SAYE 20. Bölüm

Share

Gu Fei çoğu zaman zahmete girmekten nefret ederdi ve sıkıntılı olaylara burnunu sokmayı sevmezdi. Ancak bu bölgede büyürken, günlük olarak bela çıkardı. Normalde dizilerde sergilenen her türlü dramatik senaryo burada görülebilirdi – ve sadece sıkıntılar nispeten daha kötüydü.

Sıkıldığında, televizyon izliyormuş gibi bu sahnelerin vuku bulmasını izlerdi ve oldukça uzun bir zaman, Ding Zhuxin için şarkı yazma ilhamı en alt tabakada, umutsuzca, çılgınca savaşan ve başkaları tarafından görünmeyen bu insanlardan gelmişti.

Onun umutsuzluğa düşmesini izledin, yine de o canlılıkla dolu bir şekilde yaşıyormuş gibi görünüyordu ve senin hüznüne güldü.

Li Baoguo’nun birileri tarafından yerde yuvarlanana kadar dayak yemesi gibi olaylar çoğunlukla görülüyordu. Ana karakter bazen aynı kişi olurdu, bazen değişirdi, gerçi bunların hiçbiri ilgisini çekmiyordu.

Normal bir zamanda, burada olur, bisikletinin arka koltuğuna oturur ve bir süre izlerdi.

Ama bugün, seyirci kalamazdı.

Jiang Cheng açıkça o kişinin Li Baoguo olduğunu anladıktan sonra, yüzündeki ifade birdenbire değişti, Gu Fei bundan ne anlam çıkaracağını bilmiyordu – şaşkın mı yoksa kafası karışık mı olduğu belirsizdi.

Eğer Jiang Cheng’le daha samimi olsaydı -Wang Jiuri’yle sahip olduğu aynı samimiyet seviyesinde- kesinlikle Jiang Cheng’i geri çeker ve oraya gitmesine engel olurdu.

Bu tarz olaylar genelde ölüme sebep olmazdı ve hiçbir şekilde iki taraf da iyi insanlar olmasa da kimse haksız yere dayak yemezdi. Birkaç kemik kırmak ve birkaç damla kan dökmek iyi bir ders almak içindi, bazen birkaç halledilmemiş sorunu bile çözebilirdi.

Jiang Cheng sessizce dönerken ve onlara doğru yürürken hiçbir şey söylemedi – Gu Fei uğursuz bir hissin ayaklandığını hissetti. Tam olarak sempati değildi, bu dünyada sempatiye ihtiyacı olan çok fazla insan vardı, nitekim kimin kime sempati duyduğu çok önemli de değildi.

Bu muhtemelen acizlikti.

Gu Fei bilmiyordu, ne eskiden Li Baoguo’nun daha küçük bir oğlu olduğunu ne de Li Baoguo’nun iddia ettiği gibi -onu uzaklara göndermişti çünkü onu yetiştirecek parası yoktu- olup olmadığını. Li Baoguo gibi bir insan, Jiang Cheng’i sattığını iddia etse de şaşırtıcı olmazdı.

Herhangi bir şekilde Jiang Cheng’in bu konudaki düşüncelerine de ulaşamıyordu; onun gururlu mizacı onu burada büyümüş olanlardan sert bir şekilde ayırıyordu. Böyle bir insan, böyle bir sahneyle karşılaşmak ve böyle bir… baba, bunu yaşamanın nasıl olduğunu ancak Tanrı bilirdi.

Neyse, onlara mutlak bir sessizlik içinde yaklaştı ve belki Li Baoguo ile olan ilişkisi ona çok yabancı olduğu için, ne kaygılı bir şaşkınlığa ne de öfkeye kapılmış gibi görünmüyordu.

Gu Fei miskin miskin sırtını esnetti ve bir düzine metre uzaklıktan, çok yavaşça onlara doğru ilerledi, yürürken aynı zamanda gözlüğünü de takıyordu.

Jiang Cheng kavgaya müdahale etmeye çalışmadı, tek bir kelime bile söylemedi. Çantasını duvara attı, onlara doğru yürüdü ve bir dirseğiyle, Li Baoguo’nun kafasını tekmelemekle meşgul olan kişinin sırtına vurdu.

Jiang Cheng dirseğini nasıl kullanacağı konusunda kesinlikle bilgiliydi, darbelerinin hepsi de oldukça güçlüydü – Gu Fei deneyimlemişti.

Bu darbe ile o kişi bağırdı ve arkasına döndü. Gu Fei onun çelik fabrikasından biri olduğunu fark etti, lakabı Da Dio*’ydu, ancak kimse bu ismin onun gerçek vücut koşullarına dayanıp dayanmadığını kanıtlayamazdı. Bu insanlar düzenli olarak kart oynamaya gelirdi ve normalde diğerlerini alıkoyarken yalnızca kendilerine kurnaz hileler yapma izin verirlerdi.
*Da Diao = erkek cinsel organı

Da Dia tepki veremeden önce, Jiang Cheng doğrudan daha yeni dönmüş yüzünü hedefledi ve kendi alnıyla ona çarptı – tam burun köprüsünün ortasına.

Gu Fei ansızın kendi burnunun da hafifçe çınladığını hissetti.

Hemen ardından, Jiang Cheng Da Diao’yu yakasından kavradı ve sertçe yana itti; Da Diao tökezledi ve arkasında duran iki kişinin kollarına düştü.

Başları aşağıda Li Baoguo’ya saldırmaya odaklanmış kişiler kısa süre içinde birinin arkalarından saldırdığını fark etti, küfür ederken, anlık kaosu göz ardı ederek kendilerini toparladılar ve dikkatlerini Jiang Cheng’e çevirdiler.

“Lanet olası! Ne siktiğimi istiyorsun?” Biri sövdü, bir elini kaldırarak tam Jiang Cheng’e doğru bir yumruk savurdu.

Gu Fei’yi şaşırtan bir şekilde, Jiang Cheng geri çekilme zahmetine bile girmedi. Doğrudan yumruğa hücum etti ve kendi yumruğunu şiddetle diğerinin sol gözüne indirmeden önce yumruğun gözünü sıyırmasına müsaade etti.

Ve işte böyle, şaşkınlık içinde yüzen kişiler tamamen zıvanadan çıktı. Topluca yerde top haline büzülmüş Li Baoguo’dan vazgeçtiler ve yükseltilmiş yumruklarla Jiang Cheng’in üzerine atıldılar.

Gu Fei kaşlarını çattı, etrafa baktığında zeminin oldukça açık olduğunu gördü – Jiang Cheng uzun süre dayanamazsa ve yardım etmesi gerekirse, görünüşte tek bir tuğla bile yoktu.

“Vurma!” Li Baoguo yerde ezilmişken başını tuttu ve haykırdı, “Vurmayı kes!”

Jiang Cheng’e doğru pike yapan insanlar onu bilgilendirme zahmetine girmedi. Hiçbirinin üzerinde silah olmamasına rağmen, vücut yapıları genişti – onlar tarafından atılan bir yumruğa dayanabilmek oldukça olağanüstüydü.

Bir, iki, üç, dört, Gu Fei yavaşça saydı, Jiang Cheng’i çevreleyen dört kişi vardı. Ayrıca sığamayan ve bunun yerine görünmez çemberin dışında etrafta zıplayan biri de vardı.

Ancak o kişi üçüncü kere zıplayamadan önce, biri çemberden dışarı uçtu ve zemine indi.

Jiang Cheng tarafından defedilmişti.

Hemen ardından Jiang Cheng çemberden dışarı fırladı ve bir ayağıyla doğrudan yerde yatan adamın midesini hedef aldı.

“Siktir!” Da Diao’nun yüzünden akan kan bütün yüzünü lekelemişti. Haykırıp zıplarken, Jiang Cheng’in arkasından bir tekme attı; duruşu uygun değildi, yine de tamamen güçle doluydu.

Jiang Cheng nihayet tamamen durmadan ve ağzının kenarını silmek için elini kaldırmadan önce ileri doğru birkaç adım tökezledi.

Arkasına döndüğünde, Da Diao’nun ikinci bir tekmeye momentum kazandırmak için koştuğunu gördü. Jiang Cheng kıpırdamadı ve Da Diao zıpladığında, aniden öne eğildi, koluyla Da Diao’nun…da diao’suna nişan alarak ileri hücum etti.

Da Diao tek bir ses bile çıkaramadı ve tam o şekilde yere düştü, ağzı açık bir şekilde nefesi kesildi – keskin acıyla dolu bir yüz.

Gu Fei gözlüğünü kaldırdı, doğru gördüyse, Jiang Cheng o darbeyle muhtemelen tam o ‘noktaya’ vurmamıştı, aksi taktirde, muhtemelen Da Diao şimdiye kadar acıdan bayılmış olurdu.

Kazara mı kaçırmıştı yoksa böyle bir durumda bile, Jiang Cheng hala öfkesini kontrol edebiliyor ve sınırı aşmaktan kaçınabiliyor muydu?

Ama Da Diao’nun açıkça acıklı duruşu nedeniyle, arkadaşları -İki, Üç, Dört, Beş, Diao- anlık bir tereddüte düştüler.

Bu insanlar böyledir. Li Baoguo gibi birini dövdüklerinde, hepsi cesaretli savaşçılarmış gibi davranır, ama daha zor biriyle karşı karşıya geldiklerinde, anında bir korkak olurlar. Teke tek girmekten korkuyorlardı, on binler gönderilse bile, hala birinin liderliği ele geçirmesini beklemek zorundalardı.

Ancak o anlık tereddütte, Jiang Cheng çoktan tekrar onlara doğru atılmıştı, yırtıcı bir şekilde önde duran kişiye vuruyordu. Belki de, bir xuebanın öğrenme becerisinden dolayı, gerçekten de bu vuruş için sıçramıştı -Da Diao’dan öğrenilmiş bir hareket- bununla beraber onun duruşu çok, çok daha güzeldi.

Sadece bu da değil, kullandığı omzuydu, sıçradığında, omzu karganın uçuşu gibi o kişinin çenesini buldu.

O kişi birden geri çekilene kadar darbe aldı ve yere yıkılmadan önce gözleri bir sıçrayışla gökyüzüyle buluştu – Ancak bu darbe dilini ısırmasına sebep olduğu için miydi, yoksa dudağını kesmesine neden olduğu için miydi bilinmiyordu ama ağzını kapattı ve elini gevşetir gevşetmez, her tarafı kanla kaplıydı.

İkisi alaşağı edildikten sonra, geri kalan üçlü muhtemelen bir parça tehdit altında hissetti ama sayıların kendi taraflarında olduğunu ve üstünlüğün onlarda olduğunu gördükten sonra, eş zamanlı olarak Jiang Cheng’in üzerine geldiler.

Jiang Cheng az önce kuşatıldığında yaralandığını fark etti ve bu sırada kaçmadığı için ortada çevrelendi.

Gu Fei açıkça onun midesine ve beline birkaç sert yumruk yediğini görebiliyordu; iç çekti ve onlara doğru yürüdü. 

Kaldırımdan aşağı yürüdüğü anda, Jiang Cheng’in birini altına aldığını gördü. Yüzü zemine bastırıldı, birkaç süratli ve keskin salınımın ardından -ikisi ağır bir şekilde boynuna inmişti- şahıs inlemeler ve öksürükler arasında debelendi.

Jiang Cheng’i arkadaşlarının üstünden almakta başarısız olan ikili, sonuç olarak bacaklarını kaldırdı ve onun sırtını tekmeledi. Bu tekmelerin birkaçına tahammül ettikten sonra, Jiang Cheng kolunu arkaya savurdu ve bacaklardan birini kavradı ardından sert, ani bir çekiş ve vücudunun dönüşüyle onu aşağı bastırdı.

O kişi esnek değildi ve açıkça böylesine güçlü bir bükülmeye dayanamıyordu – gırtlağından kopan iniltinin yüksek sesinden belliydi. Gücü yoktu ama buna rağmen tekme atma girişiminde bulunduğunda, sadece Jiang Cheng’e doğru savurabildi ki savuruşunda bile güç yoktu.

O anda, hala bacağını kaldırmış halde bulunan diğer kişi; Gu Fei onun Jiang Cheng’in başının arkasını hedeflediğini gördü.

“Hey!” Gu Fei haykırdı ve kıvrakça çantasından bir sözlük çıkardı.

O kişi yukarı baktığında, Gu Fei sözlüğü vahşice onun yüzüne çarptı.

Bir İngilizce-Çince sözlük – her kim İngilizce dersine getirmezse, Lao Lu ona sinirlenirdi. Pahalı olmamasına rağmen, yine de oldukça kullanışlı ve ciltli türdendi. Gu Fei daha önce hiç açmamıştı, bunun sonucu olarak, sağlamlığı ilk satın alındığı halini sürdürüyordu – bu yüzden, açılmadan uçarken, bir tuğlayla aynı etkiyi yaratarak yüzüne çarptı.

O kişi sözlükle vurulduktan sonra, dikkatsizce, tamamen hareketsiz kaldı, Gu Fei’ye baktı.

Gu Fei sözlüğünü almaya giderken konuşmadı, üzerindeki tozları pantolonuna sildi ve çantasına geri koydu.

O anda, Jiang Cheng de elini o şahsın bacağından gevşetti ve ayağa kalktı.

“Seni siktiği…” Sözlük darbesinden acı çeken kişi Jiang Cheng’e dik dik baktı, ne söyleyeceğinden emin değildi zaten bitiremeden önce Jiang Cheng sözünü kesti.

“Başka bir şey var mı?”

Ayakta olan ve yerde olan serseme döndü, kimse konuşmadı.

“Başka bir şey yoksa, gidiyorum.” Jiang Cheng okul çantasını almak için arkasını döndü ve diğer sokağa doğru yürüdü.

“Onu tanıyor musun?” Biri Gu Fei’ye sordu.

Gu Fei ona göz ucuyla baktı: “Sadece defol.”

Acıyor.

Bütün vücudu acıyordu ve tam olarak hangi kısmının acıdığını bile tam olarak söyleyemiyordu.

Jiang Cheng dişlerini sıktı, ileri attığı her adım tek kelimeyle yorucu hissettiriyordu.

Ancak canlandırıcıydı da, maraton koşmak gibi – ağrı, acı ve güçsüzlük, yine de her derin soluk içine işliyordu ve her nefes bağırsaklarına kadar soğutuyordu.

Li Baoguo’nun tam olarak neden dayak yediğini, açıkçası sormak istemişti ama bunu atlattıktan sonra, artık bilmek istemiyordu. Sadece bu kişinin nasıl yaşadığını biliyordu, yaşamak için yerde sürünerek – ister kendisi ister Li Baoguo olsun, hiçbir şey değişmeyecekti.

Mutlak öfke ve umutsuzluk.

Tahrik, nefret – hepsi bunlardan kaynaklanıyordu.

O, o kadar da iyi bir insan değildi. Kimseyi kurtarmak ya da değiştirmek istemiyordu. Sadece o adamın biyolojik babası olduğu düşüncesine sahipti. Bunu ne yaparsa yapsın yok edemezdi, bu yüzden uyum sağlamaya çalışmak zorundaydı.

Ancak sadece Li Baoguo’nun bayağılığına, dağınıklığına, erkek şovenizmine, kumar bağımlılığına, alkol bağımlılığına uyum sağlamayı deneyebilirdi, bununla beraber, Li Baoguo’nun yalnızca bunları sergilemediğini keşfetmişti. Hepsi uyum sağlamayı ve kabullenmeyi deneyemeyeceği kadar fazlaydı, azar azar gözlerinin önünde sergileniyorlardı.

Hırsızlık, yerde yuvarlanana kadar dayak yemek.

Daha ne vardı ve daha kaç tane?

Biri arkasından ıslık çaldı.

Başını çevirmeden bile, onun Gu Fei olduğunu biliyordu, bu yüzden, dönmedi – dönmek boynunun acıyacağı anlamına geliyordu.

“Gidip hastanede kontrol ettir.” Gu Fei arkasından konuştu.

“Gerek yok.” Jiang Cheng depresif bir şekilde cevapladı.

“İddaya girmek ister misin?” Gu Fei ona yetişmedi yalnızca arkasından takip etti.

“Ne?” Dedi Jiang Cheng.

“Kaburgan kırık.” Dedi Gu Fei. “Gidip kontrol ettir. Eğer kırıksa, bir hafta boyunca benim ödevlerimi yapmak ve sınavlarda senden kopya çekmeme izin vermek zorundasın, ama kırık değilse, sana yemek ısmarlayacağım.”

Jiang Cheng durdu.

Gu Fei yürümeye devam etti ve yanında durdu, “Kırık mı?”

“Bilmiyorum, daha önce hiçbir yerimi kırmadım – hiç deneyimlemedim.” Jiang Cheng ona doğru bir bakış attı, “Sen deneyimli olmalısın, sık sık kırar mısın?”

Gu Fei güldü: “Biraz önce o adamın boynunu kırmasına izin vermeliydim.”

“Onun için teşekkürler.” Dedi Jiang Cheng.

∞ 

Kaburgam kırılmış olmalı… Jiang Cheng normalde kavga ettiğinde böyle hissederdi, midesine çarpan herhangi bir vuruşta, ama uzun zaman geçtikten sonra bu kadar çok ağrımamalıydı.

“En yakın hastane hangisi?” Jiang Cheng sordu.

“Kömür ocağı hastanesi,” Dedi Gu Fei. “Taksiyle beş dakika.”

“Mm” Jiang Cheng ileri doğru birkaç adım attı ardından dişlerini gıcırdattı ve arkasına döndü, “Teşekkürler.”

“O kadar kibarsın ki reverans yapıp ‘önemli değil’ demek istememe sebep oluyorsun.” Dedi Gu Fei.

Jiang Cheng daha fazla konuşmadı. Sokaktan çıktıktan ve sadece iki dakika bekledikten sonra, biraz şansla, önünden bir taksi geçti ve o taksiyi durdurdu.

Şoför: “Sonraki vardiyaya devrediyorum. Başka bir taksi bulmalısın.”

“Hastaneye gitmek zorundayım, biraz sonra, sokakta öleceğim.” Jiang Cheng ona baktı, “Muhtemelen akut gastroenteritim var.”

Şoför ona baktı: “Bin o zaman, seni hastaneye götürdükten sonra devredeceğim.”

“Teşekkür ederim.” Jiang Cheng arabaya bindi.

Arka koltuğa oturduğu anda, neredeyse acıdan ağlayacaktı – pozisyon değişikliği sağ taraftaki kaburgalarının sanki tekrar yumruk yemiş gibi acımasına sebep olmuştu.

“Birileriyle kavga ettin, değil mi?” Şoför sürerken, dikiz aynasından ona bakıyordu. “Akut gastroenterit yüzünü yaralamaz.”

“Yüzüm mü yaralanmış?” Jiang Cheng sordu – ağzındaki yara, onu kan kokusu aldığı andan beri biliyordu.

Şoför güldü: “Orada ama ciddi görünmüyor, kesinlikle görünüşüne zarar vermeyecek.”

“Ah,” Jiang Cheng mırıldandı.

“Genç adam, çok dürtüsel olma,” Dedi şoför. “Sana bir şey olursa umursamaz olabilirsin, ama ailen endişelenecektir. Söylesene, öyle değil mi?”

“…mm” Jiang Cheng yapmacık bir gülümsemeyle dudaklarının kenarını geri çekti.

Muhtemelen dudaklarının kenarı da yaralanmıştı, bu hafif çekişle bile acı kulaklarına kadar yayılmıştı.

Ailen endişelenecektir.

Söylesene, öyle değil mi?

Gerçekten mi?

Hangi aile ha?

Önceki ailesi şu anki durumunu hiçbir şekilde bilemezdi ki daha önce kavga ettiğinde de bilmelerine izin vermezdi, yine de şimdi… babası yanındaydı ve hiçbir şey söylemeden başını tutuyordu.

Ve oradan ayrıldığında, Li Baoguo ona bakmadı bile.

Kim endişelenecek ha?

Ne kadar komik.

Hastaneye vardığında, acile gitti ama orada kimse yoktu.

Doktora kaburgasının kırık olabileceğini söyledikten sonra, doktor elini göğüs kafesinin etrafına koydu ve bastırdı: “Herhangi bir yer acıyor mu?”

Jiang Cheng ciddi bir şekilde hissetmeye çalıştı, “…hayır.”

“Acımadı mı?” dedi doktor, “Bakmama izin ver.”

Jiang Cheng montunun fermuarını açtı ve kazağını kaldırmak için başını eğdiğinde, birdenbire üzerinde kan lekeleri gördü. Donakaldı, “Bu da ne?”

Doktor gömleğini kaldırdı: “Burayı kestin, değil mi? Görünüşe bakılırsa, kırık gibi görünmüyor… krepitus olup olmadığına bakmak için dinlememe izin ver.”
*Kemik krepitusu: Kırığın iki kenarı birbirine sürtündüğünde çıkan ses

“…oh.” Jiang Cheng yaralanmasına ve epeyce fazla kan kaybetmesine rağmen kıyafetlerinin yırtılmamasına sebep olan olağanüstü olay karşısında şaşkına döndü.

Doktor etraflıca inceledi ve en sonunda yaranın üzerine bastırdı: “Kemik mi ağrıyor?”

“Kas.” Jiang Cheng cevapladı.

“Kırık yok.” Dedi doktor. “Hala endişeleniyorsan, röntgen çekebiliriz.”

Jiang Cheng rahat bir nefes verdi: “Gerek yok.”

Göğüs kafesinin üzerindeki yara ciddi değildi ve doktor basitçe bir parça gazlı bezle tedavi etmişti.

Jiang Cheng hastane sandalyesinde oturdu ve uzun bir süre boş boş baktı. Eninde sonunda vücudunu delik deşik eden acı yavaşça yatıştı ve başlangıçta derinlerde patlamış gibi görünen kasında yoğunlaşan ağrı hafifledi.

Parmağını kıyafetlerinin üzerinden teker teker kaburgalarına bastırdı ama hiçbir şey hissetmedi –neresi olursa olsun.

Lanet olsun!

Gu Fei, o akıl hastası. Sanki çok tecrübesi varmış gibi, kanısında çok olumlu görünüyordu. Jiang Cheng’in hastaneye gitme niyeti yoktu ama şimdi öyle yapacak kadar korkmuştu.

Yine de, kaburgasının kırılmadığını öğrendiğindeki ilk tepkisi şaşırtıcı bir şekilde bunun basketbol turnuvasını etkilemeyecek olması olmuştu – mükemmel.

Aslında oldukça güçlü bir kolektif onur duygusuna sahipti, belki de, Lao Xu’nun cömert sevgisi sessizliğe yönelmişti.*
*”…aşk sırılsıklam yine de hiç ses çıkarmıyor” Muhtemelen Du Fu’nun “Bahar Gecesinde Keyif Dolu Bir Yağmur” şiirinden türetilmiş.

Çantasında telefon çaldı ve çıkarırken ekrandaki numarayı gördü, donakaldı.

Annesi arıyordu. Dört kişilik ailesinin numarasını çoktan telefonundan silmiş olmasına rağmen, böylesine kısa bir sürede annesinin numarasını zihninden silemezdi.

“Merhaba.” Aramayı cevapladı.

“Xiao Cheng?” Annesinin sesi diğer taraftan taşındı, “Bir süredir seninle konuşamadık, evde birçok şey oluyor, nasıl gidiyor?”

Jiang Cheng uzun bir süre sessiz kaldı ve konuşmadı. Ne ne söyleyeceğini biliyordu ne de ne söyleyebileceğini. Zihni az önceki kavga sahnesi gibi karmakarışıktı, geriye sadece uğultulu bir ses kalmıştı.

“Gönderdiğim her şeyi aldın mı?” Annesi tekrar sordu.

“Aldım.” Jiang Cheng gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı.

“Sen ve senin… baban, nasıl geçiniyorsunuz?” Annesi sordu.

“Oldukça iyi.” Jiang Cheng dudağını ısırdı, bununla beraber dudağının yırtılan kenarının acısı kaşlarını çatmasına neden oldu, “Sonuçta o benim babam.”

Annesi güldü: “Bu iyi, başlangıçta onun oldukça kaba bir insan olduğunu düşündüğüm için biraz endişelendim. Korktum ki sen…”

“Ben iyiyim.” Dedi Jiang Cheng.

Annesi diğer tarafta sessiz kaldı, konuşacak bir konu bulmaya çalışıyormuş gibiydi.

“Oldukça iyi idare ediyorum.” Jiang Cheng başını eğdi ve ayakkabılarına baktı, bir bölümünün çamur içinde kalması için ne zaman üzerine basıldığından habersizdi. “Endişelenme.”

“Xiao Cheng…” Annesi ona seslendi ve ardından iç çekti.

“Şimdi iyiyim ve oldukça alıştım. Hala yapacak işlerim var.” Dedi Jiang Cheng. “Gitmeliyim.”

Annesinin konuşması için beklemeden, aramayı sonlandırdı.

Bir süre dalgın bir şekilde siyah ekrana baktıktan sonra ayağa kalktı ve hastaneden ayrıldı.

“Uğramayacaktım.” Yi Jing çantası kollarının arasında, yazar kasanın önünde durdu. “Ama tesadüfen buradan geçiyordum… Xu Zhong sizin basketbol turnuvası için hazırlandığınızı söyledi. Muhtemelen dönem ortası sınavını gözden geçirecek zamanın olmadığını düşünüyordum, öyle değil mi?”

“Zamanım olsa da gözden geçirmiyorum ki.” Gu Fei onun için bir bardak sıcak su koydu ve içine bir dilim limon attı. “Lao Xu’dan daha kaygılısın.”

“O yüzden değil.” Yi Jing ürkekçe gülümsedi. “Birikmiş çok boş zamanım var.”

Gu Fei de gülümsedi: “Elbette, bugünkü ödevi kopyalamama izin vermeye ne dersin, ben…”

“Kopyalamak yok.” Yi Jing anında konuştu. “Anlamadığın bir şey olursa, sana öğretebilirim.”

Bunun üzerine Gu Fei, kolayca Jiang Cheng’inkini kopyalayabilirim diye düşündü, ama yine de çantasından ders kitabını çıkardı: “İyi, o zaman bana İngilizce öğret, bugün sadece İngilizce ödevini yapmayı planlıyorum.”

“Tamam,” Yi Jing iç çekti. “İngilizce yapmamaktan korktuğun tek ödev, değil mi?”

“Mm,” Gu Fei ayağa kalktı ve kenardaki küçük masaya ilerledi. “Lao Lu’nun ödevi kimsenin yokluğundan korkmayacağı bir şey değil.”

Yi Jing bir tabure çekti ve oturdu. Ders kitabını açtı ve Gu Fei’yle beraber sorular üzerinde çalışmaya başladı.

Gu Fei’nin ilgisi akıntıya kapılmıştı – ders çalışmakla alakalı her şeyde, her zaman akıntıya kapılıyordu. Şu an önünde Lao Lu oturuyor olsaydı bile, zihni yine de evreni merak ediyor olacaktı.

Yi Jing, Lao Xu’nun bir numaralı yardım eliydi ve Lao Xu gibi bu sınıfa karşı hevesli bir tutkuyla dolu bir kalbe sahipti. Her ne kadar son sömestr, pozisyonunu kabul ettiğinde bireysel çalışma sırasında Wang Xu onu – iki kere – ağlayacak kadar sinirlendirse de, hala baştaki tutkusunu unutmamıştı.

“Bu…” Yi Jing karalama kağıdına yazarken konuştu. “Buraya bak…”

Dükkanın perdeleri biri tarafından kaldırıldı ve Gu Fei döndüğünde girişte bir eliyle hala perdeyi yukarda tutan, donakalmış bir Jiang Cheng gördü.

“Jiang Cheng?” Yi Jing bakmak için döndü ve ona kısmen hayretle baktı.

“Ah,” Jiang Cheng yanıtladı, görünüşte biraz garip, dışarıyı işaret etti. “Ben çıkayım…”

“Hayır, yapma, bir şey için Gu Fei’ye mi ihtiyacın var?” Yi Jing anında cevapladı ve kısmen garip bir şekilde ayağa kalktı, “Buraya ona ödevini öğretmeye geldim… eğer konuşacaklarınız varsa, ben önden ayrılayım… aslında neden sen ona öğretmiyorsun?”

“Ha?” Jiang Cheng bir kez daha donakaldı.

“Lu Laoshi İngilizce notlarının oldukça iyi olduğunu söyledi.” Yi Jing tüm eşyalarını toplarken gülümsedi. “O zaman ben gidiyorum.”

“Hey, sen…” Jiang Cheng cümlesini bitirme şansı bulamadı, Yi Jing utanç içinde yanından geçip gitmişti.

“Göstermek için hastaneye gittin mi?” Gu Fei sordu.

“Hmm.” Jiang Cheng içeri girdi, depo rafının yanında dikilirken tereddüt etti. “Bana yemek ısmarla.”

“Kırık değil mi?” Gu Fei şaşırdı.

“Ne, kırık olmadığı için hayal kırıklığına mı uğradın?” Dedi Jiang Cheng. “O zaman neden buraya gelip benim için kırmıyorsun.”

“Ne yemek istersin?” Gu Fei sordu.

“Bilmiyorum, her şey olur.” Jiang Cheng kaşlarını çattı. “Açlıktan ölüyorum ve kızgınım.”

“Tamam.” Gu Fei ayağa kalktı ve biraz düşündü. “Seni en sevdiğim yiyeceği yemeye götüreceğim.”