbir şey yapılamazdı, kelimenin tam anlamıyla bundan kaçınmanın yolu yoktu.
Uzun zaman önce, annesi ve babasıyla evlat edinmeyi tartışmıştı.
Bu önemli değildi. Bazı şeyler insanın kemiklerine o kadar derinden kazınmıştı ki, bir zamanlar nazikçe verilen sevgi ve yetiştirmenin bile hiçbir şekilde üstesinden gelinemiyordu.
Annesi ve babasının o zaman ne cevap verdiğini hatırlamıyordu, sadece kendi kelimelerini hatırlıyordu. Şimdi o kelimelerin her biri yüzüne inen keskin bir tokat gibiydi.
Bilmeliydi… Küçük kardeşinin kişiliği aynı ailesininki gibiydi – kuralcı, nadiren konuşan ve sessizce kitap okumayı seven. Fakat Jiang Cheng -de fazla konuşmasa da- tam tersiydi…
Komşuları bile gerçek bir aile gibi görünmediklerini söylemişti.
Doğru, bu vücuduna yazılı uyumsuzluktu.
Li Baoguo aniden öksürdü. Sanki ciddi bir şekilde boğuluyor gibiydi ve o kadar uzun sürdü ki Jiang Cheng bu sefer mutlaka uyanık olması gerektiğini düşündü. Dakikasında aralıksız olarak küfür ettiğini duydu.
Bir süre sonra, horlama sesleri bir kez daha başladı.
Jiang Cheng aniden korkuya kapıldı.
…güçlü bir boğulma duygusuyla mühürlenmiş bir korku.
Ayağa kalktı ve anahtarları almak için oturma odasına gitti, böylece muayene olmak için bir hastane bulmadan önce dışarı çıkıp bir kopyasını oluşturabilirdi. Bütün vücudu rahatsız hissediyordu, ateşi olmalıydı.
**********
Gu Fei dükkanın dışında, çiçekler ve çalıların yanında çömelmiş bir şekilde, Gu Miao’nun soğuktan kızarmış yüzüyle, göz kamaştırıcı bir hızla önünden üçüncü kez geçişini izliyordu.
Dördüncü kez geçtiğinde, Gu Fei elini ona doğru salladı. Gu Miao, aniden döndü ve Gu Fei’nin önünde yavaşça durdu.
“Eve yemeğe gitme zamanı.” Gu Fei ayağa kalktı. “Git ve eşyalarını düzgün bir şekilde kenara koy.”
Gu Miao kaykayını dükkana sürükledi.
Gu Fei bir sigara yaktı ve öğle yemeğinde ne yiyecekleri üzerinde düşündü.
Bir dakika sonra, dükkanın içinden Gu Miao’nun çığlığı duyuldu.
Birdenbire sigarayı attı, ayağa kalktı ve hızla dükkana koştu.
Çığlık arkadaki banyodan geliyordu. Arka kapıdan dışarı çıktı ve banyonun kapısını açtı. Sadece Gu Miao’nun gözlerini elleriyle örtmüş, lavabonun önünde aralıksız çığlık attığını gördü.
Gu Fei elini uzattı ve musluğu kapattı. Sonra Gu Miao’yu yerden kaldırdı ve sırtını yumuşakça sıvazlayarak sırtında banyodan çıkarttı. “Şşş… sakin ol. Su yok, su yok…”
Gu Miao’nun çığlığı Gu Fei’nin boynuna sarılıp omzuna yaslandığında durdu ve sonra fısıldadı: “Açım.”
“Ben de açım.” Gu Fei bir eliyle Gu Miao’nun elini tutarken diğer eliyle de kaykayını yerden aldı. “Hadi gidip ziyafet çekelim.”
cr @ 机申没充电