SAYE 10. Bölüm

“Siktir, körü körüne neyin fotoğrafını çekiyorsun!” Jiang Cheng küfretti, küçük arkadaşımız Gu Miao şu anda burada olmadığı için medeni olup olmamasının önemi yoktu.

Gu Fei konuşmadı ve Jiang Cheng’e dönük olan kamerayla fotoğraf çekmeye devam etti.

Jiang Cheng hoş olmayan bütün ifadelerin zaman geçtikçe zorla yüzünde donduğunu hissetti.

“Sana bir soru soruyorum!” Gu Fei’nin önüne yürüdü ve kamerayı tutmak için elini uzattı.

Gu Fei hızla kamerayı arkasına kaydırdı: “İki yüz altmış yedi yaşında.”

“Ne?” Jiang Cheng şaşkınlıkla dondu. “Ne iki yüz altmış…kaç?”

“İki yüz altmış yedi.” Gu Fei bir kere daha tekrarladı.

“Ne iki yüz altmış yedi yaşında?” Jiang Cheng sordu.

“Xiao Ming’in büyük babası.” Gu Fei cevapladı.

Jiang Cheng tam olarak otuz saniye boyunca Gu Fei’ye baktı, kendisinin dilinin mi tutulduğunu yoksa umutsuzca içindeki kahkahayı bastırmaya mı çalıştığından emin değildi.

Sonunda, Gu Fei’nin kamerasını işaret etti: “Bana ver ya da fotoğrafı sil.”

“Neden önce bir göz atmıyorsun?” Gu Fei kamerayı ona verdi.

Jiang Cheng kamerayı aldığında aniden gerildi, aşırı ağırdı ve eğer yeterince dikkatli olmazsa yere çakılacakmış hissi veriyordu. Ancak çok geçmeden kameranın üzerindeki düğme yığınını gördüğünde büyük bir kafa karışıklığı yaşadı.

Silmek şöyle dursun, sadece fotoğraflar arasında gezinmek için bile hangi düğmeye basması gerektiğini bilmiyordu.

“Burası.” Gu Fei uzandı, kameraya bastı ve bu ekranda fotoğrafların belirmesini sağladı.

Jiang Cheng’in aralarında sessizce göz gezdirdiği toplam dört fotoğraf vardı.

Hiçbir zaman fotoğrafçılığa karşı ilgisi olmamıştı, manzara fotoğrafı çekmesinin ya da başka insanların onun fotoğraflarını çekmesinin arasında fark yoktu – bakmak için gözlerini kullanmayı tercih ederdi.

Genellikle oldukça yakışıklı olduğunu hissetse de kazayla açılan ön kameradaki görüntüsünden korkuyordu ancak Gu Fei’nin kamerasında görüntülenen kişi beklenmedik bir şekilde – iyiydi.

Oldukça doğru resmedilmiş, evet.

Olmasından endişelendiği acımasız ifade mevcut değildi – sadece bir kızgınlık belirtisi görülebiliyordu.

Ve ilk fotoğraf – şaşırtıcı bir şekilde çok hoşuna gitmişti.

Odaktan uzaklaştıkça bulanıklaşan hüzünlü bir hassasiyetle kendini gösteren kaotik ama ıssız arka fon, nedensiz bir şekilde aniden beyninin – evim başka yerde– cümlesini düşünmesine sebep oldu.

Ve o, batan güneşin parlaklığında kameraya doğru yürürken…alışılmışın dışındaki yakışıklılığından başka söylenebilecek bir şey yoktu.

Kendi fotoğraflarına iki kez göz attıktan sonra, Jiang Cheng şimdi ne yapması gerektiğinden emin değildi.

“Alt sağ köşedeki düğme silme düğmesi.” Dedi Gu Fei.

“Biliyorum.” Jiang Cheng kısmen beceriksizce cevapladı.

Silmesini söyleyen kişi kendisiydi ama fotoğrafları gördükten sonra sözünden dönmek isteyen de kendisiydi. Ne de olsa, şu ana kadar ki hiçbir fotoğrafı bu kadar yoğun duygularla çekilmemişti.

Geçen Ay Yeni Yılı sırasında, aslında ailesi aile portresi çektirmek için fotoğraf stüdyosuna gitmişti. Başlangıçta oldukça iyi olacağı düşünülse de, sonunda, fotoğraflar basıldığında Jiang Cheng neredeyse fotoğrafları parçalara ayırıyordu. Bu sebep yüzünden, ebeveynleriyle başka bir tartışma yaşamış ve eve iki gün boyunca dönmemişti…

Düşünceleri çok ileri gitmiş gibi görünüyordu. Jiang Cheng düşünce treninden geri döndü ve Gu Fei’ye baktı.

“Oldukça fotojeniksin.” Dedi Gu Fei. ” Sakıncası yoksa, bunu saklamak istiyorum – sınıf arkadaşlarımızın birçok fotoğrafını çektim ve hepsini saklıyorum.”

Gu Fei’nin verdiği merdiven* tam zamanındaydı, Jiang Cheng bir anlığına duraksadı: “Bu kadar çok portreyle ne yapıyorsun?”

*Merdiven 个台下 ya da “basamaklar” biri kendini garip bir duruma soktuğunda diğer kişi ona bu durumdan kurtulması – aşağı inmesi- için merdiven uzatır.

“Zevkli.”Gu Fei cevapladı.

“…oh,” Jiang Cheng onayladı. Mükemmel bir şekilde bütün konuşmaları bitirme becerisine sahip olmak kesinlikle Gu Fei hakkında övünülebilecek bir şeydi. “Fotoğrafçılık aşığı.”

“Seninle WeChat’te arkadaş olsak nasıl olur,” Gu Fei telefonunu çıkardı. “Sonra fotoğrafları düzenleyip sana bir kopyasını gönderirim?”

Jiang Cheng reddetmeyi çok istiyordu. – Bu tarz şeylerle ilgilenmiyorum.

Ama tam ağzını açarken kendini başıyla onaylarken buldu: “Hm.”

Hâlâ elinde olan kamerayla, Jiang Cheng “hm-ladıktan” sonra ne yapacağından emin değildi. Gu Fei de ses çıkarmadı, görünüşe bakılırsa, bu tarz ölçülü garip sessizliklere oldukça alışıktı.

“Başka fotoğraflara da bakabilir miyim?” Jiang Cheng sordu. Hâlâ Gu Fei ve bu harika profesyonel kamera arasında bir bağlantı kuramıyordu.

“Tabii ki.” Gu Fei cevapladı.

Fotoğrafların çoğunluğu köprüler ve günbatımıydı. Biri ışık demetlerine bakarak, Gu Fei’nin öğleden sonralarının çoğunu burada geçirdiğini anlayabilirdi ve çok fazla fotoğraf vardı – bazıları manzara, bazıları da köprüden geçen insanlardı.

Jiang Cheng’in fotoğrafçılıktan anlamıyordu ama fotoğrafın iyi mi kötü mü olduğunu yine de ayırt edebilirdi.

Gu Fei’nin çektiği fotoğraflar oldukça profesyoneldi, yapısal kompozisyon ve renk paleti çevresine sıcak bir hava kazandırıyordu. Eğer Jiang Cheng’in aynı noktada durup kuzey rüzgarın vuruşlarını vücudunda hissettiği gerçeği olmasaydı, sadece fotoğrafa bakmak bir insana gerçekten de fırının sıcaklığına karşı oturmak kadar rahat hissettirirdi.

Göz gezdirmeye devam ederken, baktığı fotoğraflar muhtemelen bugüne ait değildi.

Çoğunluğu sokak manzaraları oluşturuyordu.

Ağaçlar ve eski evler, kar yığınları ve başıboş köpekler, düşmüş yapraklar ve geçen yayaların ayakları… olağanüstü sıradan ama yine de bir köşede unutulmuş objeler.

Tam da bunu Gu Fei’nin fotoğrafçılık stili olarak sınıflandıracağı anda, kamburlaşmış Gu Miao’nun elinde kaykayını tutarak parlak gün ışığıyla aydınlanan gökyüzünün içine sıçradığı fotoğraf kontrolsüz bir hayretle “ah” sesi çıkartmasına neden oldu.

“Evet?” Gu Fei sigara içerken köprünün korkuluklarına yaslanmıştı; Jiang Cheng’i duyduğunda başını çevirdi.

“Bu fotoğraf gerçekten duyguya sahip, Gu Miao çok havalı.” Jiang Cheng görmesi için kameranın ekranını Gu Fie’ye çevirdi. ” Küçük uçan bir ninja.”

Gu Fei gülümsedi. ” Bu yakalanmış bir fotoğraf, sonunda ben bunu yakalayana kadar birkaç düzine kere atladı.”

Jiang Cheng, Gu Fei’ye bir süre daha baktı. Gu Fei’nin kişiliğini sterotipleştirmek oldukça zordu, çoğunlukla ‘hiçbir şey umrumda değil, üvey annem bir uzaylı ve ben bir konuşma bitiriciyim.’ havası sergiliyordu ama Gu Miao’nun yanında olduğu ya da Gu Miao’dan bahsettiği böyle zamanlarda tavrı yumuşuyordu.

Çok anaç.

Jiang Cheng, Gu Miao’nun yün örgü şapkasını hatırladı.

Gu Miao’nun sevgili ağabeyinin elindeki yün iplik…

Ve zihnindeki bu görüntüyü arka fon müziğiyle bile eşleştirmişti.

Uyan ve seviş benimle, uyan ve seviş benimle…

Arka fon müziğinin bir parça uygunsuz görünmesi bunların dışında tutulmalı.

“Telefonun çalıyor.” Dedi Gu Fei.

“Oh.” Jiang Cheng kamerayı ona geri verdi, biraz tuhaf bir şekilde telefonunu çıkardı.

Uyan ve seviş benimle…

“Cheng Cheng ha?” Li Baoguo’nun patlayıcı sesi diğer uçtan duyuldu.

“Ne… Bana mı söyledin?” Jiang Cheng’in vücudundaki tüyler diken diken olarak yükseldi ve yuvarlanan dalgalar gibi düştü.

Gu Fei büyük olasılıkla duymuştu ve hızlıca başını çevirse bile, Jiang Cheng yüzünün yanındaki gülümsemeyi görebiliyordu.

Siktir.

“Eve yakın mısın?” Li Baoguo sordu. “Acele et ve geri dön, ağabeyin ve ablan eve geldi, eve geri gelmeni ve yemeğe başlamayı bekliyorlar!”

“Oh!” Jiang Cheng aniden bir hüzün dalgası hissetti – sadece Çin Mantısı yeme planı suya düştüğü için değil, ayrıca aniden gerçekliğe çekildiği ve aslında asla yolunun kesişmeyeceği ancak aile haline geldiği insanlarla yüzleşmek zorunda kaldığı içindi. Aniden bacaklarını hareket ettiremedi. “Anladım.”

“Geri mi dönüyorsun?” Gu Fei kamerayı çantaya geri koyduktan sonra sordu.

“Evet.” Jiang Cheng cevapladı.

“Beraber gidelim. Ben de eve gidiyorum.” Dedi Gu Fei.

“Motorla mı?” Jiang Cheng sordu.

“…Buraya yürüyerek geldim.” Gu Fei ona baktı.

“Oh,” Jiang Cheng döndü ve yürümeye başladı.

Güneş battıktan sonra, sıcaklık ani bir şekilde düşmeye başladı ve ikili eski kuzey rüzgarına karşı azametle yürüdüler.

Vücutları yürüme hareketlerinden ısındığında, Jiang Cheng yana döndü ve Gu Fei’ye baktı: “Li Baogu’yu tanıyor musun?”

“Bu civardaki mahallelerde yaşayan insanların hepsi az ya da çok birbirini tanır.” Gu Fei cevapladı. “Büyükbabalar, büyükanneler, amcalar, teyzeler, erkek kardeşler ve kız kardeşler… Bu muhitte hepimiz eski tanıdıklarız.”

“Oh, o zaman… O nasıl biri?” Jiang Cheng sormaya devam etti.

Gu Fei şapkasını taktı ve başını çevirdi: “O senin için kim?” Jiang Cheng bunu nasıl cevaplayacağından emin değildi. Çenesinin altındaki maskeyi yukarı çekti ve yüzünün büyük bir kısmını kapattı – ancak o zaman bir parça rahatlayabildi.

“Benim… öz babam.” Cevapladı.

“Hm?” Gu Fei şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “Biyolojik baban mı? Li Baoguo’nun iki tane mi oğlu var? Ama şimdi bahsettiğin için… Sen ve Li Hui kısmen benziyorsunuz.”

“Bilmiyorum.” Jiang Cheng sıkıntıyla cevapladı. “Bana öyle söylendi… Sadece nasıl bir insan olduğunu soruyorum, bana açık sözlü bir şekilde cevap verebilir misin?”

“Kıdemli kumarbaz.” Bu sefer Gu Fei dobra dobra cevapladı. “Profesyonel ayyaş.”

Jiang Cheng’in adımları belli belirsiz duraksadı.

“Daha fazlasını duymak ister misin?” Gu Fei sordu.

“Başka?” Jiang Cheng hafifçe iç çekti.

“Aile içi şiddet – karısını kovdu.” Gu Fei biraz daha düşündü, “Başlıca bunlar.”

“Bunlar zaten yeterli.” Jiang Cheng kaşlarını birleştirdi ve biraz tereddüt ettikten sonra, Gu Fei’ye baktı, “Bunlar güvenilir mi?”

“Güvenilmez mi buluyorsun?” Gu Fei gülümsedi.

“Bu mahalle tezgahı dedikoduları daha çok şey gibi geliyor…” Jiang Cheng cümlesini bitirmedi, bu mahalle dedikoduları ayrıca senin öz babanı öldürdüğünü kastediyor. Ama bunu sesli bir şekilde söyleyemedi, saklı gerçek ne olursa olsun – Gu Fei’nin babasının ölümü gerçekti.

“Bu dedikodu değil.” Gu Fei devam etti. “Her gün eve gidiyorsun, kart oynadığını görmüyor musun.”

“Hm.” Jiang Cheng birdenbire konuşmayı devam ettirmek için olan bütün isteğini kaybetti.

Tam bir sessizlik içinde kavşağa vardıktan sonra, Gu Fei evinin olduğu tarafa yürümek için döndü. Jiang Cheng’in hoşça kal demeye bile isteği yoktu ki Gu Fei de demedi.

Maskesini düzeltti ve Li Baoguo’nun evine doğru yürüdü.

Kilometrelerce uzaktan, bir tartışmanın sesi duyuluyordu. Ağız dalaşı oldukça şiddetiydi ve ayrıca kadın erkek karışıktı.

Sesin kaynağına yaklaştıkça, nihayet Li Baoguo’nun apartmanının yanındaki binadan geldiğini görebildi. Binanın altında bir adam ve bir kadın duruyordu, ikinci kat penceresinin ardında da bir adam ve bir kadın vardı.

Jiang Cheng tartışmanın sebebini duyamıyordu ama iki tarafın mensupları da ciddiyetle birbirlerine küfür ediyor, sözcükler açıkça ifade ediliyordu.

Üreme sisteminin her tarafı ve anlatılamaz sahneler anlatılıyordu, bazı kelimeler yeniden dönüştürülüp yeniden kullanılıyordu. Hatta Jiang Cheng, kulağına gelen şeyler için onlar adına utandı.

Binanın altına geldiğinde, ikinci kattaki adam aniden elinde toprak bir kapla pencerede belirdi, Jiang Cheng yukarı baktı ve hızla kenara çekildi.

Hemen ardından, toprak kabın içindeki sebze yapraklarıyla dolu su dışarı döküldü.

Jiang Cheng sırılsıklam olmasa da vücuduna su sıçramıştı. Anında, maskesini neredeyse patlatacak kadar güçlü bir tiksinti hissiyle kaplandı.

“Hasta mısınız? Aptallar sürüsü!” Bağırdı. “Cesaretiniz varsa dışarı çıkın ve yumruklarınızla tartışın! Küçük becerilerinizi şirret olmakla harcamayın! Ödlek!”

Jiang Cheng bağırışlarından sonra etrafındaki insanlara bakmadı, basitçe döndü ve içerideki koridora girdi.

O insanların anlık bir şekilde şoka mı uğradıklarından ya da az önce söylediklerini anlayıp anlamadıklarından emin değildi, ama yine de, iki taraf da sesini alçalttı ve sessizce birkaç küfürle tartışmalarını tamamladılar – böylece, tartışma ansızın sona erdi.

Jiang Cheng suyu hafifçe sürterek çıkartmaya çalıştı, üzerinde tırnak boyutunda marul yaprakları bile vardı. Kahretsin!

Anahtarlarını çıkardığı anda, Li Baoguo’nun evinin kapısı açıldı. Li Baoguo başını dışarı uzatarak parlak bir yüzü açığa çıkardı: “Biraz önceki sen miydin?”

“Ne?” Jiang Cheng gırtlaktan, somurtkan bir şekilde cevapladı.

“Bu iyi bir sövgüydü.” Li Baoguo gülümseyerek konuştu. “Tam da benim oğlumun olması gerektiği gibisin.”

Jiang Cheng konuşmayı takip etmeye çalışmadı, bunun yerine yanından geçti ve odaya girdi.

Oda hâlâ önceki gibi harabeydi ancak bu gün yabancı bir hava eklenmişti.

İki erkek, iki kadın ve üç çocuğun oturduğu yemekle dolu bir masa. Masanın etrafında bir araya toplanmış ve küçük oturma odasını tamamen doldurmuşlardı.

“Gel, Cheng Cheng.” Li Baoguo kapıyı kapattı ve şefkatle Jiang Cheng’in omuzlarına dolamak üzere kolunu kaldırdı. “Seni tanıştırmama izin ver.”

Jiang Cheng omuzlarına alışık olmadığı biri tarafından dokunulmasından nefret etmişti – sadece dişlerini gıcırdatarak kolunu üzerinden çekmekten kaçındı.

“Bu senin ağabeyin Li Hui, en büyük,” Li Baoguo önce yirmi altı yirmi yedi yaşlarındaki bir adamı işaret etti ve sonra kenardaki daha genç kadını. “Bu senin yengen, bu ikisi de yeğenlerin… buraya gelin ve amca deyin!”

Kenarda televizyon izleyen iki küçük oğlan çocuğu eş zamanlı olarak başını Jiang Cheng’in olduğu yere çevirdi ama sonradan hiçbir şey duymamış gibi televizyona geri döndüler.

“Hey! Küçük piçler! Amcanıza hitap etmenizi söyledim!” Li Baoguo bağırdı.

İki çocuk bu sefer başlarını çevirmeye bile tenezzül etmedi.

“Siz çocuklar…” Li Baoguo devam etmek istermiş gibi onları işaret etti ama sonra ne diyeceğinden emin olamadı.

“Endişelenme, birbirimizi tanımıyoruz.” Jiang Cheng hafifçe, Li Baoguo’nun koluna vurdu. Aslında sadece Li Baoguo’nun yüksek sesinden, uçuşan tükürüklerinden ve omuzlarının etrafında bütün vücudunun sertleşmesine neden olan kolundan kurtulmak istiyordu.

“Daha sonra size geri döneceğim çocuklar!” Çok geçmeden Li Baoguo diğer kadını işaret etti. “Bu senin ablan, Li Qing, bu senin enişten… senin yeğenin, ona amca de!”

“Amca.” Yan tarafta duran dört beş yaşlarındaki küçük kız, sanki korkmuş gibi kısık bir sesle ona seslendi.

“Merhaba.” Jiang Cheng zorla gülümsedi.

Li Baoguo onu serbest bıraktı. Jiang Cheng onlara kıyafetlerini değiştireceğini söyledi ve hızla kendi odasında gözden kayboldu. Kapıyı kapatır kapatmaz, kapıya yaslandı ve gözlerini kapattı.

Kapıdan içeri girdiği andan beri, Li Baoguo dışında, insanlarla dolu odadaki kimse ona yüzlerinde küçük bir gülümseme izi bile sunmamıştı.

Li Baoguo onları birer birer tanıştırırken, herkes başıyla onaylamıştı ve tek bir kelime bile edilmemişti.

Bu tür bir mesafe ne hoş karşılanmadığı için ne de başka bir horgörü nedeniyleydi; tersine, şaşkınlık ve hissizlikten doğan doğal bir tepkiydi.

Daha korkunç olanı ise basınç altına alan atmosferdi.

Sadece iki dakikalık kısa bir süre içinde Jiang Cheng nefes almakta zorlanmaya başlamıştı.

Ceketini çıkardı ve bir eliyle duvarda kendini desteklerken birkaç ciğer dolusu nefes aldı, yavaşça verdi ardından aldı, sonra tekrar verdi ve sonunda hafifçe iç çekti.

Bu birkaç gün içinde kaç kere iç çektiğini bile hatırlayamıyordu, muhtemelen bir karşılama balonunu patlatmaya yeterdi.

Odasında birkaç dakika kaldıktan sonra, Li Baoguo diğer taraftan onu yüksek sesle çağırmaya başladı. Jiang Cheng yüzünü ovuşturdu, başka şansı olmadığı için kapıyı açtı ve dışarı çıktı.

Halihazırda odadaki herkes masanın etrafında yerini almıştı, sadece televizyona odaklanma becerisine sahip o küçük piçler bile oturmuştu – ve sadece oturmuyorlardı – çoktan yemeye başlamışlardı, kaburgaları tabaklarına almak için ellerini kullanıyor ve onları kemiriyorlardı.

“Hadi yiyelim.” Dedi Li Qing ve Jiang Cheng’in önündeki kaseyi almak üzere elini uzattı.

“Teşekkür ederim, kendim yapabilirim.” Jiang Cheng hızla kasesini aldı. ” Sen yemeye başla.”

“Onun doldurmasına izin ver.” Li Baoguo yan tarafta durdu ve söyledi. “Bu tarz şeylerin kadınlar tarafından yapılması gerekir.”

Jiang Cheng dondu, Li Qing elinden kaseyi aldı, tencerenin olduğu tarafa geçti ve kasesini pilavla doldurdu.

“Gel, bugün içmek zorundayız.” Li Baoguo yerden büyük ihtimalle Li Qing ya da Li Hui tarafından getirilmiş iki alkol şişesi kaldırdı. Daha Jiang Cheng ne alkolü olduğunu anlayamadan yanındaki dolap kapağını açtı ve şişeleri içine koydu. Ardından dolaptan başka bir şişe çıkardı “Bunu kendim yaptım, ok meyvesi şarabı.”

“Sadece Li Qing’in getirdiği iki şişeyi içelim.” Li Hui kısmen hoşnutsuz görünüyordu. “Her seferinde bu kendi çürümüş şarabını ortaya çıkarıyorsun, tadı bulaşık suyu gibi.”

“Oh,” Li Baoguo şarap şişesini masaya koydu. ” Bu moruğun şarabının iğrenç olduğunu mu düşünüyorsun? Beğenmiyorsan kendi şarabını getir, neden elin boş gelip bir de seçici davranıyorsun?”

“Baba, ne söylüyorsun?” Yenge ağzını açtı, ses tonu dargınlıkla doluydu. “Oğlun seni ziyaret etmeye geldi ve sen bir şeyler getirip getirmemesini eleştiriyorsun.”

“Sen çeneni kapat!” Li Baoguo’nun gözleri pörtledi. “Ne zamandan beri bu evde kadınların konuşma hakkı var!”

“Kadın olmanın nesi yanlış?!” Yengesi sesini yükseltti. “Bir kadın olarak ben olmasam, bu iki torununu nereden alacaktın? Torun sahibi olmak için kendi kızına mı güveniyorsun? Tek bir torun bile doğuramadı!”

Jiang Cheng tamamen şoka girdiğini hissetti, bu ailenin böylesine basit bir konuda tartışma çıkarabilmesinden kaynaklanan bir şok, ailenin uyumunu göstermesi amaçlanan bir yemek için kavga etmelerinden kaynaklanan bir şok ve oturan Li Qing ve eşini gördüğünde onların kendisinden daha da büyük bir şoka girdiğini gördü.

“Torunlarım var çünkü bir oğlum var!” Li Baoguo’nun sesi tavandaki lamba kablosunu titretebilecek yükseklikteydi. “Şimdi bir oğlum daha var. Eğer torun istersem, bu sadece birkaç dakikasını alır!” Li Hui, sen adam mısın değil misin, karın böyle iğrenç bir şekilde davranıyor ve sen tek bir bok bile söylemiyorsun!”

“Yaygara koparacak ne var!” Li Hui yemek çubuklarını masaya çarptı ve ayağa kalktı. Bu cümlenin Li Baoguo’ya mı yoksa eşine karşı mı söylendiği belli değildi.

“Neden bana soruyorsun? Ne için tartıştığımızı bilmiyor musun!” Yengesinin sesi tiz bir bağırmaya yükseldi.

Ses boğazından kaçtığında, elleri yemeğin içinde olan iki küçük piç başlarını aynı anda tavana doğra kaldırdı ve ağlamaya başladı. Ağlamaları biri alarmı tetiklemiş gibi geliyor, insanların beyinlerini ürpertiyordu.

Jiang Cheng ayağa kalktı, odasına gitti ve kapıyı arkasından kapattı.

Diğer taraftaki tartışma hâlâ sürüyordu, adamlar bağırıyor, kadınlar çığlık atıyor ve çocuklar yaygara yapmak için ses tellerini özgür bırakıyordu – ne yazık ki, yıpranmış kapı herhangi birini ümitsizliğe düşürecek sesleri engellemek için hiçbir şey yapamıyordu.

Bu zayıf tahta panelin arkasında gerçek ailesi duruyordu, televizyon dizilerinde izlemenin bile rahatsız edici olduğu türden bir aile. Onlar daima tepeden baktığı türden insanlardı, hayır, ‘tepeden bakmak’ bile değil, daha çok asla aldırmadığı türden insanlardı.

Bütün o yıllar boyunca bu çevrede büyümüş olsaydı, o da onlar gibi mi olurdu?

Kendi patlayıcı doğası, normalden uzun süren isyankar evresi – bunların hepsi genetik olarak mı aktarılmıştı?

Genlerine mi kodlanmıştı?

İsyankar evre? Belki de isyankar evre diye bir şey hiç olmamıştı.

Sadece korkutucu mizacıydı.

Birisi arkasındaki kapıyı çaldı, dışarıdaki insanlar hâlâ tartışmaya devam ediyorlardı, birinin sandalyeyi tekmeleme sesini bile duydu. Kapıya yaslanıyor olmasaydı, bu zayıf vuruşu duyamazdı.

“Jiang Cheng?” Li Qing’in aynı derecede yumuşak sesi duyuldu.

Birkaç saniye tereddüt etti, sonra döndü ve kapıyı hafifçe açtı, kapının dışında huzursuz bir şekilde bekleyen Li Qing’e baktı.

“İyi misin?” Li Qing sordu.

“İyiyim.” Jiang Cheng cevapladı.

Sen iyi misin? Bu sorunun Li Qing’e yöneltilmesi daha uygun olurdu.

“Bu…” Li Qing oturma odasındaki korkunç atmosfere bakmak için döndü. “Burada yemen için sana biraz yemek getirmemi ister misin?”

“Hayır, teşekkürler.” Jiang Cheng cevapladı. “Ben gerçekten… yiyebileceğimi sanmıyorum.”

Li Qing konuşmaya devam etmedi; bunun üzerine Jiang Cheng kapıyı kapattı ve kilitledi.

Bir süre odanın ortasında sersemce dikildikten sonra pencereye doğru yürüdü, elleri pencerenin tokasında çevirmeyi denedi.

Pencere kıpırdamadı.

Jiang Cheng geldiği günden beri bu pencereyi açmaya çalışıyordu, bir kere bile başarıya ulaşamamıştı. Pencere kaynakla kapatılmış gibiydi ve ince bir çizgi genişliği kadar bile kıpırdamayı reddediyordu.

Jiang Cheng öfkeyle birkaç kere daha tokayı çevirmeyi denedi, sonunda, itmeye başladı.

Ter içinde kalsa bile başarıya ulaşamadı.

Pencere paneline bakar, dışarıda bulunan kaosu dinlerken sadece, içinde bir şeyler patlamak üzereymiş gibi hissedebiliyordu

Arkasındaki sandalyeyi almak için döndü ve şiddetle pencereye doğru fırlattı.

Cam pencere muazzam derecede keskin bir ses kuvvetiyle kırıldı.

Bu ses Jiang Cheng’i tümüyle rahat hissettirdi, vücudundaki bütün gözenekler açıldı. Sandalyeyi bir kere daha kaldırdı ve tekrar çarptı.

Paramparça olmuş cam, kırılmış parçalarla yere saçılmıştı.

Çarptı, tekrar ve tekrar – oturma odasındaki tartışma sesleri kapıya vuruşlara dönüştü ama Jiang Cheng dinlemeye isteksizdi.

Cam tamamen kırıldığında, pencerenin çerçevesini hedefledi ve tekme attı.

Pencere en sonunda açıldı.

Anahtarların dönüş sesi odanın diğer tarafından duyuldu. Bir eli destek için pencere pervazında, dışarı atladı.

Siktiğimin biyolojiği.

Siktiğimin biyolojiği
cr @ 机申没充电

cr @ 机申没充电

SONRAKİ BÖLÜM