SAYE 1. Bölüm

Share

Cebindeki telefon bir süredir titreşiyordu ve Jiang Cheng, üç dakika içindeki beşinci çalışından sonra sonunda gözlerini açmaya karar verdi.

Tren neredeyse üç saattir yoldaydı ve pencerenin ardındaki gökyüzü sakindi – kasvet yüklü bir sakinlik. Bu sırada yanında oturan genç kız, Jiang Cheng herkese açık bir seyahat yastığıymış gibi alnı sağ omzuna dikilmiş bir şekilde, rahatsızca uyuyordu. Omzu büsbütün felçli hale gelmişti.

Öfkeyle omzunu silktiğinde kız sadece kafasını hafifçe döndürdü. Tek parmağıyla kızı kendinden uzağa itti fakat sadece birkaç saniye içinde, kız bir kez daha omzuna demir attı.

Bu hareketi birkaç kez tekrar edince, kızın derin bir uykudan ziyade komada olduğuna inanmıştı.

Ne kadar da rahatsız edici.

Elindeki bileti teslim aldığında zamanı kontrol etmediğinden, istasyona varmasına ne kadar zaman olduğunu bilmiyordu. Bildiği tek şey, daha önce hiç duymadığı küçük bir şehre doğru yolculuğa çıktığıydı.

Hayat oldukça muhteşemdi.

Telefonu altıncı kere titreştiğinde, Jiang Cheng iç çekerek telefonuna baktı:

– Ne oldu ?

– Ayrılacağını nasıl olur da bana söylemezsin?

-Neden aniden ayrıldın?

-Neden bana söylemedin?

Nasıl olur? Nasıl olur? Nasıl? Neden? Neden? Niçin?BLABLABLABLA….

Mesajlar Yu Xin tarafından, büyük olasılıkla kaçırılmış bir dersin telafisindeyken gönderilmişti. Bu yüzden arayamamış, mesaj göndermiş olmalıydı. Jiang Cheng, tek bir bakışla bütün mesajların soru işaretiyle bittiğini görebiliyordu.

Tam telefonu elinden bırakmak üzereyken, yedinci mesaj geldi.

– Eğer cevaplamazsan, ayrıldığımızı düşüneceğim!

Nihayet, soru işareti yoktu. Rahat bir nefes aldı, telefonunu kapattı ve cebine geri koydu.

Ayrılmak onun için fazla anlam ifade etmiyordu. Lisede iki ay süren bir ilişki; birbiriyle diğer öğrencilerden daha fazla konuşmak, sana kahvaltı getiren birine ve sahada sana büyük bir hevesle övgüler yağdıran kişisel amigona sahip olmaktan fazlası değildi. İleri gitmek için zamanları bile olmamıştı.

Dışarıdaki manzara baktıkça değişti, yine de tüm bu zaman boyunca bir şekilde aynı kaldı. Kondüktör nihayet Jiang Cheng’in varış yerini duyurdu. Yanındaki kız uyanmak üzereymiş gibi görünerek başını çevirdi. Jiang aceleyle sırt çantasından kırmızı bir fosforlu kalem çıkardı, kapağını açtı ve elinde çevirmeye başladı.

Kız sonunda uyanıp kafasını kaldırdığında, alnında ölümcül bir qigong pozisyonu pratiği yapmışçasına kocaman bir baskı izi vardı.

Gözleri buluştuğunda, kız ağzının köşesini sildi ve telefonunu eline aldı. Kafası aşağı eğilmiş telefonla oynarken lakayt bir şekilde ”Üzgünüm.” dedi.

Şaşırtıcı bir şekilde, neden yakından ya da uzaktan özüre benzeyen bir şey duyamıyordu? Jiang Cheng kıza anlamlı bir şekilde gülümsedi. Yüzündeki bakış, kızın bakışları elinde dönen kaleme düşmeden önce acı gerçeğin farkına varmasını sağlamıştı.

Jiang Cheng keskin bir kapanma sesi yaratmak için sıkıca kalemin kapağına bastırdı.

İki saniye sonra kız aniden yüzünü kavradı, ayağa kalktı ve tüm hızıyla tuvalete koştu.

Jiang Cheng de ayağa kalktı ve tekrar pencereden dışarı baktı. Uzun, karanlık yolculuğunun sonunda kar taneleri tarafından karşılanmıştı. Bavulunu bagaj rafından aldı, ceketini giydi ve trenin yan kapısına doğru yürüdü, sonra telefonunu çıkardı ve açtı.

Telefonu sessizdi. Yu’dan daha fazla mesaj ya da cevapsız arama yoktu.

Yu Xin’le olduğu günden beri ilk kez onun kendisini mutlu ettiğini hissetti. Kesinlikle kolay olmamıştı.

Fakat onunla Yu Xin dışında bağlantıya geçen kimse de yoktu.

Örneğin, birinin onu istasyondan alacağını düşünmüştü.

Jiang Cheng, istasyondan dışarı doğru insan kalabalığını takip ederken, dolgulu ceketinin fermuarını en üstüne kadar çekti ve buz gibi kışta gri ve hüzünlü şehre baktı.

Şehre dair ilk izlenimi istasyonu çevreleyen çürüme ve kaos oldu.

Hayır, bu ikinci izlenimi sayılırdı. İlk izlenimi annesi “Gerçek ailenin yaşadığı yere geri dön.” dedikten sonra hissettiği boşluk hissiydi.

Bavulunu daha az insanın olduğu, istasyon meydanının en güney köşesine doğru sürükledi.

Kenarda üzerlerinde ürkütücü bir atmosfer olan meyhanelerin sıralandığı ve muhtemelen girdiğinizde çıkmanızın imkansız olduğu küçük bir sokak vardı. ”Burada yerseniz, zehirlenirsiniz.” Tarzında auraya sahip şüpheli küçük restoranlar da vardı.

Bavulunun üzerine oturdu ve telefonuna baktı; hala kimse onunla iletişime geçmemişti.

Telefon numarasını da adresi de bilmesine rağmen, hareket etmek istemiyordu, konuşmak istemiyordu… Yinelersek hareket etmek istemiyordu. Cebinden tek dal sigara çıkardı ve ağzında gevşekçe salınmasına izin verdi. Aniden buraya sürüldüğü için; derin ve açıklanamayan bir kayıp, umutsuzluk ve öfkeyle doluydu.

Yerdeki buza üzüntüyle baktı ve çakmağını çaktı. Keskin kutup rüzgarı arkasından estiği zaman eğildi ve sigarayı yaktı. Önünde sürüklenen duman büyüleyici görünüyordu ve eninde sonunda iç çekene kadar dikkatini çekti.

Sınıfından sorumlu olan öğretmen onu şimdi görecek olsaydı, açıkçası ne söyleyeceğini bilemezdi.

Bununla birlikte, bu artık önemli değildi; çoktan burada, dünyanın öteki ucundaydı. Sadece öğretmeni değil, on yıldan beri aynı sınıfta olduğu arkadaşları bile, belki, onu bir daha göremeyeceklerdi.

Bildiği kadarıyla; bu küçük ve yıkık şehrin, küçük ve yıpranmış okulundaki kimse sigara içip içmediğini umursamazdı.

Jiang Cheng, sigarasının sadece yarısını tüttürdükten sonra soğuğa daha fazla dayanamadı, ayağa kalktı ve yiyecek bir şeyler bulmak için taksi tutmaya karar verdi. Fakat daha valizini sürüklemenin ilk adımındayken ayak bileğine bir şeyin çarptığını hissetti; çarpışma sinirlerinde bir acı patlamasına sebep olduğundan kuvvet minimal olarak tanımlanamazdı.

Kaşlarını çattı ve kafasını sadece arkasındaki kaykayı görecek şekilde çevirdi.

Kaykayın nereden geldiğine bakamadan önce, birisi ayağının yanına düştü.

”Nasıl olur da sen…”İçgüdüsel olarak yardım etmek için uzanırken yarı yolda durdu.

Karmakarışık bir parça saç deli bir köpek tarafından çiğnenmiş gibi duran uzunlu kısalı, kıyafetler bile iğrenilecek kadar pis… Bir dilenci? Bir yaya? Bir dolandırıcı? Bir hırsız?

Yerdeki kişi yukarı baktığında, Jiang Cheng onun beşinci ya da altıncı sınıfa giden küçük bir kız olduğunu açıkça gördü. Yüzü tamamen çamur içinde kalmış olsa da mükemmel bir şekilde hoş cildiyle, gençlik ve masumiyet okunan epeyce büyük gözlerini görmek mümkündü.

Jiang Cheng ne olduğunu anında anladı. Bir anlığına duraksadı, arkasına döndü ve elinde bavuluyla yoluna devam etti.

Arkasından gelen ani bir kahkaha tekrar duraksamasının tek sebebiydi.

Berbat bir ruh halinde olduğunda, başka insanların şahsi meselelerine burnunu sokmak istemezdi. Şans eseri, ruh hali ‘berbat’ olarak kabul edilenin de ötesindeydi. Fakat küçük kızın büyük, siyah ve zeki gözleri onu geri dönmeye yönlendirdi.

”Hey!” diye bağırdı.

Grubun lideri gibi görünen kişi duygusuz bir bakışla “Ne istiyorsun?!” diye karşılık verdiğinde, gruptaki kızlar duraksadı.

Jiang Cheng yavaşça bavulunu oraya sürüklerken liderin eli hala ‘büyük gözlerin’ tişörtünü sıkıca kavrıyordu. İki saniye sonra, lider elini gevşetti.

Bununla birlikte, Jiang ‘büyük gözleri’ kendi tarafına çekti ve diğer kızlara baktı. “Hiçbir şey, sadece yürümeye devam et.”

“Lanet olasıca sen de kimsin?” Liderleri kısmen korkakça ama aynı zamanda da memnuniyetsizce bağırdı.

“Ben bıçağı olan bir ağabeyim,” Jiang Cheng kıza bakarken konuşmaya devam etti. “Sana sadece otuz saniye içinde onunkine benzer bir saç stili yapabilirim.”

“Seni ait olduğun yere postalaması için ağabeyimi çağıracağım!” Liderin bu tarz karşılaşmalara alışık olmadığı görülüyordu. Söylediklerinden dolayı biraz gözü korktuğu belliydi ama bu kadar kolay vazgeçmek istemiyordu.

“Acele etmesini söyle.” Jiang Cheng bir eliyle bavulunu sürüklerken diğer eliyle de ‘büyük gözler’i çekiyordu. “Ölümüne korktum, bu yüzden olağanüstü hızlı koştuğuma emin olacağım.”

Kızlar ayrıldıktan sonra, ‘büyük gözler’, elini Jiang’ın elinden kurtardı.

Jiang Cheng “İyi misin?” diye sordu.

“Büyük gözler” kafasını salladı ve kaykaya doğru yürüdü, ayaklarından birini kaykayın üstüne koyduktan sonra Jiang’a baktı.

Jiang Cheng tekrar sordu. “Senin mi?”

Küçük kız başıyla onayladı, sonra ayağını yere yavaşça bastırdı ve kaykayla ona doğru süzüldü. Sabit bir duruma geldi, hala kocaman gözleriyle ona bakıyordu.

“Sen… eve gitmelisin.” Jiang Cheng önce gelişigüzel bir şekilde başıyla selamladı, kenara doğru yürüdü ve taksi çağırmayı amaçlayarak, dokuzuncu kez telefonunu çıkardı.

Bir süre yürüdükten sonra, arkasından bir ses duydu. Dikkatle arkasına baktığında sadece kaykayının üzerinde aylaklık ederek onu takip eden ‘büyük gözler’i gördü.

“Sorun ne?” Jiang Cheng ona baktı.

‘Büyük gözler’ hiçbir şey söylemedi.

“Geri geleceklerinden mi korkuyorsun?”

‘Büyük gözler’ başıyla onayladı.

“Dilsiz değilsin, değil mi?” Jiang Cheng biraz sinirlenmeye başlamıştı.

‘Büyük gözler’ kafasını sallamaya devam etti.

“Sana söylüyorum, ben…” Jiang Cheng kendini işaret etti, “Ben şu anda gerçekten çok kötü, çok kasvetli bir ruh halindeyim. Küçük bir kız çocuğuna vurmak hoşuma gitmeyecek, biliyorsun değil mi ?”

‘Büyük gözler’ yerinden kımıldamadı.

Jiang Cheng bir süre daha kıza gözlerini dikti. Kızın konuşmak gibi bir niyeti olmadığını gördükten sonra, öfkesini yuttu ve bavulunu ileri doğru sürüklemeye başladı… Tekrardan.

Bu bölgenin etrafında sinyal iyi değildi ve taksi çağırma uygulaması ne yaparsa yapsın açılmayacaktı. Yapabildiği tek şey dolmuş durağının yanındaki taş bloğa oturmak ve sigarasını yakmaktı.

Hala kaykayının üzerinde olan ‘büyük gözler’, en sonunda Jiang Cheng’in yanında durdu.

“Başka bir şey var mı?” Jiang Cheng sabırsızca sordu. Artık kendini önceden burnunu soktuğu ve ikinci bir garip durumda bulduğu için nispeten pişman hissediyordu.

‘Büyük gözler’ hala tek kelime bile etmemişti. Ayağını yavaşça yere vurdu ve kaykayıyla dolmuş durağının çatısının altına kadar kaydı; yukarı baktı ve uzun bir süre boyunca gökyüzünü izledi.

Jiang Cheng’in olduğu yere kaydığı zaman, Jiang Cheng kızın kafası karışık ifadesinin sebebini tahmin etti. İç çekti ve sordu,” Kayıp mı oldun? Ve eve dönüş yolunu bilmiyor musun?”

‘Büyük gözler’ onayladı.

“Bölgede yerli misin?” Jiang Cheng sordu.

Bir onaylama daha.

Jiang Cheng telefonunu kıza uzatırken “Ailenden birini gelip seni alması için ara.” dedi.

Küçük kız telefonu aldı, kafasını eğip numaralara basmadan önce bir saniyeliğine duraksadı ve telefonu Jiang Cheng’e geri verdi.

“Bu ne?”Jiang Cheng kızın numarayı yazmış olmasına rağmen aramayı yapmadığını görmüştü. “Onları aramana yardım etmemi mi istiyorsun?”

Onaylama.

“Siktir.” Jiang Chen’in kaşları ara butonuna basarken çatıldı. Aranıyor sesini dinlerken önemli bir şeyi hatırladı ve aceleyle sordu, “Bu ailenden kimin numarası?”

‘Büyük gözler’ soruyu cevaplayamadan önce, biri, telefona cevap verdi.

Kuşkusuz ki, kızın cevap veremeyeceğini düşünerek, Jiang Cheng basitçe “merhaba” dedi.

Diğer taraftan genç bir adamın sesi duyuldu. “Kiminle görüşüyorum?”

“Bir görgü tanığı,” Jiang Cheng nasıl söyleyeceğini bilemeyerek basitçe devam etti. “Burada küçük bir kız var…”

“Hiçbir şey istemiyorum.”

Daha Jiang Cheng kendine gelemeden bağlantı kesildi.

“Bu kimdi?” Jiang Cheng sigarayı attı ve “büyük gözleri” işaret etti. ” Eğer konuşmayacaksan, defol git. Daha fazla sabrım kalmadı.”

“Büyük gözler”, Jiang Cheng’in bacağının yanında yere çömeldi, bir tane taş aldı ve yere tek bir kelime yazdı, “ağabey” ve sonra tekrar ona baktı.

“Tamam, anladım.” Jiang Cheng küçük kızın gerçekten dilsiz olabileceğini hissetti.

Numarayı tekrar tuşladı. Bu sefer, aramanın bağlanması kısa bir an sürdü. “Kimsiniz?”

Jiang Chen küçük kıza baktı ve “Kız kardeşin burada yanımda…”

“Rehineyi öldür.” karşıdaki kişi cevapladı ve tekrar konuşmayı bitirdi.

“Hay sikeyim!!” Jiang Cheng telefonunu fırlatmak için büyük bir dürtü hissediyordu. Kızı parmağıyla gösterdi, “Adın?!”

‘Büyük gözler’ kafasını eğdi ve taşı ismini yazmak için kullandı.

Gu Miao

Bu sefer Jiang Cheng aramadı ve sadece ‘büyük gözlerin’ resminin olduğu bir mesaj gönderdi.

_Gu Miao, dilsiz ,kaykay.

Otuz saniye sonra telefonu çaldı.

Jiang Cheng aramayı kabul etti, “Çok geç, çoktan ondan kurtuldum.”

“Üzgünüm,”dedi aynı ses. “Nerede olduğunu söyleyebilir misin? Oraya gelip kurtarılabilir olup olmadığına bakacağım.”

“…Tren istasyonunun doğusu, gerçekten harap durumda olan”. Jiang Cheng’in kaşları çatıldı, “Kaybolmuş. Acele etmelisin, yapacak işlerim var.”

“Teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim!” O kişi cevapladı. “Derhal orada olacağım. Eğer acil bir işin varsa, sen önden ayrılabilirsin. Gu Miao beni orada bekleyebilir.”

Ayarlanmayla birlikte, Jiang Cheng yere attığı yarı içilmiş sigarayı aldı ve başka bir tane daha yakmadan önce çöp kutusuna attı.

Aslında bir taksi tutmak ve ayrılmak istiyordu fakat gitse de gitmese de ya da orda olsa da olmasa da kimsenin umursamadığını düşündüğünden, ayrılmak için acelesi yokmuş gibi görünüyordu.

Gu Miao, kaykayın üzerinde bir süre oturduktan sonra ayağa kalktı ve kaykayını kaldırımda ileri geri sürdü.

Jiang Cheng, küçük kıza bakarken bir parça şaşırdı. Küçük kızın hiçbir şey bilmeden öylesine oynadığını düşünmüştü; bu yüzden çeşitli ileri ve geri hareketleri, hız değişimlerini, dönüşleri ve duruşları pürüzsüz bir şekilde yapmasını beklememişti.

Yine de karman çorman şekilde kesilmiş saçları, kirli yüzü ve kıyafetleri illüzyonu kırmaya devam ediyordu.

Go Miao, on dakikadan daha fazla oynadıktan sonra kaykayı Jiang Cheng’in olduğu tarafa doğru sürdü ve durdu. Sonra, kaykayın yükselmesine sebep olacak şekilde, ayağının ucuyla hızlıca kaykaya bastırdı. Kaykayı tek eliyle yakaladıktan sonra, elini kaldırdı ve Jiang Cheng’in arkasında bir yeri işaret etti.

“Bu mükemmeldi!” Jiang Cheng, Gu Miao’ya başparmaklarını kaldırdı ve sonra kafasını arkasına park etmiş siyah motosikleti görmek için küçük kızın işaret ettiği yere doğru çevirdi.

Motosikletteki kişi kask taktığı için, yüzünü açıkça görmek imkansızdı. Fakat, kaldırımda ayakta dururken, bacaklarını ve bileklerini vurgulayan gri dar kesim pantolonu ve botlarıyla haykırıyordu… Göz alıcı.

Uzun boylu ve dik duruyor.

Jiang Cheng, Gu Miao’ya sordu. “Ağabeyin mi?”

Gu Miao onayladı.

“Kafana ne oldu?” Motosikletteki kişi kaskını çıkardı, yanlarına yürüdü ve şaşkınlıkla Gu Miao’nun saçlarına baktı. “Ve yüzüne ve kıyafetlerine… Gübre çukuruna mı düştün?”

Gu Miao kafasını salladı.

“Sınıf arkadaşları tarafından zorbalığa uğradı.” dedi Jiang Cheng.

“Teşekkürler.” Kişinin bakışları kız kardeşinden ayrıldı ve Jiang Cheng’in yüzüne düştü. “Ben Gui Fei, Gu Miao’nun ağabeyiyim.”

Jiang Cheng ayağa kalktı ve elini salladı. “Önemli değil.”

Gu Fei onunla aynı yaşlarda görünüyordu; sadece gözlerine bakmak Gu Miao’nun ağabeyi olup olmadığını anlamak için doğru yöntem değildi. Her ne kadar gözleri Gu Miao’nunkiler kadar büyük olmasa da, bir hayli benzerdiler ve ten rengi aynı derecede açıktı.

Jiang Cheng’in şu anki ruh hali bir tabak dolusu çürük domates gibi olsa da, Gu Fei’nin saç stili bacakları kadar göz alıcıydı.- Çürük domateslerin arasından birkaç ekstra bakış daha atmamayı imkansız hale getiriyordu.

Gu Fei’nin asker traşı saçları vardı. Daha yakına eğilince, kafasının iki tarafındaki kafa derisine kadar kazınmış müzik gereçleri fark ediliyordu. Bir tarafta fa anahtarı ve diğer tarafta da çeyrek sus işareti vardı. Fakat Jiang Cheng kaç tane nokta olduğunu çözemiyordu.

“Trenden yeni mi indin?” Gu Fei bavuluna baktı.

“Evet.” Jiang Cheng telefonunu aldı ve taksi çağırmak için olan uygulamaya bakmaya devam etti.

“Nereye gidiyorsun? Seni götürebilirim.” dedi Gu Fei.

Jiang Cheng motosiklete baktı; ne kadar büyük olsa da, sonuçta sadece bir motosikletti. “Gerek yok.”

Gu Fei ekledi. “Gu Miao çok fazla yer kaplamaz.”

“Gerçekten gerek yok, ama teşekkür ederim.”

Gu Fei, Jiang Cheng’i işaret etti ve Gu Miao’ya “Ağabeye teşekkür ederim de, gübre topu” dedi.

Jiang Cheng “gübre topuna” bakmak için döndü, nasıl konuştuğunu duymak istiyordu. Sonuç olarak Gu Miao zar zor kaykayına sarıldı ve doksan derece eğilerek selam verdi.

Gu Fei motosiklete bacaklarını açarak oturdu ve kaskını taktı.

“Tekrar teşekkürler.” Gu Fei ona tekrar baktı, motosikleti çalıştırdı ve sürdü.

Jiang Cheng tekrar taş bloğa oturdu. Şaşırtıcı bir şekilde, internet sinyali bu sefer iyiydi, fakat hala kimse isteğini kabul etmiyordu; el salladığı taksiler de durmadan yanından geçip gitmişti.

Ne tür berbat bir yer burası?

Her ne kadar aşırı derece de kötü bir ruh halinde olsa da, tadına varmak için zamanı olmamıştı. Sadece esasen kaotik bir zamanda yaşadığını hissetti, her türlü kalp kırıklığı ve kayıp hissiyle çevrelenmişti, hatta etrafındaki havayı bile solumak zordu, onu nefessiz kılıyordu. Neden her türlü ayarlamaya uyduğunu ve buraya geldiğini merak etti.

Asi?

Aynı annesinin söylediği gibi, “Ailemizde asla senin gibi asi, etrafı dikenlerle çevrili, her zaman tetikte ve erişilmez biri olmamıştı.”

Elbette, gerçek bir aile değillerdi. Aslında, geçen yıllarda daha çok birinin diğerinin tek bir bakışıyla bile öfkelenebildiği düşmanlar gibiydiler.

Jiang Cheng kaşlarını çattı. Bu şeylere kafa yormak için hiç vakti olmamıştı.

O zamandan, şu ana kadar.

Kar tanelerinin görkemli bir şekilde süzüldüğü bu yabancı ve cansız şehirde, aklını başına topladı.

Umutsuzluk, acı ve bütün o bilinmezlikler onu kederlendirdi.

Başını aşağı indirdiğinde, gözyaşları yüzeye çıktı.

Telefonu çaldığı sırada, nerede olduğunu bile bilmediği bir KFC’nin içinde oturuyordu. Yabancı numaraya baktı ve aramayı kabul etti. “Merhaba?”

“Jiang Cheng’le mi görüşüyorum?” Orta yaşlı bir adamın sesi diğer taraftan kulağına ulaştı.

Ses biraz yüksek olduğu için Jiang Cheng telefonu kulağından hafifçe uzaklaştırdı. “Evet.”

“Ben senin babanım.”

“…ah.”Jiang Cheng onay olarak homurdandı. Bu tarz bir cevap, beklenmedik bir şekilde, kulağa gülünç geliyordu, kahkahalarla gülmemek çok zordu.

Diğer kişi de gülerek, “Adım Li Bao Guo. Bunu biliyordun değil mi?”

“Evet.” dedi Jiang Cheng kolasını yudumlarken.

“İstasyonda mısın?” Li Bao Guo sordu.

“Buradayım.” Jiang Cheng saatin kaç olduğuna baktı. İki saattir buradayım.

Adresi biliyor musun? Arabam yok, bu yüzden gelip seni almamın bir yolu yok. Taksi çağır, seni kavşakta bekleyeceğim.” dedi Li Bao Guo.

“Tamam.” Jiang Cheng konuşmayı bitirdi.

Bu sefer, şans onun yanındaydı. Çabucak taksi bulmayı başarmıştı ve şaşırtıcı bir şekilde, ısıtıcısı açık bir tane, ateşi varmış gibi hissetmesine neden olacak kadar sıcaktı.

Taksi şoförü konuşmak istiyordu ama Jiang Cheng sadece pencereye yaslandı ve bütün zaman boyunca dışarıya baktı. Başarıya ulaşamayan birkaç girişimden sonra, şoför pes etti ve radyoyu açtı.

Jiang Cheng şehrin gerçekten neye benzediğini görmek için çabaladı. Fakat gökyüzü çoktan karanlıkla kaplanmıştı; sokak lambaları özellikle parlak değildi ve sokak lambalarının ışığıyla çevrelenmiş kar tanelerinin dört bir yanda süzülüşünü izlerken kendini sersemlemiş hissetti.

Gözlerini kapattı.

Kısa süre içerisinde tekrar açtı.

Neyin yanlış olduğunu bilmiyordu ama kendini son derece bitkin hissediyordu.

Taksi varış noktasına geldiğinde durdu, Jiang Cheng arabadan çıktı, bavulunu aldı ve kavşakta ayakta beklemeye başladı.

Etrafta kimse yoktu.

İsmi Li Bao Guo olan ‘Ben senin babanım.’ diye iddia eden kişinin gölgesi hiçbir yerde görünmüyordu.

Jiang Cheng kalbindeki hiddeti bastırdı ve rüzgar yüzünü keserken Li Bao Guo’nun numarasını tuşladı.

“Ay, bu kokuyor…” Li Bao Guo bir süre geçtikten sonra telefona cevap verdi, “Merhaba?”

“Kavşaktayım.” Jiang Cheng diğer taraftaki kişinin hareketlerini dinledi ve hemen telefonu kapatıp kalacak bir otel bulmak istedi.

“Ha? Ne kadar hızlı geldin?” Li Bao Guo şaşkınlıkla haykırdı, “Burdayım, burdayım. Şimdi çıkıyorum.”

Şimdi beş dakikadan daha uzun sürüyordu. Tam Jiang Cheng bavulunu kavşağa doğru sürükleyip taksi çevireceği anda, Lei Feng şapkası takmış bir adam koştu ve bir elini Jiang Cheng’in omzuna bastırdı. Ciğerlerinin en tepesinden bağırdı, “Jiang Cheng, değil mi?”

Jiang Cheng tek kelime bile etmedi. Li Bao Guo’nun tam olarak arkasındaki konuttan çıktığını görmüştü.

Şimdi?

İkinci kata doğru baktı ve kendilerinin olduğu tarafa bakan birkaç kafayı gördüğünde, gerçekten daha fazla konuşmak istemiyordu.

“Bir süredir bir arkadaşımın evindeydim. Hadi gidelim, hadi gidelim.” Li Bao Guo omzunu sıvazladı. “Hadi eve gidelim, hadi eve gidelim… Resimdekinden daha uzun görünüyorsun.”

Jiang Cheng gözlerini çamurlu kaldırımda tuttu ve onu takip etti.

“Hey,” Li Bao Guo bir süre sırtını sıvazladı “Kaç yıl oldu? On yıldan daha fazla değil mi? En sonunda oğlumu görebiliyorum! Seni iyice incelemeliyim.”

Li Bao Guo, Jiang Cheng’in kafasını tuttu, tam gözlerinin önüne getirdi ve ona baktı.

Jiang Cheng çenesinin altında duran maskeyi yukarı çekti, yüzünün yarısını kapladı.

Aniden tamamen içi boş hissetti, etrafında süzülen hava bile başıboş bir amaçsızlıkla doluydu.

Aniden tamamen içi boş hissetti, etrafında süzülen hava bile başıboş bir amaçsızlıkla doluydu

cr  @ 机申没充电

SONRAKİ BÖLÜM