SAYE 2. Bölüm

Share

Annesinin söylediklerine göre… Jiang Cheng aniden bunun biraz tuhaf olduğunu hissetti. Düşünce treni aniden tuhaflaşmıştı ve sözler ne olursa olsun bir an önce unutulabiliyordu.

Hayatının geçen on yılında, bir aileye ve ebeveynlere sahip olmak bildiği tek şeydi. İlişkileri iyi ya da kötü olsa da annesi her zaman Shen Yi Qing adındaki kadın, babası Jiang Wei adındaki adam, küçük kardeşi de hep soğuk davranan biri olmuştu…ve şimdi aniden, sette başka ilaveler vardı, Li Bao Guo ve…çoktan unuttuğu birkaç isim daha.

Doğrusu buna kafasını takmıyordu.

Ailesiyle olan ilişkisi kesinlikle gerilimle çevrelenmişti, ebeveynleri de küçük kardeşi de tek bir konuşmayla tutuşuyorlardı. Eskiyi düşündüğünde, kardeşiyle neredeyse bir yıldır konuşmamıştı ve genelde sakin ve ılımlı olan annesi bile çoğu kez kontrolünü kaybediyordu.

Bu durum ortaokula başladığı zamandan liseye kadar sürse de – genellikle asla eve dönmemek ve ebeveynlerini görmemek üzerinde düşünüyordu.- çoktan kalıplaşmış gibi görünen ebeveynlerini görmeme düşüncesi… gözlerinin önünde gerçekleşen bir dilek gibi başına geldiğinde, yine de sarsılmış hissediyordu.

Sadece sarsılmış.

Tümüyle sarsılmış.

Annesi “Sana söylemem gereken bir şey var.” dediğinden beri, birkaç ay soğuk savaş ve formalitelerle geçmişti. Şimdi bile, başına gelen her şey anlaşılamayan bir rüya gibi hissettiriyordu.

Çoğu zaman, kendini üzgün ya da ıstırap içinde hissetmiyordu.

Var olan yalnızca kafa karışıklığıydı.

“Soğuk?” Li Bao Guo etrafında döndü ve sormadan önce birkaç kere öksürdü, “Burası geldiğin yerden daha soğuk, değil mi?”

“Evet.” Jiang Cheng yüz maskesinin arkasından cevapladı.

“İçeri girdiğimizde sıcak olacak.” Dedi Li Baoguo. Ne yazık ki, sonra tükürüklerinin Jiang Cheng’in yüzüne saçılmasına sebep olacak kadar hızlı ve sert bir şekilde öksürdü. “Özellikle senin için bir oda hazırladım ve temizledim.”

“Teşekkür ederim.” Maskesini yukarı çekerken cevapladı.

“Aramızda teşekkür edecek ne var.” Li Baoguo Jiang Cheng’in sırtını birkaç kere sıvazlarken aynı zamanda hem öksürdü hem de sırıttı. “Bizim gibi baba ve oğullar arasında teşekküre gerek yok.”

Jiang Cheng cevap veremedi. Sırtına atılan iki saplak bilhassa güçlüydü. Başta, ciğer dolusu soğuk havayı içine çekti ve öksürmek istedi, Li Baoguo’nun öksürdüğünü duyduğunda, daha da çok öksürmek istedi. İki şaplakla daha, basitçe yere eğildi ve gözlerinden yaş geleceği noktaya kadar vahşice öksürdü.

” Bedenin o kadar da mükemmel değilmiş ha.”Li Baoguo ona baktı. “Egzersiz yapmalısın. Ben senin yaşındayken ayı kadar güçlüydüm.”

Bir kez daha Jiang Cheng cevap vermeyi reddetti. Bunun yerine, hafifçe eğildi ve adama başparmaklarını yukarı kaldırırken kolunu kendine çekti. Li Baoguo neşeli bir şekilde gülmeye başladı. “Egzersiz. İlerde bana bakman için sana güveniyorum!”

Bunu duyduğunda Jiang Cheng sırtını dikleştirdi ve ona bakış attı.

“Hadi gidelim.” Li Baoguo sırtına bir kere daha vurdu.

“Bana dokunma.” Jiang Cheng kaşlarını çattı.

“Oh?” Li Baoguo dondu, epeyce yuvarlak gözleriyle ona baktı. “Ne?”

Jiang Cheng maskesini indirmeden önce bir saniyeliğine ona göz attı “Sırtıma vurma.”

Li Baoguo’nun evi iki tarafında da her türden dükkanın bulunduğu eski ve küçük bir caddede bulunuyordu. Dükkanlar eskilerdi ancak aynı zamanda da yaşamın canlılığı ve çeşitliliği ile doluydular.- yiyecek, giyecek ve günlük bakım ürünleri satan dükkanların üzerinde alçak apartman binaları yerleşmişti.

Jiang Cheng yukarıda kesişen birçok elektrik telinin arkasından duvarı görmek için kafasını kaldırdı. Dış duvarların orijinal rengini yorumlamak imkansızdı, özellikle de karanlık kasvetli rengin gökyüzünden mi geldiğini yoksa normalde de öyle olup olmadığını.

Duygularla dolu bir kalple, Li Baoguo’yu koridor boyunca takip etti. Birkaç çeşitli nesneyi, sebze yığınını geçtikten sonra birinci katın en iç tarafındaki kapının önünde durdular.

“Buradaki çevre daha önceden yaşadığınla kıyaslanamaz.” Li Baoguo kapıyı açmaya çalışırken konuşmaya devam etti. “Ama benim olan senindir!”

Jiang Cheng koridordaki örümcek ağıyla çevrelenmiş ampulü gördüğünde hiçbir şey söyleyemedi. Ampulün onu nefes alamayacak kadar boğduğunu hissediyordu.

“Benin olan ne varsa senindir!” Li Baoguo kapıyı açtı, arkasına döndü ve omzunu sertçe sıvazladı. “Senin olan benimdir! Bu baba ve oğlun ilişkisi.”

“Bana dokunmamanı söylemiştim.” Jiang Cheng oldukça sinirli bir şekilde konuştu.

“Whoa!” Li Baoguo odaya girdi ve ışığı açtı. “Gerçekten şımarıksın, büyüğünle böyle konuşuyorsun. Sana söylememe izin ver, ağabeyin ve ablanı asla şımartmadım. Burada büyümüş olsaydın seni döverek düzeltirdim…Gel, bu odada uyuyacaksın…bu oda önceden ağabeyinindi…”

Jiang Cheng bavulunu odaya sürüklerken Li Baoguo’nun ne söylediğini dinlemiyordu. Apartmanın sadece iki yatak odalı olduğu görüldüğünde, insan büyük bir ailenin bu kadar küçük bir yerde nasıl yaşadığını merak ediyordu.

‘Temiz ve ayarlanmış’ olması gereken oda… muhtemelen o kadar da temiz değildi. Biri içeriye bakmadan sadece kokuyu koklayarak, havadaki toz parçacılarının hafif bir küf tadıyla iç içe geçtiğini anlayabilirdi.

İçeride eski bir giysi dolabı, bir çalışma masası ve üst katında çeşitli ıvır zıvırın bulunduğu bir ranza vardı. Yine de alt katında temiz çarşafla yeni yıkanmış bir yorgan vardı.

“Eşyalarını buraya bırak ve yarın düzenle.” Li Baoguo devam etti. ” Baba ve oğul bir şeyler içelim.”

“Ne içelim?” Jiang Cheng boş bir şekilde baktı ve telefonuna anlık bir bakış attı; saat neredeyse on olmuştu.

“Alkol” Li Baoguo ona baktı. “Birbirimizi on yıldan fazladır görmedik. Bu vesileyle kutlamak için bir şeyler içmemiz çok doğal!”

“…Hayır.” Jiang Cheng’in biraz dili tutulmuştu. “İçki içmek istemiyorum.”

“İçmek istemiyor musun?” Li Baoguo’nun gözleri büyüdü. Jiang Cheng’e birkaç saniye dikkatlice baktıktan sonra, gözleri kısıldı ve bunun yerine bir gülümseme belirdi. “Daha önce hiç içki içmediğini söyleme. Çoktan lisedesin…”

“İçmek istemiyorum.” Jiang Cheng sözünü kesti. “Uyumak istiyorum.”

“Uyumak mı?” Ji Baoguo donakaldı, böyle bir talebe biraz şaşırmıştı. Buna rağmen daha fazla sorgulamadı. Onun yerine kısık bir sesle bazı kelimeleri söylerken arkasını döndü. “Elbette, elbette ,elbette, uyuyabilirsin, uyu.”

Jiang Cheng odasının kapısını kapattı ve elbise dolabına yürümeden önce beş dakika boyunca ayakta durdu.

Elbise dolabının kapısı açıldığında, duyularına saldıran naftalinin güçlü kokusuyla felç oldu. İki kapılı dolap yorganlar, battaniyeler, pamuk dolgulu eski ceketler ve yanlarından püsküller gibi akan saçakları olan havlularla yarıya kadar doluydu.

Bu zihin durumunu ifade etmek zordu. Jiang Cheng evine ve birkaç saat uzakta yaşayan aile üyelerine özlem duymayacağı konusunda umutluydu. Yine de, dürüst olmak gerekirse odasını özlemeye başlamıştı.

Bavulundan rastgele birkaç giyim eşyası çıkardı ve diğerleri bavulun içinde dolabın altına itilmişken asmaya başladı. Ondan sonra bir şişe parfüm aldı ve kapağı kapatmadan ve yatağa oturmadan önce çok sayıda kez dolabın içine püskürttü.

Telefonu çaldığında, sadece ekranda ‘anne’ yazdığını görecek şekilde dışarı çıkardı; bu telefona cevap vermesini sağladı.

“Vardın mı?” Annesinin sesi diğer taraftan duyuldu.

“Evet.” Jiang Cheng cevapladı.

“Koşullar buradaki evdeki kadar iyi değil.” Annesi sade bir şekilde ifade etti. “Muhtemelen alışmak için biraz zamana ihtiyacın olacak.”

“Gerek yok.” Dedi Jiang Cheng.

Annesi bir saniye durakladı. “Xiao Cheng, umarım hala hissetmezsin…”

“Hissetmem.”

“Bu on yıl içinde, sana adaletsiz biçimde davranmadık. Baban ve ben evlat edinildiğini öğrenmene izin vermedik, değil mi?” Annesinin sesi, genelde orada olan sertliğin tınısını taşıyordu.

“Yine de ortaya çıkardım.” Dedi Jiang Cheng. “Ve evden kovuldum.”

“Babanın yeni yıl arifesinde senin yüzünden hastaneye kaldırıldığını unutuyorsun! Hala taburcu olmadı!” Annesinin sesi yükseldi.

Jiang Cheng cevap vermedi. Babasının zatürre yüzünden hastaneye yatmasının kendisiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu anlayamıyordu.

Ve annesinin sonradan söylediği şeyi mucizevi bir şekilde duymamıştı. Bu onun becerisiydi – duymak istemediği şeyler ne olursa olsun beynine girmezdi.

Annesinin sert ama amaçsız eleştirisi ve tamamen etkisiz olduğunu düşündüğü bu konuşma, kendini kaybetmesini sağlayan mühürdü.

Dinlemek istemedi. Bu yabancı ortamda bütün vücudunu rahatsız hissettiren bir tartışmaya girmek istemedi.

Konuşma bittiğinde, söylenen şeyleri hatırlayamıyordu. Annesinin ne söylediğini, kendinin ne söylediğini ,hepsi unutulmuştu.

Duş almak istiyorum. Jiang Cheng kalktı ve kapısını açmaya gitti. Oturma odasına baktığında orada kimse yoktu.

Boğazını temizledi ve birkaç kere öksürdü ama yine de kimse cevap vermedi.

“Burada…mısın?” Oturma odasına girdi, Li Baoguo’ya nasıl seslenmesi gerektiğinden emin değildi.

Oda çok küçüktü – oturma odasında ayakta duran biri kolaylıkla yatak odasının, mutfağın ve banyonun kapılarını görebilirdi. Li Baoguo odada değildi.

Muhtemelen kart oynamaya gitmiştir. O kavşaktan birini almak yerine birkaç tur daha kart oynamaya devam eden türde biri.

“Hadi – hadi kart oynayalım ah –daha çok zaman var.” Jiang Cheng banyo kapısını iterken şarkı söylüyordu. “Hadi –hadi banyo yapalım-her neyse…”

Banyoda su ısıtıcı yoktu.

“Her neyse…” Arkasına dönüp banyoya bağlı mutfağa bakarken şarkı söylemeye devam etti. Orda da su ısıtıcı yoktu; sadece musluğa bağlı elektrikli ısıtıcı vardı. “Her neyse…”

Artık şarkı söyleyemiyordu. Gerçekten su ısıtıcı olmadığını kanıtlamak için odanın etrafında rastgele birkaç kere döndükten sonra , kalbinin sıkıştığını hissetti. Eli musluğa çarptı. “Sikeyim!”

Bütün gün dışarda dolaştıktan sonra, duş almadan uyuması mümkün değildi.

Sonunda, odasına dönüp bavulunu çıkarmaktan başka seçeneği yoktu. Katlanabilir bir kova çıkardı ve banyoya kova kova su taşıdı, bu süre boyunca üstünde sadece iç çamaşırları vardı. İleri geri gitmek, kendini yarı sürtmek ve yarı yıkamak, en sonunda yıkanmayı bitirdi.

Banyodan çıkarken, bir hamamböceği ayağının yanından geçi. Korunmak için zıpladı, neredeyse kafasını kapıya çarpıyordu.

Jiang Cheng odasına döndüğünde ve kendini uyumak için zorlamaya çalıştığı için ışığı kapattığında, odada perde olmadığını fark etti. Dışarıyı görememesinin sebebi camın iğrenilecek kadar pis olmasıydı.

Yorganı üzerine çekti, tereddüt etmeden, koklamak için köşesini çekiştirdi. Temiz olduğu kanıtlandıktan sonra, rahatlamayla iç çekti ama doğrusunu söylemek gerekirse iç çekme havasında bile değildi.

Jiang Cheng gözlerini yarım saatten daha uzun süre kapalı tuttu, buna rağmen, gözleri biraz hassas olsa da uykuya yenik düşmüyordu. Tam sigara içmeyi düşündüğü sırada, telefonu çaldı.

Tek bir bakışla eline aldı, ona mesaj atan Pan Zhi’ydi.

_ Siktir, gittin mi? Neler oluyor?

Jiang Cheng bir sigara yaktı ve Pan Zhi’nin numarasını tuşladı. Sigara ağzında sallanırken, açmayı düşünerek pencereye doğru yürüdü.

Ne yazık ki, pencere toz ve pasla örtülüydü. Bir süre kıpırdandı, Pan Zhi çoktan telefona cevap vermiş olsa da, pencere bir parça bile hareket etmemişti.

“Cheng?” Pan Zhi’nin sesi iş üzerindeki bir hırsızmışçasına kısıktı.

“Siktir.” Jiang Cheng’in parmağı tanımlanamayan bir cisim tarafından delinmişti. Kaşlarını çattı ve kendine söz verdi, pencereyi açma düşüncesinden bile vazgeçti.

“Nasılsın?” Pan Zhi’nin sesi hala kısıktı. “Bugün Yu Xin’den, ayrıldığını duydum. Ayrılırken söyleyeceğini söylememiş miydin? Seni görmek için bir yığın hediye bile almıştım.”

“Kargoya ver.” Jiang Cheng montunu giydi ve ağzındaki sigarayla oturma odasına girdi. Kapıyı açtığı ve dışarıya bir adım attığı anda, evin anahtarına sahip olmadığını hatırladı. Geri çekilmekten başka şansı yoktu, evden çıkmak yerine oturma odasındaki pencereyi açtı.

Ruh hali şiddetli bir rüzgar fırtınası kadar korkunçtu. Bir parça daha öfkelendiği taktirde, tamamen öfke ve sıkıntıyla savaş şarkılarının dizeleri şeklinde patlayacaktı.

“Hala orda mısın?” Pan Zhi sordu.

“Evet.” Jianf Cheng pencerenin pervazına yaslandı ve caddenin oniks renkli karanlığını izledi.

“Peki , o nasıl? Biyolojik baban nasıl biri?” Pan Zhi tekrar sordu.

“Tartışmak istediğin bir konu var mı?” dedi Jiang Cheng. “Şu anda bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.”

” Puşt, sanki seni oraya ben attım.” Pan Zhi öfkeden kuduruyordu. “Bana niçin sinirleniyorsun? Annen ‘evlat edinilenin rızası’ olması gerektiğini söylediğinde bir saniye bile duraksamamıştın şimdi de surat mı asıyorsun!?”

“Duraksamamak memnuniyetsizlikle çatışmaz.” Jiang Cheng ağız dolusu duman üfledi.

Tek bir ruhun bile görünmediği yolda aniden küçük, zayıf bir insan gölgesi ortaya çıktı. Kaykay üzerinde bir adımla, şaşkınlık verici bir hızla uçtu.

Jiang Cheng’in dikkati dağıldı ve bugün tanıştığı Gu Miao adındaki kızı düşündü. Muhtemelen bu dandik küçük şehirde kaykay yapan bir sürü insan vardır.

“Oraya gelsem nasıl olur?” Pa Zhi aniden sordu.

“Hm?” Jiang Cheng’in dikkati başka bir yerdeydi.

” Oraya gelip seni ziyaret edeceğimi söyledim.” Pan Zhi tekrarladı. “Okulun başlamasına daha birkaç gün var. Sana aldığım şeyleri kendim de getirebilirim.”

“Hayır.” Jiang Cheng reddetti.

“İnatçı olma, durumunu kimseye söylemedin. Şu anda sana biraz sıcaklık sağlayabilecek tek kişi benim.” Pan Zhi iç çekti. “Gelip seni rahatlatmama izin ver.”

“Nasıl bir rahatlatma?” Jiang Cheng açıkladı. “Ağzınla mı?”

“Siktir! Kahrolası Jiang Cheng, biraz utanman olsun, tamam mı!?” Pan Zhi diğer taraftan bağırdı.

“Buraya kadar gelip beni görmek için çok hevesli ve kararlı olduğun için, neden utanmalıyım? Seninle işbirliği yapıyorum işte.” Jiang Cheng elinde sigarayla odayı dolaşıyordu ve sigara külleriyle kaplanmış congee konservesinin sekiz hazinesi*ni buldu. Açtığında, yıllardır yoğunlaşmış sigara kokusu daha içinde ne olduğunu bile anlayamadan kusmasına sebep oluyordu…neredeyse.

*八宝粥 direkt çevirisi eight reasures congee can – Konserve kutularda satılan mağazalarda sıklıkla bulunabilen bir gıda türü.Normalde kuru fasulye, kuru kırmızı hünnap, yapışkan pirinç, longan, lotus tohumu, yer fıstığı, kestane ve pirinç darılarından oluşur, ancak her zaman bunlarla sınırlı değildir. Herhangi bir tür pirinç çeşidi, fasulye, fındık ve tohum “hazine” sayılır.

Sigara izmaritini içine attı ve kapağı kapattı – o anda, hayatının geri kalanı boyunca bir daha asla sigara içmek istemediğini hissetti.

Burası garip ve can sıkıcı bir aileyle, garip ve can sıkıcı bir yerdi.

Jiang Cheng içinde bulunduğu durumun insomniaya neden olacağını düşünmüştü, fakat yatağa yatar yatmaz, uykuya dalamamaktan kaynaklanan ızdırap kayboldu. Beklenmedik bir şekilde uykusu olduğunu fark etti ve sadece uykusu yoktu – sınavlar için gece yarısına kadar süren çalışmalarla geçen yarım aydan sonrasına benzer şekilde aşırı yorgunlukla beraber aşırı uyku sersemliği de vardı.

Ne kadar da beklenmedik.

Gözlerini kapattıktan sonra, bütün bilincini kaybetmişçesine uyudu.

Rüyasız bir gece.

Sabah uyandığında ilk hissettiği bütün vücudunu kaplayan ağrıydı, Jiang Cheng gerçek kimliğinin haftalık işlerini henüz bitirmemiş ağır yükler taşıyan bir rıhtım işçisi olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Saati öğrenmek için telefonuna baktı. Oldukça erkendi, sekizi biraz geçiyordu.

Kıyafetlerini giyinip odasından çıktığında odadaki her şeyin dün geceki düzenlemesini koruduğunu gördü, boştaki diğer yatak odasındaki yatak bile hala aynı şekildeydi.

Lİ Baoguo tüm gece boyunca dönmedi mi?

Jiang Cheng kaşlarını çattı. Duş aldıktan sonra, biraz utanmış hissetti. Geçen geceki tavırları biraz kırıcıydı – Li Baoguo’nun onu içki içmeye sürüklemesinin arkasında kötü bir niyet yoktu sadece farklı alışkanlıkları vardı ama yine de kabaca reddetmişti. Li Baoguo bu yüzden bütün gece dönmemiş olamaz, değil mi?

Kısa süreliğine tereddüt etti ve Li Baoguo’yu aramak amacıyla telefonunu çıkardı. Dün gece beraber içmemiş olmalarına rağmen, beraber kahvaltı yapmak sorun olmamalıydı.

Numaraları tuşlarken, kapıdan gelen anahtarların şıkırtını kilidin sesi takip etti. Sesler kapı açılmadan önce yirmi, otuz saniye kadar devam etti.

Li Baoguo soğuk havayla sarılı olarak içeri girdi. Yüzü solgun ve hatları yorgunlukla kaplıydı.

“Uyandın mı?” Li Baoguo’nun yüksek sesi Jiang Cheng’i gördüğünde duyuldu. “Çok erken kalkmışsın, iyi uyudun mu?”

“…kötü sayılmaz.” Jiang Cheng, Li Baoguo cevaplarken ağır bir sigara kokusu aldı, koku tanımlanamayan başka iğrenç kokularla karışmıştı. –yıllar öncesinden kırmızı, yeşil deri koltuklu trenler gibi.

“Kahvaltı yaptın mı?” Li Baoguo montunu çıkardı, salladı ve koku daha da arttı. Başlangıçta büyük olmayan oturma odası, şimdi garip bir koku ile doluydu.

“Daha değil.” Dedi Jiang Cheng. “Nasıl olur biz…”

“Dışarıda kahvaltı satan bir sürü dükkan var, gidip yiyebilirsin.” Dedi Lİ Baoguo. “Ben çok yorgunum bu yüzden biraz kestireceğim. Öğle vakti uyanmazsam, öğle yemeğini de kendin yiyebilirsin.”

Jiang Cheng odaya girmesini ve kıyafetlerinin hiçbirini çıkarmadan kendini yatağa atıp yorgana sarılmasını izledi. Suskun bir şekilde sordu : “Dün gece… Ne yapıyordun?”

“Kart oynuyordum. Son zamanlarda şansım gerçekten kötü. Fakat dün gece epeyce iyiydi! Sen, oğlum, bana iyi şans getirdin!” Li Baoguo gözleri kapalıyken mutlu bir şekilde konuşuyordu.

Jiang Cheng masanın üzerindeki anahtarları aldı ve kapıdan çıkmak için döndü. Önceki utangaçlığının çok safça olduğunu hissetti.

Kar durmuştu, yine de süzülen hava soğuktu ve kemiklerine nüfuz edermiş gibi kesiyordu.

Dar sokaklar sabah saatlerinde görünürdeki arabalar ve insanlarla daha fazla canlılık barındırıyordu ve hatta maytap sesleri bile duyulabiliyordu. Bununla birlikte, her yer aydınlandığından, harabiyet gün yüzüne çıkmıştı.

Jiang Cheng en sonunda bir çin mantısı evine ulaşana kadar sokaklarda amaçsızca ileri geri dolaştı. Birkaç tane doldurulmuş-çörek ve bir kase yumuşak tofu-kaymağı yedikten sonra bile, ağrının vücudunu terk ettiğini hissetmiyordu. Aksine, daha fazla nahoşluğu ortaya çıkarmış gibiydi.

Muhtemelen soğuk aldığını düşündüğünden, kahvaltıdan sonra yakındaki eczaneden bir kutu ilaç aldı.

İlacı satın aldıktan sonra, sokağın kenarında tereddütlü bir şekilde dikildi. Geri mi dönsem?

Li Baoguo’nun garip bir kokuyla kaplı bedeninin yatağa düşmesinin görüntüsü onu rahatsız etti, geri dönse bile ne yapabileceğinden emin değildi.

Uyumak ya da boş boş boşluğa bakmak ?

Birkaç dakika boyunca eczanenin önünde durdu ve ne kadar kalacağının belli olmadığı bu yeri tanımak için etrafta gezinmeye karar verdi.

Ana cadde üzerindeki ara sokak boyunca amaçsızca yürüdü ve öncekine paralel olan başka bir ara sokağa döndü. Jiang Cheng onu geri götürebilecek doğrudan bir yol olup olmadığını saptamak istiyordu.

Bu ara sokakta, küçük bir müzik mağazası ve büyük bir özenle pembe tonlarında döşenmiş bir dondurmacı gördü. Fakat bu iki dükkan dışında diğerleri önceki caddedekilerden farklı değildi.

Küçük bir süpermarket gibi dekore edilmiş ama aslında çeşitli mallar satan bir dükkan olan yeri geçerken, ilacı içebilmek için su almak amacıyla durdu ve kapıyı içeri itti.

Limonların misk kokusuyla karışan sıcak hava mağazaya adım attığı anda yüzüne çarptığında, girişte durdu ve derhal geri dönmek istedi.

Yazar kasa bankosunun arkasındaki dar alana sıkışmış dört kişi vardı – hepsi ya oturuyor ya da sandalyeye yaslanıyordu.

İçeriye girdiği anda normalde sohbet eden kişiler aniden sustu ve eş zamanlı olarak Jiang Cheng’e bakmak için kafalarını çevirdiler.

Jiang Cheng fiziki özelliklerinden yüz ifadelerine, kıyafetlerinden tavırlarına kadar bu dört kişiyi inceledi. Her birinin yüzünde tek bir karakter varmış gibi görünüyordu.

不,是,好,鸟。[Bu, Shi, Hao, Niao]*

*(Bù, shì, hǎo, niǎo – not, a, good, bunch) bir tür argo basitçe anlamı “belalı görünüyorlar”

Geri dönüp gitse mi yoksa en yakın raftan bir şişe su mu alsa tereddüte düştüğü anda, Jiang Cheng’in gözlerinin köşesi depolama rafının önündeki diğer üç kişiye takıldı.

Kafasını çevirdi ama onları net olarak göremedi. İlk olarak, saçlarla dolu bir zemin ve parlak kel bir kafa, ardından da bir çift büyük göz gördü.

SONRAKİ BÖLÜM