The Sound of Piano Under Fascism – 11 – 20. BÖLÜMLER

11. Bölüm

               Görünüşe göre rüya çok gerçek olduğu için, gerçeklik biraz yanıltıcı olacak ve insanların yanlışlıkla her şeyin sadece bir rüya olduğunu düşünmelerine izin verecekti…

               Pişmanlıkla biten bir son yazmaya mahkûm bir rüya…

               Alpha için artık gece ile gündüz arasında bir fark kalmamıştı. Gece gündüz bu kafese hapsedilmişti ve direnmek için kullanabileceği tek şey sessizlikti.

               “Alpha, yiyelim…”

               Yüksek ateşi yüzünden doğrulamamıştı. Gein, kahvaltının yatağın yanındaki masaya konulmasını emretti.

               Önünde yemek yemeyi reddeden adama hüzünle baktı, bitkin yüzü ona acı verdi… Bir anlık sessizliğin ardından, şarap kadehini yavaşça aldı ve tatlı kırmızı sıvıya döktü.

Gözlerinde titreyen bir korku gördü, parlak kırmızı renk zihnindeki zulüm sahnesini uyandırmış ve onu yavaş yavaş acının uçurumuna sürüklemişti…

               “Alpha, yemek yemek istemiyorsan… O zaman bir kadeh şarap iç…” Yavaşça bir ağız dolusu şarap içti ve ağzına yerleşmesine izin verdi…

               Bilinçaltında mücadele etti, cezbedici tat onu üzmüş ve başını döndürmüştü…

               Yakan sıvıyı yutmaya zorlandı ve göğsü açıklanamaz bir şekilde huzursuz oldu. Kâbus gibi olan o korkunç anılar onu boğmuştu.

               Çaresizce dayandı ve unutmaya bile hakkı yoktu…

               “Alpha, bana direnme… Biliyorsun… Bunun için ödenecek bedel ne olacak…” Buyurdu ve tehdit etti…

               Yemeği tekrar ağzına götürdü, çiğnedi ama hiçbir şeyin tadını alamadı…

               Her türlü çabayı sarf ettiği şey, nihayetinde, yara izleriyle delik deşik bir vücuda sahip olmak içindi…

               Bazen vücut iyileştirilebilir ancak bu zihnin de iyileşebileceği anlamına gelmez…

               O zamandan beri bir daha asla “Ay Işığı” şarkısını çalmamıştı, sadece ona ait olan “Ay Işığı” şarkısını…

               Zaman usulca geçip gitti…

               1939 baharında, esinti Berlin’deki yoğun karı eritmiş ama kalbindeki pusu eritememişti… Şimdi o pahalı piyanoda sık sık kasvetli ve melankolik müzik çalıyordu.

               Aynı notalara ve aynı ada sahiplerdi… Bu Mozart’tan “Requiem” (Ağıt) idi…

               “Alpha, neden… Hep bu şarkıyı çalıyorsun…”

               “Çünkü… Bana… Çok uygun…”

               İstediği cevap bu değildi ve görmek istediği son da bu değildi.

               Bu nedenle, çoğunlukla devam etmesini engeller ve durmasını emrederdi…

               Bu nedenle, çoğunlukla piyanonun yanında oturur, mesafeye bakarken tuşları okşardı… “Alpha… Neden… Artık “Ay Işığı” çalmıyorsun?…”

               “Üzgünüm… Gein… Ben… Unuttum…”

               Kalbimizdeki yaralar iyileşemiyorsa yapabileceğimiz tek şey unutmaktı… Bazen unutmak bir tür lütuftu ve unutabilmek bir tür mutluluktu… Sadece… Mutluluk… Onun için ulaşılamayacak kadar uzaktı—

12. Bölüm

-Gein’in anısı

               “Ay Işığını” unuttuğunu söylediğinde, göğsümde birdenbire keskin, yürek parçalayan bir acı hissettim.

               Bir keresinde bu şarkıyı sonsuza kadar benim için çalacağını söylemişti. Ama şimdi, bana unuttuğunu söyledi…

               Belki de artık geri dönemeyeceğimizi zaten biliyordum ama inanmaya gönülsüzdüm ve inanacak cesaretim de yoktu…

               O güzel anılar rüyalarımda müsrif bir arzu haline gelmişti, çok yakın gibiydi, aynı zamanda da çok uzak…

               Çoğu zaman, boş bir odada oturur, tekrar tekrar siyah filmi oynatırdım…

               Bazen dinledikten sonra kaydı geri sarabileceğini düşünürdüm ama zaman bir kez geçtiğinde, geri alınamaz…

               Pişmanlık duymayı seçme hakkımız var ama bunu düzeltme hakkımız yok…

               Böyle bir sonuç birliklerimi Avusturya’ya götürdüğüm andan itibaren kaçınılmazdı… Beş yıl sonra yeniden buluştuğumuzda, yüzünde sadece öfke ve şaşkınlık vardı.

               Duman, yangın ve yıkım getirdim…

               Benden nefret edeceğini biliyordum ama yine de emri kabul ettim. Çünkü onu korumak istedim, onu top ateşinin etkisinden ve mühimmat saldırısından korudum da…

               Nefes alabildiği, günışığını hissettiği ve atan bir kalbi olduğu sürece, verilen ödünleri umursamadım, her bedeli ödemeye gönüllüyüm…

               Bu dünyada, o yaşadığı taktirde benim için yeterliydi…

               Onu benimle Berlin’e gelmeye zorladım ama o Viyana’dan ayrılmaya razı olmaktansa ölmeyi tercih ederdi.

               Ayrılmadan önce ülkesinin topraklarında mücadele eden hali beni özellikle üzdü… Bu yüzden, onu mutlu edeceğime yemin ettim.

               Ona bir soylunun yaşamını ve kraliyet görkemini verdim. Ancak mutlu değildi, bedeni bana aitti ama kalbi sonsuza dek o güzel ülkede gömülmüştü…

               Ona sahip olduğum ilk akşam, sersemliğinde mırıldanıp durdu: “Geri dönmek istiyorum… Geri dönmek istiyorum…”

               Açıkça güzel bir villaya ve pahalı bir piyanoya sahiptim ancak artık kalbine ve gülümsemesine sahip değildim…

++++++

               O zamandan beri bu hayatının pişmanlığı ve prangası haline geldi…

               Ona sarılabilir ve öpebilirdi ancak yine de her yakınlaştıklarında gitgide uzaklaşıyorlardı… Dünyadaki en uzun mesafe yaşam ve ölüm arasında değildi…

               Senin önünde durmam ama senin benim seni sevdiğimi bilmemendi…

               Dünyadaki en uzun mesafe yaşam ve ölüm arasında değildi, keza senin önünde durduğumda da değildi, senin benim seni sevdiğimi bilmemendi…

               Açıkça birbirimize aşık olduğumuz halde, birlikte olamamamızdı…

               Sonunda, tek yapabildiği, o sadece uzaklara dalıp kaybolurken ona acizce bakmaktı… Aşk çaresiz olduğunda, geriye kalan tek şey birbirimizi incitmekti…

               Alpha, gerçekten unuttun mu…

               Gerçekten unuttun mu “Ay Işığı’nın” sadece bana ait olduğunu…

13. Bölüm

               Bir insan sıkılırsa, zamanı yavaşça geçer…

               Bir insan çok sıkılırsa, zaman uçup gidecektir…

               İlkbahar, yaz, sonbahar ve kış bir projektördeki görüntüler gibi görünüyordu. Göz kırptıktan sonra, pencerenin dışındaki manzara artık bir önceki ile aynı değildi.

               1939 yılı belirsiz bir şekilde geçti ve yeni yıl geldiğinde, Alpha’nın gözlerinde sadece kayıp vardı…

               Aslında, artık zamanı önemsememize gerek kalmadığında olan bu görünümdü, çünkü zamanın akışı giderek yavaşlayacaktı…

               1940’ta Almanya, zafer sevinciyle kuşatılmıştı.

               Nisan’dan Mayıs’a kadar Alman birlikleri, Batı Cephesinde Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerine karşı büyük bir saldırı başlattı ve Danimarka, Norveç, Lüksemburg, Hollanda, Belçika ve diğer ülkeleri işgal etti.

               Aynı zamanda, Alman ordusu da yoğun kuvvetlendirilmiş Fransız Majino Hattı’nı atlayarak Fransız topraklarını işgal etti. Kısa süre sonra Fransızlar teslim oldu.

               Bu olağanüstü “başarılar” arasında, “fark edilmeyen katkıları” olan bir general vardı. Haziran ayının sonunda Gein’in babası onur ödülleriyle Almanya’ya döndü.

               Babasına Alpha’dan bahsetmedi. Babasının Yahudileri kalbinin derinliklerinden küçümsediğini biliyordu ve onlarla birlikte yaşamanın anılarından bahsetmesine bile izin vermiyordu.

               Onu dikkatle evinde sakladı ve tüm hizmetkarlara şarkı söylememelerini, dans etmemelerini ve piyano çalmamalarını emretti.

               Yüksek Komutanlıktan verilen belgeleri aldığı için: Bundan böyle tüm ülke savaşa hazırlık durumuna girecek ve her türlü dinlenme tesisleri ve faaliyetleri derhal askıya alınacaktı.

               Artık güzel müzikler çalamazdı, en azından şu anda ve bu savaş döneminde… Ama…Bu, ruhunu özgürleştirmesinin tek yoluydu…

               Bedeni özgürlüğünü yitirmiş ve kalbi bile inancını yitirmişti… Haberden haberdar olduğunda, yine dibe batık haldeydi…

               Ancak dışa dönük bir sakinliğe sahip olmak, içeride fırtına olmadığı anlamına gelmez… Bir fırsat bekliyordu…

               Prangalardan kurtulma fırsatı, ruhunun geri dönmesi için bir fırsat…

               Bu nedenle, Gein’in babası gizli bir toplantı yapmak için villaya geldiğinde, tekerlekli sandalyeyi zahmetle hareket ettirdi ve çaldığı anahtarla kilitli piyano odasını açtı…

               Sadece bir ay olmuştu ve çoktan tozla kaplıydı. Parmaklarını nazikçe piyanonun üzerinde gezdirdi ve parmak uçlarının geride bıraktığı izler, geçen yıllarda attığımız ayak izlerini anımsatıyordu.

               Bu onun son performansıydı…

               Bir inç kalınlığındaki meşe piyano kapağını yavaşça kaldırdı. Bir zamanlar çaldığı müzikler teker teker aklından geçti, geldi ve hızla gitti…

               Son perde çağrısı olarak hangi şarkıyı seçmesi gerektiğini düşünüyor ve tartıyordu…

               Sonra birdenbire kafasında tanıdık bir melodi çaldı… Kurtulmak imkânsızdı…Bu,〈Ay Işığı〉idi, çok sevdiği ama çalamadığı〈Ay Işığı〉…

               Uzun süre anahtarlara baktı ve aniden bir tebessüme, geçmişin gülümsemesine kapıldı. Avusturya’yı gördü, Viyana’yı gördü ve güneşin altında ona ışıl ışıl gülümsediğini gördü…

               Derin bir nefes aldı ve tereddüt etmeden ilk notaya parmaklarıyla bastı…

               Geçmişin ve günümüzün o güzel anıları, hafızasına derinlemesine kazınmıştı; bu basit ve karmaşık duyguların hepsi parmakları arasında yoğunlaşıp döküldü…

               Yatıştırıcı bir “Ay Işığı” odanın her köşesine yayıldı ve insanların kalbine derinlemesine battı.

14. Bölüm

               Piyanonun hüzünlü sesi bütün hizmetkarların aceleci adımlarını durdurmalarına ve bütün askerlerin kalplerinde gardlarını düşürmelerine neden oldu. Uysalca herkesin yüreğindeki en narin parçayı vurdu.

               Sesin kaynağını bulmayı unutmalarına ve bu eşsiz melodiyi kesmeye dayanamamalarına neden oldu…

               Böylelikle Gein piyanonun sesini duyduğunda düşünceleri şiddetli bir karşıtlıkla çarpıştı.

Alpha’nın bunu onun için çaldığını biliyordu bu yüzden yüreğindeki belirsiz neşenin yanında acının izi de vardı.

               “Gein, kim piyano çalıyor? Bu kişi mareşal tarafından yayımlanan belgeleri bilmiyor mu?” Babası zalimce sordu. Bir general olarak kimsenin emirlere itaatsizlik etmesine izin veremezdi.

               Aceleyle ayağa kalktı ve bununla ilgileneceğini söyledi. Ardından hızla, onun hâlâ çalmayı bırakmadığını gördüğü ikinci kattaki piyano odasına koştu.

               O kadar odaklanmıştı ki gelişinin farkına bile varmamıştı…

               Ta ki iki kuvvetli avuç onun kuvvetsiz beş parmağını kavrayana kadar, ani acı sanki kemikleri ezilmek üzereymiş gibi hissettirdi.

               Kalbindeki dalgalanmayı bastırdı ve görünüşte sakin olan bir tavırla sordu: “Neden… Neden… Bunu yapıyorsun…”

               “Üzgünüm… Ben… Yoruldum…”

               Yorgun cevabı onu acınası hissettirdi. Aniden önündeki adam hayatın birçok iniş çıkışına katlanmış gibi gelmişti. Vücudu yorgundu ve ayrıca, yüreği de yorgundu.

               Her zaman onun değişmeyeceğini düşünmüştü ancak yanılmıştı, tamamen yanılmıştı…

               “Alpha, ne tür bir ceza alacağını… Biliyor musun?…”

               “Gein… Bırak gideyim…”

               Gözlerinde bir an için keskin bir acının izi vardı, kalbini deşiyordu. Belki de özgürlük gerçekten de ona göre bir mutluluk biçimiydi ama gitmesine izin veremezdi, onun soğuk vücuduyla yüzleşemezdi…

               “Seni bırakmayacağım, asla. Bu dünyada hâlâ hayata olduğum sürece gitmene izin vermeyeceğim, sonsuza kadar yanında olmak istiyorum, her ne kadar sen istemesen de…”

               Ona yemin ediyor gibiydi ve onun iyiliği için babasını kandırmayı tercih ederdi. Onu küçük bir odaya kilitledi ve toplantı odasına dilsiz bir çocuğu götürdü.

               Hiçbir şeyi açıklayacak zamanı olmadı. Babası çoktan silahını çocuğun başına doğrultmuştu.

               Mermiler havayı yırttığı anda sıçrayan kanın sesini duydu; Zeminin yavaşça kırmızı çiçekler açtığını gördü, hem göz kamaştırıcı hem de zalimdi.

               Az önce düşen kişinin Alpha olduğunu hayal etmeye katlanamadı, çıldıracaktı… Hayır, artık çalmasına izin veremezdi…

            Melodi çok güzel olsa da hayatına mal olacaksa ellerinin artık çalamamasını tercih ederdi…

15. Bölüm

               Gecenin gelişine her zaman kara bir gizem eşlik ederdi, bu da insanların paniğe kapılmasına sebep olur ve sessizleştirirdi.

               Alpha tekerlekli sandalyesinde sessizce oturdu, bütün öğleden sonra bu odaya kapatılmıştı.

Dışarıda ne olduğunu bilmiyordu, bilmek de istemiyordu.

               Kadere direnilemeyeceğine göre, tek yapabileceğimiz onu kabul etmeyi seçmek…

               Gein kapıyı itip açtığında, dışarıdaki ışık başka bir dünyadan geliyor gibiydi. Alpha yavaşça başını kaldırdı ve sakince ona baktı.

               Kaybedecek başka bir şeyi olmadığını düşündü ama hâlâ piyano çalabilecek bir çift ince eli olduğunu unutmuştu.

               Gein hiçbir şey söylemedi veya açıklamadı.

               Karanlıktaki sessizlik, bir sonraki patlamayı tahmin etmesini sağlıyor gibiydi. Güçlü kollarıyla onu tekerlekli sandalyeden kaldırdı, odadan çıkardı ve doğruca ikinci kata taşıdı…

               Onu piyano odasına taşımış ve piyanonun önündeki koltuğa oturtmuştu.

               Alpha, kapağı kaldıran ve düşüncelere dalmış görünen Gein’e şüpheyle baktı. Uzun bir süre sonra kısık ve kısık bir sesle şunları söyledi: “Bu öğleden sonraki… “Ayışığı’nı” çalmayı… Bitirebilir misin…”

               Önünde ay ışığında örtülü duran adamı gördü, soluk gümüş, hatlarını bulanıklaştırmıştı ve yalnızca gözlerindeki melankoli giderek daha netleşmişti…

               Aniden kalbinde sızı hissetti. Bir zamanlar yanında olan çocuk, onun tarafından defalarca incinmişti.

               Yumuşak, çaresizce ve ağır bir şekilde içini çekti… İç çekişini işittiğinde, kalbi hafifçe sızlıyordu…

               Bu öğleden sonra kesilen kısma devam eden Alpha, siyah beyaz tuşlara nazikçe bastı…

               Suyun dalgası gibi, hafif bir esinti gibi, notalar sanki kalbindeki tüm yaraları hafifletecekmiş gibi nazikçe etrafını sardı.

               Sessizce dinledi ve farkında olmadan gözlerinin kenarları ıslandı…

               O ayrılık gecesinde onun için “Ay Işığı” çaldığı zamanki 1928 yazına geri dönüyordu… Ancak ikisi de bu anının sonunda birbirlerinin kalbindeki en kırılgan yaraya dönüşeceğini ve geçmişi düşündüklerinde yaranın yavaşça açılacağını ve kalplerinin keskin acı ile buluşacağını biliyordu…

               Piyanonun sesi nihayet durduğunda, yine sessizdi. Gein, ne zaman Alpha’nın arkasında durduğundan emin değildi. Eğildi ve anahtarların üzerinde duran iki elini kavradı ve onları karşı konulmaz bir şekilde öptü…

               Dili parmaklarını yaladığında, Alpha’nın kalbinde uğursuz bir önsezi belirdi ve ellerini serbest bırakmak için mücadele etti.

               Vücudu şiddetli sarsıntıda dengesini kaybetmişti.

16. Bölüm

               Sonraki saniye, Gein onu belinden tuttu. Onu bir kucaklaşmanın içinde tutan uzun ve ince kollar, mücadelesini kararsız ve çaresiz gösteriyordu…

               Ona kaçma şansı vermedi, sol eliyle yumuşak bileklerini kavradı ve onları sıkıca piyano tuşlarına bastırdı.

               Ardından… Diğer el yavaşça piyanonun kapağını okşadı… Zaman o anda durmuş ve hiç ilerlemiyor gibiydi…

               Neredeyse yalvarıyormuş gibi bir sesle fısıldadı: “Gein… Yapma… Yapma…”

               Sayıklanan abuk sabuk konuşma uğuldayan bir tren gibi kalbine nüfuz etmiş, anında ellerinin hafifçe titremesine sebep olmuştu ve kalbi bir anlık zayıflıkla titreşti…

               Hayatında en çok korumak istediği kişi en çok incittiği olmuştu… Bu onun acizliğiydi,

               Ve aynı zamanda da kederi…

               Çocuğun yere düşüş sahnesini asla unutamazdı, parlak kırmızı kan ve soğuk vücut bitmek bilmeyen bir kâbus gibi zihnine damgalanmıştı…

               Yaralanmak ölüm tehdidinden kaçmanı sağlayacaksa… O zaman… Alpha… Benden nefret etsen bile…

               Yine de gitmene izin vermeyeceğim… Üzgünüm… Sensiz bir dünyayı… Kabul edemem…

               Bir anlık tereddütten sonra, yine de Gein’in sağ eli usulca kapağı indirdi…

               Bir çift beyaz el sert ve ağır darbeyi karşıladığında, beyninin hissedebildiği tek şey acıydı–––acı, kalbe bağlı on parmağın acısı…

               “Ah!!!!!!!!”

               Boğuk iniltilerin eşlik ettiği parmak kemiklerinin keskin çatırtısı açıkça duyulmuştu.

               Trans halinde, hayal meyal göğsünde bir şey kırılmış gibi bir ses duydu, boğuculuk nefes almasını zorlaştırdı…

               Nazikçe onun alnındaki ince teri sildi. Onu perişan eden şey, öncesinde de soluk olan yanaklarının daha da solması ve umutsuzluk dolu gözlerin daha da umutsuz hale gelmesiydi…

               Belki birini sevmekte yanlış bir şey yoktu ama kendini kontrol edemeyecek kadar çok sevdiğinde, bu bir hatanın başlangıcıydı…

               Hatasında gittikçe daha derine batmıştı…

               Bir hata, ardından bir başkası…

               Kaderin kefarete yeri kalmadığında, sonunda seçtiği… Bir ömür boyu yanlış sevmekti…

17. Bölüm

-Alpha’nın anısı

               Her zaman kaybedecek bir şeyim kalmadığını düşünürdüm ama iki elimi de almak istediğinde yüreğim her zamankinden daha fazla hüzünlüydü.

               Çünkü bir an aklıma bir daha asla “Ayışığı” çalmayacağım gelmişti… Pişmanlık tüm vücudumu süpüren dalgalar gibiydi…

               Aslında, sadece ona ait olan melodiyi hiç unutmamıştım, tıpkı onunla yaptığım anlaşmayı ve o güzel anıları hiç unutmadığım gibi…

               Sadece şimdi… Anılar dışında… Zaten… Hiçbir şeyim yoktu…

               Gein, artık Avusturya’nın güneşine, Viyana gölüne ve senin masum ve ışıltılı gülüşüne sahip olamıyorum…

               Gein, açıkça yanımdayken neden bu kadar uzakta hissettiriyorsun… Geçmişte nereye gittin…

               Neden… Seni hiçbir yerde bulamadım…

               Bazen aşk bir labirent gibiydi, zamanla bilinçsizce birbirimizi kaybettik. Belki de hemen yanındaydı, belki de tam önündeydi…

               Ama onu tanımıyordun, çünkü… Artık onu hatırladığın ya da bir zamanlar sandığın adam değildi…

               Yani size yakın olsa bile onu artık hissedemezdiniz…

               Geçmişte gayretle aradığınız şey hafızanızın derinliklerinden size gülümseyen o idi… Ve böylece anılarımıza gömüldük, anılara gömüldük…

               Kendini kandırmayı seçebilirdi ancak kendi duygularını aldatmayı seçemezdi; Onu sevmeyi seçebilirdi ama onu sevdiği için kendini affedemezdi… Çünkü… O adam… Ülkesini mahvetmişti… Vatanını mahvetmişti…

               Sonunda tek yapabildiği kaçmayı seçmekti. Unutamadığımız zaman, yapabileceğimiz tek şey… Unutuyormuş gibi yapmaktı…

               Dünyadaki en uzun mesafe…

               Açıkça birbirimize aşık olup yine de birlikte olamayacağımızdan değil. Fakat…

               Açıkça bu hasrete karşı koyamadığımızdan…

               Yine de hiç kalbimde değilmişsin gibi yapmak zorundaydım… Bu tür bir numara yorucuydu…

               Bu tür bir yara özlem doluydu…

               Gein, geri dönemeyiz… Değil mi?… Fakat…

               Gerçekten… Geri dönmek istiyorum…

18. Bölüm

               O günden beri Alpha anılarına hapsolmuş gibiydi.

               Kendini belirsiz bir rüyaya daldırmaya başladı, gözleri dağılamayan kalın bir kafa karışıklığıyla örtülüydü…

               Daima kendi kendine mırıldanıyordu: “Gein… Neredesin… Neredesin…”

               Sayıklanan bu kelimeler yanı başında oturan kişinin hüzün dalgaları hissetmesine sebep oldu.

Yedi yıl öncesinden, çok uzun zaman öncesinden, Avusturya esintisinde koşan ve Viyana güneşi altında gülümseyen o kişiyi aradığını biliyordu.

               Ama geri dönemezdi, onun aradığı kişi olamazdı… “Alpha, buradayım, bana bak… Bana bak…” “Gein, neredesin… Neden… Seni bulamıyorum…”

               Açıkça önündeydi, ama o, bu tanıdık aynı zamanda da yabancı adamı tanıyamamıştı. Çoktan rüya ve gerçeklik arasındaki farkı ayırt edemiyordu ya da belki de en büyük dileği o anda–––bir rüyada yaşamaktı…

               “Gein, nereye gittin… Geri dön…”

               Onun adını sesleniyordu, ama seslendiği o değildi…

               “Alpha, tam buradayım… Tam önündeyim… Neden beni göremiyorsun… Neden…”

               Ona sarılmasına ve onu öpmesine izin verdi. Vücudu bütün duyularını kaybetmişti ve görebildiği ve duyabildiği tek şey bir rüyanın hayaliydi.

               Bilmiyordu, ama binlerce kez seslendiği, önünde duran bu adamın kalbini derinden yaralamıştı…

               “Alpha, yalvarırım… Benden nefret etmeni yeğlerim… Beni görmezden gelmeni istemiyorum…”

               Nihayet aşkının bir tür yara, bir tür yağma haline geldiğini anlamıştı.

               Bedenine sahip olmuş ve onu ruhundan yoksun bırakmıştı ve geriye sadece yaralarla dolu bir vücut ve kırık bir kalp kalmıştı…

               “Alpha, üzgünüm… Üzgünüm…”

               Kendini suçladı, pişman oldu ve kalbi sızladı…

               Yüzünden akan yaşlarla onun artık çalamayan ellerini öptü. Almanya’daki en iyi doktoru çağırmıştı ama ona yardım edememişlerdi…

               Elleri hareket edebilirdi… Ama artık piyano çalamazdı…

               Önceden çevik ve narin olan parmaklar korkunç ve çarpıcı bir yarayla damgalanmıştı ve asla silinemezdi…

               Aynı kalplerindeki artık kapanamayan yaralar gibi… “Alpha, ben Gein… Ben Gein’im…”

               “Gein… Neredesin… Seni bulamıyorum…”

               Hâlâ bu sözcükleri tekrar ediyordu ve gözleri daimî kederle doluydu. Aniden göğsünde delici ve zonklayan bir ağrı hissetti.

               Nasıl onun bu incinmiş ifadeye sahip olmasına izin verebilirdi…

               “Alpha, hadi geri dönelim, tamam mı? Seni Avusturya’ya, Viyana’ya geri götüreceğim. Hiçbir şey istemiyorum, her şeyden vazgeçmeye razıyım, yeter ki “geri dön”… Yeter ki bana bak…”

               Kollarının arasında sıkıca sardı onu, bir ya da iki damla gözyaşı düştü kulağına fısıldarken. Acı sıvı omzunun üzerine düştü ve ağır bir iç çekişe dönüştü…

               Kendinden geçmiş bir şekilde, sanki dönüşünü çağırıyormuş gibi…

               Sonuç olarak gözleri gitgide netleşti. Onun kederli sesini duydu, gözlerinin kenarı ağlama dürtüsüyle sızlıyordu…

               “Alpha… Geri dönelim… Geri dönelim… Tamam mı?…”

               Defalarca aynı soruyu tekrar ederek bu soruyu sormaya devam etti… Sonunda bir gözyaşı döktü. Bu onun cevabıydı, sessiz cevabı…

               Sonunda gözlerinde kendini gördü. Onu daha sıkı sardı ve şöyle dedi: “Seni götüreceğim, seni geri götüreceğim…”

               Sadece usulca göğsüne yaslandı ve sessizce onayladı… Gerçekten yorgundu… Çok yorgun…

               Gein… Hâlâ geri dönebilir miyiz… Gein…

               Gerçekten geri dönmek istiyorum…

19. Bölüm

-Gein’in anısı

               Gözlerinde bu kadar incinmiş bir ifade ve bu kadar melankolik bir bakışı açığa vurduğunu hiç görmemiştim. Bir an için, dünyam anında kalbimde yıkılmıştı.

               Kendi kendime: “Onu nasıl bu kadar üzebilirim,” dedim. Ancak onu gerçekten çok derinden yaralamıştım…

               Gerçeklerle bile yüzleşemiyor ve kırık kalbini ayakta tutmak için kaçmayı kullanıyordu… Şöyle mırıldanıp durdu: “Gein, neredesin, neden… Seni bulamıyorum…”

               Ve onu sadece kollarımda sıkıca tutabiliyor ve ıstırapla: “Buradayım… Buradayım…” diyorum.

               Fakat…

               Beni göremiyor bile…

               Geçmişi çok özledi ve tek düşünebildiği ve görebildiği sadece anılardı, sadece geçmiş… Ama zaten çok ileri gitmiştim, eskiden olduğum kişi olamam…

               Bu nedenle, tam önünde oturuyor olsam bile mırıldanmaya devam etti: “Gein… Nereye gittin… Geri dön…”

               Sonunda güzel villaları veya pahalı piyanoları önemsemediğini anlamıştım, sadece birbirimize bakıp gülümsediğimiz güzel zamanları önemsiyordu. Viyana’daki basit evde birbirine güvenerek yaşanan sıradan bir yaşam.

               Ama yangında çoktan kaybolmuşlardı ve ben bizzat onun en değerli anısını yok etmiştim… Ona her şeyi verebileceğimi düşünmüştüm ama sonunda hiçbir şeyinin kalmasına müsaade etmemiştim…

               Bana defalarca seslenişini hiçbir şey yapamadan çaresizce izledim… Alpha… Gerçekten o kadar geri dönmek istiyor musun… Alpha… Seni geri götüreceğim… Peki…

               Hâlâ ona bakabildiği müddetçe nihayet her şeyden vazgeçmeye karar vermişti, artık o hüzünlü ifadeyle bakmadığı sürece…

               Ona sarıldı ve şöyle dedi: “Seni Avusturya’ya geri götüreceğim, seni Viyana’ya geri götüreceğim, seni o huzurlu küçük köye geri götüreceğim, geri döneceğiz… Geri döneceğiz…”

               Yüzünden akan yaşlarla konuştu çünkü aniden kollarında tuttuğu kişinin bir zamanlar çok mutlu bir şekilde gülümsediğini hatırlamıştı…

               O mutlu zaman onlardan çok uzaktı, çok çok uzaktı… Alpha… Geri döneceğiz… Seni kesinlikle geri götüreceğim… Alpha… Bana bak…

               Peki…

20. Bölüm

            Çok uzun bir yolculuktu.

            Alpha sessizce Gein’in kollarına yaslanmıştı. Pencereden dışarıya, geçip giden manzarayı izliyor, trenin raylarda çıkardığı uğultuyu dinliyor, kalbi tuhaf bir şekilde huzur buluyordu…

            Kendi kendine şöyle dedi: “Geri dönüyoruz…”

            Bu sözlerin içinde haya n acı-tatlı yüzlerinin izleri vardı…

            Bu sona ulaşmak için çok beklemişti, bu cevaba ulaşmak için ise fazlasıyla bedel ödemişti…

            Sessizce onun göğsüne yaslandı, sıcaklığını, kucaklayışını, nefesini ve bedeninden yayılan ısıyı hissediyordu.

            Bir anlığına, zaman da geçmişe akan görüntülerle birlikte geriye dönüyor gibiydi…

            Sargılarla kaplı elleriyle yavaşça pencereyi işaret etti ve dedi ki: “Bak… Orası Avusturya…”

            Evet…

            Burası Avusturya’ydı — onun tanıdık memleketi, canından çok sevdiği ülkesi, rüyalarında defalarca özlemle andığı yer…

            Piyano çalamayan ellerini sevgiyle okşadı, yumuşakça öptü ve usulca fısıldadı: “Döndük… Evet, geri geldik…”

            Onun uğruna rütbesinden, şanından vazgeçmişti; cephede hâlâ savaşan babasına Almanya’dan ayrıldığını söylemişti.

            Ve sonra, gözünü kırpmadan sevdiği adamı yanına alıp trene binmişti…

            Aslında, Viyana hayallerindeki umut ve beklenti değildi, geçmişin anıları da içinde özlemle yankılanan şeyler değildi…

            Tren sonunda buharlı düdüğünü çalıp istasyona vardığında, sabırsızlıkla onu kaldırıp perondan indirdi.

            Burası güzel bir toprak; havası bile öylesine ferahlatıcıydı ki sanki her ağaç, her çimen onların ayak izlerini taşıyor, geçmişin ışığında yürürken onları takip ediyordu…

            Tüm o güzel ve sıcak sahneler birer birer zihninde canlandı… Ona baktığında, gözlerindeki yoğun sis yavaş yavaş dağılmış… Ona baktığında, yüzündeki hüzün yavaş yavaş yatışmıştı…

            Yıpranmış küçük ahşap kulübeye geri döndüler; köy, öncekinden çok daha sessizdi.

            Ateşin vaftizinden sonra çoğu insan ya burayı terk etmişti ya da sonsuz bir istirahate çekilmişti; Almanlar 50 mil ötedeki bir kasabada konuşlanmıştı.

            Burası, savaşın unuttuğu bir köşe gibiydi; ara sıra kuş cıvıltıları duyuluyordu, daha sık ise rüzgârın yaprakları salladığı o “hışşş” sesi…

            Sıradan hayatlarına yeniden başladılar…

            Eskisi gibi yemek saatinde ona bir bardak süt koyuyordu, tek fark, artık çevik olmayan elleriyle bunun daha zor olmasıydı.

            Ama o hep yanında oturup sabırla bekliyordu. Güneş ışığı üzerlerine düşüyor, uzun süredir içlerinde biriken kasveti yavaşça silip süpürüyordu…

            Ona büyülenmiş gibi bakıyor, gözlerinin derinlikleri tatmin olmuş ışıklarla doluyordu.

            Bir şeyi kaybetmenin acısını bilen biri olarak, onu yeniden kazandığında, eskisinden de çok kıymet verecekti…

            Geçmişi tamamen ardında bırakmıştı. Artık bir Alman subayı değildi, gururlu bir albay da değildi. Şimdi, yalnızca sevdiğini korumak isteyen sıradan bir insandı.

            Onu sık sık sırtında tepeye taşıyor, yumuşak çimlere birlikte uzanıyor, gökyüzündeki bulutlara bakıyor, çiçeklerin tatlı kokusunu içlerine çekiyorlardı.

            “Alpha… Hadi… Sadece böyle yaşayalım, olur mu?…” diye sordu ona. Ve onun yumuşak sesiyle verdiği cevabı duydu: “…Olur…”

            Ve tam başını çevirdiği anda, uzun zamandır görmediği o gülümsemeyi gördü — silik ve neredeyse fark edilmezdi, ama yine de oradaydı.

            Bu onu öylesine heyecanlandırdı ki, dudaklarına bir öpücük kondurdu — Tıpkı yıllar önceki o ilk öpücük gibi, iki kalbin de çırpındığı o anda olduğu gibi…

            Acaba bu, cennetin onlara duyduğu bir merhamet miydi… Yoksa…

            Kaderin bir başka acımasız oyunu mu…