Pencereden atladığı anda, soğuk rüzgar nefesine aktı, gözeneklerinden içine sızdı ve tamamen vücuduna nüfuz etti.
Mükemmel hissettirdi.
Pencereden aşağı düşen kırılan cam hala ayağının altında kısa ve keskin sesler çıkarıyordu – Jiang Cheng en sonunda boğulma duygusunun ortadan kaybolduğunu hissetti.
Dışarıdaki gökyüzü sokak ışıkları olmadan tam bir karanlıkla örtülüydü. Ay arkasında çeşitli hanelerin pencerelerinden görülebilen belirsiz bir ışık bırakarak bilinmeyen bir yere gitmişti ki bu binanın kardan temizlenmemiş büyük arka kısmında olduğunu hayal meyal görmesini mümkün kılıyordu.
Jiang Cheng cebinden telefonunu çıkardı ve binanın arkasından küçük bir sokağın sonuna kadar derin ve hafif adımlarla karda ilerlemeden önce el fenerini açtı.
İleride yolu olmayan küçük bir tür fabrika vardı.
Durdu ve karanlığın içinde ayakta dikildi.
Muazzam patlamasından sonra, soğuk havada yavaşça sakinleşmişti ve şimdi kısmen kayıp hissediyordu.
Nereye gitmeli?
Ne yapmalı?
Amacı ya da hedefi olmadan.
Telefonundaki saate baktı ve şimdi ne yapması gerektiğini zihninde tarttı.
Aşırı soğuk, kahretsin. Mevcut durumda pencereden atlarken ceketini giymeyi unutmuştu.
Telefonunun ekranında küçük bir leke vardı. Silmek için parmağını kullandı, ne yazık ki, önceki leke silinmediği gibi yanına bir yenisi de eklendi.
Oldukça karanlık çevre, ne lekesi olduğunu açıkça görmesini neredeyse imkansız hale getiren suçluydu. Jiang Cheng sadece belli belirsiz parmaklarının ıslak olduğunu hissedebiliyordu.
Ne var ki kısa süre sonra tepki verdi ve telefonunun ekranını parmaklarına çevirip araştırdı.
Kan.
“Siktir.” Kısık bir sesle söyledi.
Bu bir parça korkutucuydu – kanlı bir el.
Acı soğuk elini biraz olsun uyuşturmuştu, hiçbir şekilde acı hissetmiyordu; avucunun içindeki kesiği bulana kadar inceledi.
Oldukça derindi – kan hiçbir durma belirtisi göstermeden fışkırıyordu.
Jiang Cheng her iki taraftaki ceplerini de araştırmasına rağmen tek bir kağıt kupürü bile bulamadı –tüm yapabildiği kazağının köşesini aşağı çekmek ve sıkıca avucunun içinde tutmaktı.
Aslına bakılırsa böylesine soğuk bir gün bile yarayı donduramamıştı.
…aynen öyle, böylesine soğuk bir gün.
Ceketi bile yoktu.
Lanet olsun!
Ne var ki Jiang Cheng şu ana kadarki kemik donduran soğuktan aniden endişelenmiş gibi görünüyordu.
Ceket yok, para yok ve durmaksızın akan kan.
İstikameti değerlendirdi ve küçük sokağın kenarındaki kavşağa doğru koştu; Li Baoguo orada ilk önce yarasının sarılması ve sonra da sıcak kalmak için yardım isteyebileceği bir sağlık ocağı olduğundan bahsetmişti.
Birkaç adım koştuktan sonra, soğuğa zar zor tahammül edebiliyordu – koşu, atlama ve sekmelere evrildi, bir süre sonra kendi nefesinin ılıklığını bile hissedemedi.
Aşırı soğuk!
Li Baoguo sağlık ocağının açıkça belli olmadığını söylemişti – aslında yanılmıyordu; çok daha belirsizdi ve Jiang Cheng ancak tekrar geçtiğinde görebilmişti.
Işıkları bile açık değildi.
…ışıklar açık değil mi?
Şaşkına döndü, ışıklar açık değildi.
Ancak ön kapıya bakmak için gözlerini kıstığında orada bir tabela olduğunu gördü. Acı soğuk istemsizce gözlerini titretti ve daha iyi görebilmek için yaklaştı; genel fikir doktorun akşam yemeği için evine döndüğüydü.
“…yok artık!” İki kere kapıyı çaldı ama cevap yoktu.
Tabelanın üzerinde bir telefon numarası vardı ama Jiang Cheng aramadı – şu bir gerçek ki arasaydı, doktor geri gelene kadar beklemek zorunda kalırdı; o zamana kadar çoktan donarak ölmüş olacağını tahmin etti.
Kaşlarını çattı ve bakmak için yana döndü.
Gu Fei’nin ailesinin dükkanı muhtemelen beş metrelik mesafedeydi ve ışıkları açıktı.
Gu Fei’nin onu tekrar zavallı bir durumda görmesi için oldukça isteksiz olmasına rağmen… sadece aşırı soğuktu!
Oraya atladı, dükkanın kapısını açtı ve perdeyi kaldırdı.
Sıcaklık, tamamen sertleşmiş vücudunu ve kasılı tendonlarını neredeyse o anda rahatlatarak yüzüne çarptı.
Ama sonra kendini tuttu ve boş boş baktı – biraz tuhaftı.
Gu Fei’nin dükkanına her girdiğinde hissettiği uygunsuzluk hissinin sebebinin ne olduğunu bilmiyordu.
Geçen sefer ‘bu shi hao niao’ nun oturduğu yerde şimdi küçük bir masa vardı ve üzerinde içinde bir şeyler pişen elektrikli bir ocak vardı – sıcağa göğüs geren bir tencere…bu muhtemelen kuzu eti çorbasıydı, kokusunu alabiliyordu.
Gu Fei, Gu Miao’ya bir kepçe çorba koyma sürecinin içindeydi.
Kapıya doğrudan bakan bir pozisyonda yirmi yaşlarında ya da üzerinde bir kadın vardı.
Aralarındaki kısmen büyük yaş farkı dışında üç kişilik bir aile gibi görünüyorlardı ve bu birdenbire Jiang Cheng’in doğru bir zamanda ortaya çıkmadığını düşünmesine neden oldu.
“Sen…” Gu Fei başını çevirdi ve Jiang Cheng’i gördüğünde şaşkınlığa düştü. “Neler oluyor?”
“Sormasan olmaz mı?” Dedi Jiang Cheng. “Ben sadece…buradan geçiyordum.”
“Arkadaşın mı?” Kadın Gu Fei’ye baktı ve sordu.
“Evet.” Gu Fei ayağa kalktı ve Jiang Cheng’e doğru yürüdü, bakışları eline düştü.
Kadın da ayağa kalktı: “Sorun ne…”
“İlk yardım çantası,” Gu Fei döndü ve konuştu.
“Tamam.” Kadın hızla küçük odaya yürüdü.
Bu sırada, Gu Miao elinde sıkıca tuttuğu kaşığıyla tamamen hareketsiz bir şekilde oturuyordu. Gözleri kocaman açılmıştı bir parça endişeyle onlara bakıyordu.
Jiang Cheng, Gu Fei’nin kendisine biraz daha yaklaştığını farketti, Gu Miao’nun bakış açısını engelliyordu – karşılık olarak elini saklamak için hızla arkasına götürdü.
“Odaya gir.” Dedi Gu Fei.
Jiang Cheng odaya giderken adımlarını çabuklaştırdı, kadın çoktan ilk yardım çantasını açmıştı, Jiang Cheng’i gördüğünde yumuşakça söyledi: “Elin?”
“Evet.” Jiang Cheng cevap verdi. “Sağlık ocağı…”
“Doktor bu saatlerde hep yemek yer.” Dedi kadın. “Ciddi mi? Önce yarayı dezenfekte edip temizlemene yardım edeceğim.”
“Ciddi değil.” Jiang Cheng tıbbi yardım çantasına baktı, her şey yerindeymiş gibi görünüyordu. “Kendim yapabilirim.”
“Tek elinle yapmak çok daha fazla çaba gerektirir ah,” Kadın güldü. “Sana yardım edersem daha hızlı olur.
“Bıçak yarası mı?” Gu Fei içeri girerken sordu.
“Hayır.” Jiang Cheng bir anlığına duraksadı ve kazağını kavrayan elini gevşetti.
Elini gevşettikten sonra baktığında tamamen şoka girdi – kazak çoktan geniş bir kan lekesiyle boyanmıştı.
“Sen…” Gu Fei, Jiang Cheng’in eline bakarken kaşlarını çattı ve kadınla konuşmadan önce kazağına doğru baktı. “Benim yapmama izin ver.”
“Gerek yok, gerçekten bu küçücük yaradan korkar mıyım,” Kadın gülümsedi ve onu itti. “Sen sadece gidip Gu Miao’ya eşlik et, biraz önce oldukça kaygılı göründüğünü fark ettim.”
“Tamam…” Gu Fei bir anlığına tereddüt etti, ondan sonra döndü ve dışarı çıktı ama iki adım attıktan sonra durdu ve ikisini tanıştırmak için başını çevirdi. “Sınıf arkadaşım, Jiang Cheng. Bu benim ablam, Ding Zhu Xin.”
“Bana sadece Xin Jie diyebilirsin.” Ding Zhu Xin güldü ve Jiang Cheng’in elini kendine çekti. “Bir bakayım… yara oldukça derin görünüyor ah…”
“Gerçekten mi?” Jiang Cheng tepki verdi.
Zhu Xin? Bu isim ustaca düşünülmemişti – bambunun içi oyuktur.
Jiang Cheng, o günkü oldukça ani bir şekilde ortaya çıkan sanatsal düşünce zincirine karşı şaşkınlığını açığa vurdu.
“Önce temizlemek için salin kullanacağım.” Dedi Ding Zhu Xin. “Sonrasında da biraz tentürdiyot kullanacağım.”
“Hm.” Jiang Cheng onayladı. “Teşekkür ederim.”
“Rica ederim.” Dedi Ding Zhu Xin gülümseyerek.
Yükseğe ayarlanmış oda sıcaklığıyla vücudu kısa sürede ısındı ama yarasının acısı da uyanmıştı ve korkunç derecede acımaya başladı.
Ding Zhu Xin elindeki kanı temizlemeye yardım ettikten sonra, Jiang Cheng yaranın gerçekten de küçük olmadığını fark etti.
“Camla kesilmiş olmalı ha,” Dedi Ding Zhu Xin. ” Ne kadar da dikkatsizce.”
Jiang Cheng konuşmadı.
Gu Fei’nin ablasının soyadı Ding mi? Ablası annesinin soyadını mı almış?
Ve Ding Zhu Xin çok güzel olmasına ve neredeyse şeffaf olağanüstü soluk bir cilde sahip olmasına rağmen, Jiang Cheng’e göre gözlerini gizleyen uzun ve kalın kirpikleri Gu Miao ve Gu Fei’ninkilerden tamamen farklıydı.
“Sen Gu Fei’nin ablası mısın?” Jiang Cheng sordu.
“Biyolojik değil.” Ding Zhu Xin güldü. “Bana abla der, ailesinin üst katındaki dairede oturuyordum.”
“Oh,” Jiang Cheng de güldü.
“Büyümesini izledim, küçükken beni takip ederdi.” Ding Zhu Xin tentürdiyotu uyguladıktan sonra, ilk yardım çantasından gazlı bezi aldı ve yarasını kapattı. “Şimdilik böyle bırakabilirsin, sar ve daha sonra doktora göster.”
“Teşekkürler.” Jiang Cheng ayağa kalktı.
“Neden sürekli teşekkürler diyorsun ha,” Ding Zhu Xin ilk yardım çantasındaki her şeyi geri koyarken gelişigüzel şekilde konuştu. “Da Fei’ye yaraları için yardım ettiğim hiçbir seferde teşekkür ederim demedi.”
Gerçekten hiç terbiyesi yok.
Jiang Cheng kendi kendine konuşuyordu – tekrar düşündüğünde, belki de birbirlerinin huzurunda çok rahatlardır.
İçeri girdikten sonra, Ding Zhu Xin, Gu Fei’ye sadece birkaç kelime söylemiş olsa da oldukça samimi olduklarını hissedebilmişti – özellikle de Ding Zhu Xin başını yana çevirdiğinde, Jiang Cheng kulak memesinde küçük bir müzik notası görmüştü…
Abla mı? Cık.
Gu Fei’nin bu tarz bir tercihi olmasını beklemiyordu… kadına ne şekilde bakarsan bak, en az dört ya da beş yaş büyüktü.
“Demek Gu Fei’nin sınıf arkadaşısın?” Ding Zhu Xin sordu. ” Seni daha önce hiç görmedim gibi görünüyor… ama zaten sınıf arkadaşlarıyla pek de ilgisi yok.”
“Daha yeni nakil geldim.” Dedi Jiang Cheng.
“Demek öyle ha.” Ding Zhu Jin, Jiang Cheng’e baktı.
“Her şey dahi iyi mi?” Gu Fei kapıyı açmak için itti.
“Daha iyi.” Dedi Ding Zhu Xin. “Sadece Dr. Zhang’ın döndüğünde bakması gerek.”
“Yara derin mi?” Gu Fei tekrar sordu.
“Tek bir kesik ne kadar derin olabilir ki.” Dedi Jiang Cheng.
“Er Miao ‘Chang Ge, yemek yedin mi’ diye sormamı istedi.” Gu Fei dışarı baktı.
“… daha değil.” Jiang Cheng kısmen depresif bir şekilde cevapladı.
“Bu mükemmel, hadi beraber yiyelim.” Dedi Ding Zhu Xin. Dışarı çıkarken elini doğal bir şekilde Gu Fei’nin omzuna koydu. “Az önce bugün çok fazla kuzu eti aldığımdan ve ikinizin bitiremeyeceğinizden bahsediyordum.”
“Bu uygunsuz olmaz mı?” Jiang Cheng tereddüt etti ve sesini alçalttı.
“Neresi uygunsuz?” Gu Fei ne demek istediğini anlayamamıştı ama yine de bilinçsiz olarak Jiang Cheng’i takip ederek sesini alçalttı.
“Umm…” Jiang Cheng aceleyle Ding Zhu Xin’in arkasından baktı. “Senin ablan.”
Gu Fei şaşkına döndü ve ağzının köşesinde bir gülümseme iziyle kapı çerçevesine yaslandı. “Oh.”
“Oh?” Jiang Cheng, Gu Fei’ye baktı.
“Uygunsuz değil, zaten Er Miao da burada değil mi.” Gu Fei odanın içine girdi, dolaptan bir tane kazak çıkardı ve yatağın üzerine attı. “Bununla değiştir, Gu Miao korkacaktır.”
Bunun üzerine tekrar aşağı baktı ve inceledi, bu kazak Gu Fei tarafından örülmüş olamaz, değil mi…
“Yardıma mı ihtiyacın var?” Gu Fei diğer taraftan bağırdı.
“Gerek yok!” Hızla cevapladı ve yanındaki sandalyenin üzerine koymadan önce çıkardığı kıyafetleri katladı.
Odadan çıkar çıkmaz, dükkanın içini kaplayan kuzu çorbasının ağır aroması burun deliklerine saldırmıştı – Jiang Cheng’in açlığı o kadar yoğundu ki kalbi huzursuzlukla çalkalandı.
“Güzel kokuyor ha,” Ding Zhu Xin kaseye bir kepçe çorba koydu.
“Evet.” Jiang Cheng yürüdü ve küçük masanın yanına oturdu.
“Bu Gu Miao’nun birinin yemeğe kalmasını istediğini gerçekten ilk kez görüşüm – burada olmadığım iki aydan sonra ne kadar da büyük bir gelişme!” Ding Zhu Xin iki parça kuzu eti aldı ve Gu Miao’nun kasesine koydu. “Jiang Cheng, buraya uzun zaman önce mi nakil oldun? Geçen dönem mi?”
“Bu dönem.” Dedi Jiang Cheng.
“Ah,” Ding Zhu Xin uzun bir süre boyunca Jiang Cheng’e baktı, sonra güldü ve önüne bir kase çorba koydu. ” Ne kadar beklenmedik.”
Gu Miao gizlice Jiang Cheng’in eline sarılı sargı bezine bakarken çorbasını içti.
“Şimdi iyi.” Gu Fei, Jiang Cheng’in elini tuttu ve Gu Miao’nun önüne koydu. “Bak.”
Jiang Cheng’in sağ eli yaralanmıştı – çubukları zaten dengesizce tutuyordu ve haliyle bu ani tutuşla yemek çubukları elinden fırladı ve yere düştü.
Gu Miao hafifçe dikkatli bir şekilde eline dokundu.
“Bırak.” Ding Zhu Xin, Gu Fei’nin eline vurdu ve yemek çubuklarını aldı. “Eli hala yaralı yine de sen vahşice tutabiliyorsun.”
“Gidip yıkayacağım.” Gu Fei almak için yemek çubuklarına uzandı.
“Ben gidip…” Jiang Cheng ayağa kalkmak istedi.
“İkiniz oturmaya devam edin, ben zaten yemiyorum.” Ding Zhu Xin ayağa kalktı ve kapıdan dışarı yürüdü.
“O yemiyor mu?” Jiang Cheng şok oldu, masanın üzerinde üç kase ve üç çift yemek çubuğu koyulduğunu şu anda fark etmişti – utançla karışık bir gariplik duygusu onu vurdu. Sadece üç kaseleri ve üç çift yemek çubukları vardı ve onu ekledikten sonra yeterli olmamış olamazdı, değil mi?!
“O geceleri yemek yemiyor, bu yıllardır böyle.” Gu Fei ona kendi yemek çubuklarını verdi. “Bunları daha kullanmadım.”
“Acelem yok.” Dedi Jiang Cheng.
“Gerçekten de acelen yok mu?” Gu Fei başını yana eğdi ve Jiang Cheng’ baktı. “Bakışların açlıktan ölüyormuşsun gibi geldi.”
“Bok ye!” Jiang Cheng yemek çubuklarını tuttu, bir parça kuzu eti aldı ve ağzına attı.
Muhtemelen ansızın ortaya çıkan şiddetli açlıktan dolayı bu kuzu eti parçası aniden hayatı boyunca yediği en lezzetli üç yemek listesine en tepeden girmişti.
Ding Zhu Xin döndüğünde ve Jiang Cheng’in elindeki yemek çubuklarını gördüğünde dondu, elindeki yemek çubuklarını Gu Fei’nin önüne koydu. Yumuşakça konuştu: “Ben gidiyorum ah.”
“Tamam.” Gu Fei ayağa kalktı ve onun için kasanın arkasından montunu çıkardı.
“Birazcık bile yemeyecek misin? Bu çok…lezzetli.” Jiang Cheng de ayağa kalktı, ne demesi gerektiğini bilmiyor olmasına rağmen yine de bir şeyler söyledi ve söyledikten sonra daha da fazla mahcup hissetti.
“Siz çocuklar yemeye devam edin – çok yeyin.” Ding Zhu Xin güldü ve montunu giydi. “Diyettim.”
“Oh.” Jiang Cheng bir anlığına duraksadı ama sonra oturdu ve Gu Miao’nun içinde et olan tencereyi işaret ettiğini gördü. “Senin için alayım.”
Bununla beraber Gu Miao, Jiang Cheng’in boş kasesini işaret etti.
“Benim…acelem yok.” Jiang Cheng biraz utandı – küçük bir kızın bile anlayabileceği derecede açtı bu yüzden acelesi olmadığını göstermek için başını Gu Fei ve Ding Zhu Xin’e çevirmek zorunda kaldı.
“Anahtarlar.” Ding Zhu Xin elini Gu Fei’ye ye doğru uzattı.
“Üşümez misin?” Gu Fei cebinde motosikletin anahtarlarını ararken sordu.
“Ben sokak yarışlarındayken, sen hala ilkokuldan ortaokula tüm yol boyunca çalışmakla meşguldün.” Ding Zhu Xin anahtarları aldı, arkasına döndü ve dükkandan ayrıldı.
Gu Fei kısaca bakmak için kapıya kadar takip etti ve sonra yeniden oturmaya geri döndü.
Ding Zhu Xin gittikten sonra, Jiang Cheng açıklanamayacak bir şekilde rahatlamıştı. Gerçekten de hayatında ilk kez etraftaki bir kıza karşı bu kadar garip hissediyordu.
Ding Zhu Xin çok güzeldi ayrıca bu kesinlikle gösterişsiz ve agresif olmayan türde bir güzellikti. Normalde, bu tarz bir görünüme sokakta rastlasa biraz daha uzun süre bakardı.
Eti alırken eli hala acıyordu. Fazla güç kullanmaya cesaret edemedi; kendi duruşuna baktığında kırılmak üzereymiş gibi göründü, eli ufacık bile titrerse etin masaya düşeceğinden korktu.
Gu Fei kenardan büyük bir kevgir kaşığı aldı, tencerenin içine koyup koca bir kaşık dolusu kuzu etini çıkardı ve Jiang Cheng’e geçirdi. “Sana zor gelir.”
“Teşekkürler.” Jiang Cheng etin yarısını kendi kasesine aldıktan sonra Gu Miao’nun kasesini çekip geri kalanını onun kasesine koydu.
“Elini nasıl yaraladın?” Gu Fei sordu.
Jiang Cheng cevap vermedi ama bu gerçekten ne söyleyeceğini bilememekten kaynaklandı. Gu Fei, Li Baoguo’nun ailesini biliyor olmalıydı. Olaydan bahsederse, bu yalnızca diğerlerine konuşmak için başka bir konu vermek olurdu – her ne kadar Gu Fei böyle konularda dedikodu yapan biri gibi görünmese bile.
Bir an sessiz kaldı: “Kendimi ısırdım.”
Gu Miao ona baktı ve şaşkına döndükten sonra yüksek sesle güldü.
“Bu oldukça güçlü bir ısırık.” Gu Fei başıyla onayladı. “Yine de kendine değer vermeyi öğrenmek daha iyidir. Gelecekte, hafifçe ısır.”
Jiang Cheng, Gu Miao’ya baktı ve bütün çorbasını içmeden önce onunla beraber güldü.
“Biraz sonra geri mi döneceksin?” Gu Fei sordu.
“Dönmeyeceğim.” Jiang Cheng bu sefer çok açık bir şekilde cevapladı.
“Gidecek bir yerin var mı?” Gu Fei kenardaki küçük sepetten iki sebze aldı ve onları tencerenin içine koydu.
“Evet.” Dedi Jiang Cheng ama bir şekilde tereddütlüydü. Bir kere daha zorlukla konuşmadan önce neredeyse iki dakika boyunca sessiz kaldı. “Paran var mı? Bana biraz borç ver.”
“Ne kadar?” Gu Fei yemek çubuklarını aşağı indirdi.
Jiang Cheng bunu düşündü. “Sadece 500*. Sana parayı telefonumdan transfer edebilirim.”
*500 yuan 552 TL aynı zamanda $73 USD
“Her neyse.” Gu Fei cüzdanını çıkardı ve 500’ü uzattı.
“Teşekkürler.” Jiang Cheng huzurlu hissederek parayı aldı. “Beni arkadaş olarak ekle, sana parayı göndereceğim.” Derken telefonunu çıkardı.
“Aslında, kavşaktan çıkıp sağa döndüğünde yaklaşık 200 metre ileride yolda bir çatal var. Sonuna kadar yürürsen orada Rujia* Otel’i var.” Gu Fei telefonunu açtı. “500’den daha azını kullanırsın.”
* Rujia – ev olarak kullanılabilen ve ucuz kabul edilen bir otel zincirinin adı; RUJIA adı “ev gibi” anlamına geliyor.
Jiang Cheng, Gu Fei’ye baktı ama kasesini alıp ağız dolusu çorba yudumlarken konuşmadı.
Gu Fei yanlış tahmin etmese de ,ki yanlış tahmin edemezdi, bu şartlar altında otele gitmekten başka seçeneği yoktu ama böyle söylemek küçük düşmesine sebep olurdu.
Telefonu çaldı ve aşağı ekrana baktı.
Bu Gu Fei’nin arkadaşlık isteğiydi.
小兔子乖乖. (Nazik küçük tavşan.)
Bu takma ad neredeyse ağzındaki çorbayı telefona püskürtmesine neden olacaktı.
“Bu sen misin?” Telefonunu Gu Fei’nin önüne getirdi.
“Evet, sevimli değil mi?” Gu Fei sakin bir yüzle söyledi.
“…çok sevimli.” Jiang Cheng’in biraz nutku tutulmuştu. İsteği kabul ettikten sonra, Gu Fei’nin profil fotoğrafına bir kere daha baktı – takma adına çok uygundu: yeşil renkli bir tavşan. Eğer yanılmıyorsa beceri düzeyi ve renk kullanımına göre sanatçı Gu Miao olmalıydı. “Bu profil fotoğrafı, bunu Gu Miao mu çizdi?”
Gu Miao diğer taraftan başıyla onayladı.
“Çizim… çok güzel.” Jiang Cheng samimiyetten uzak bir şekilde övdü. Gu Miao’nun çizim becerileri kaykay becerilerine oranlanırsa Xiao Ming’in büyükbabasının 724’ü kadar aşağı seviyeydi.
Gu Fei’ye transfer edeceği parayı hazırlarken, dükkanın kapısı çaldı; biri kapıyı çekti ve perdeyi azıcık yukarı kaldırdı.
Oraya baktı ve biraz garip hissetti. Bu saatlerde bir şeyler almak normaldi peki neden sadece bir göz atar gibi perdenin köşesini kaldırıp…
Anlamasını beklemeden Gu Fei çoktan telefonunu masanın üzerine fırlatmış ve zıplamıştı.
“Ai?” Boş bir şekilde baktı, elinde telefonunu tutarak Gu Fei’nin aceleyle dışarı fırlamasını izledi, hırsız mı yakalıyordu?
Genel olarak başka insanların işlerine burnunu sokmayı sevmezdi, böylelikle 103 yaşına kadar sorun olmayacaktı. Ama şu an Gu Fei’nin yerindeydi ve Gu Fei çoktan dışarı fırlamıştı – öylece oturması imkansızdı.
Ayağa kalktı ve dışarı çıkmaya hazırlandı. Gu Miao’ya dışarı çıkmamasını söylemek istediğinde, Gu Miao’nun beklenmedik bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi yemek yemeye devam ettiğini gördü.
“Bir göz atacağım.” Dedi Jiang Cheng dönüp hızla dışarı çıkmadan önce.
Dükkandan çıkar çıkmaz Gu Fei’nin, bütün gücüyle mücadele eden bir adamın yakasından tuttuğunu gördü.
Yıkık dökük sokak lambasının kısmen puslu ışığının altında, sadece adamın otuzlu yaşlarda olduğunu gördü, suni deri bir ceket ve ince bacaklarının iki kürdan gibi görünmesine sebep olan dar kesim pantolon giyiniyordu – bacaklarına bakmak bir insanı tiksindirirdi.
“Ne yaptığını sanıyorsun?! Bırak!” Adam sertçe Gu Fei’nin elini tuttu yine de ,boyuna ya da gücüne bakılmaksızın, adam açıkça Gu Fei’nin rakibi olamazdı. Uzun süre boyunca azap çektikten ve Gu Fei’yi yerinden kıpırdatamadıktan sonra, sadece tekrar bağırabildi. “Bırak!”
“Seni bir daha görmeme meydan vermemeni söyledim mi, söylemedim mi?” Gu Fei sesini kısık tuttu.
“Sen kim olduğunu sanıyorsun? Senin ne söyleyip söylemediğini neden siklemek zorunda olayım ki, söylediysen ne olur?” Adam yüzünü kışkırtmayla Gu Fei’ninkinin önüne getirdi. “Şimdi buradayım, beni görebiliyorsun, değil mi?! Bu konuda ne yapacaksın? Sen…”
Gu Fei yakasını sıkıca kavrayıp onu kenardaki ağaca doğru savurduğunda soru dizisi henüz tam olarak bitmemişti.
Adam ileri doğru giderken ve bütün vücudu ağaç gövdesine çarparken içi boş bir şişme hava dansçısı gibiydi.
Bang.
Jiang Cheng gözlerinin sesle beraber büyüdüğünü duyumsadı – bu insan vücut ağırlığının bir ağaca çarparak bu kadar yüksek bir ses çıkarabileceğini ilk fark edişiydi.
O sesten sonra, dünya sessizleşti.
Adam yavaşça gövdeden aşağı kaymadan önce iki saniye boyunca ağaca yapışmış bir şekilde ayakta durdu, yere diz çöktü ve çarpık çurpuk bir şekilde eğilip hareketsiz bir şekilde yana yıkıldı.
“Siktir!” Jiang Cheng oraya doğru iki adım attı. Öldü mü?
Bir süre hiçbir hareket belirtisi göstermeyen adama baktıktan sonra Jiang Cheng, uzun süredir konuşmayan Gu Fei’ye bakmak için başını çevirdi.
Adam zayıf ve uzun boylu olmamasına rağmen ne de olsa erkekti, yine de Gu Fei onu sadece tek kolunu kullanarak kolaylıkla ağaca fırlatabilmişti – eğer burada yavaş çekim modu olsaydı, en az iki ya da üç saniye sürerdi…
Aniden omurgasından aşağı bir soğukluğun indiğini hissetti, Gu Fei’nin becerileriyle, bir ya da iki insanı öldürmek arasında fark olmamalıydı.
“İçeri gir.” Gu Fei, kısa bir şekilde Jiang Cheng’e baktı ve dükkana doğru yürüdü. “Üşümedin mi?”
“O kim?” Jiang Cheng kendine geldi. “Umursamadan oraya fırlatabileceğin biri mi? Soğuktan donarak ölürse ne olacak?”
“Eğer ölürse, susturmak için seni de öldüreceğim.” Gu Fei güldü.
Cr.机甲没充电