58. Bu Saygıdeğer Kişi Biraz Dumanlı Hissediyor

               Aslında Mo Ran’in alkole dayanıklılığı genelde oldukça iyiydi.

               Sadece bu gece, endişelerini örtmek ve hissetmediği bir kayıtsızlığın numarasını yapmak için, bilinci dumanlanana kadar, beş kavanoz armut çiçeği beyaz şarabını indirmiş, tüm zaman boyunca sırıtmıştı.

               Shi Mei tarafından, odaya yarı sürüklenip, yarı taşındığında ve yatağa çöktüğünde, Mo Ran’in gırtlağı, Shi Mei’nin adını söylemek isteyerek hareket etti.

               Ama alışkanlık korkunç bir şeydi.

               Geçmişte geçen tüm o yıllar boyunca, yanında olan kişi, kalbinin ay ışığı değildi ama bakmaktan bıktığı sivrisinek kanıydı.

               Ağzından çıkan isim, daima nefret ettiği kişinin ismiydi.

               “Chu Wanning…”

               Düzensiz bir şekilde çıkmıştı.

               “Wanning… Ben…”

               Shi Mei tereddüt etti, sonra kapıda duran Chu Wanning’e doğru döndü. Chu Wanning, Xue Meng’i, odasına geri taşımıştı ve henüz gelmişti, bir kâse alkolün etkisini azaltan çorba elindeydi, Mo Ran’in mırıldanmasını duymak için tam da zamanında gelmişti.

               İlk şoktan sonra, hemen kendini yanlış duyduğuna ikna etti.

               Sonuçta, ona her zaman Shizun diye seslenmişti. Chu Wanning dese neyse ama Wanning demek—-

               Kızıl Nilüfer Köşkü’ndeki birbirlerine sarılarak uyudukları geceyi hatırlamadan edemedi, Mo Ran derin uykudayken, net bir şekilde ‘Wanning’ diye seslenmiş ve sonra da dudaklarına, su üstündeki bir yusufçuğun dokunuşu kadar hafif bir öpücük kondurmuştu.

               Bu mümkün müydü, Mo Ran’in kalbinde aslında biraz da olsa…

               Kök salmadan önce, bu düşünceyi boğdu.

               Chu Wanning daima anlaşılır ve kararlı olmuştu. Gönül meseleleri dışında, çok iyi biliyordu ki bu meselede aylaklık eden bir korkaktı.

               “Shizun.” Shi Mei’nin, zarif görünüşüyle uymayan parlak gözleri kararsızlıkla ona baktı, “Sen…”

               “Hım?”

               “…Aslında, yok bir şey. Shizun A-Ran’le ilgilenmek için burada olduğundan, ben, ben gideyim.”

               Chu Wanning konuştu: “Bekle.”

               “Shizun’un başka talimatları mı var?”

               Chu Wanning: “Siz çocuklar, yarın, Şeftali Çiçeği Pınarı’na mı gidiyorsunuz?” dedi.

               “…Mhm.”

               Chu Wanning’in suratında fazla bir ifade yoktu. Tekrar konuşmadan önce bir süre geçti: “Gidip biraz dinlen. Orada birbirinize göz kulak olduğunuzdan emin olun ve—-“

               Durakladı, sonra: “Yakında geri dönün,” dedi.

               Shi Mei gitti.

               Chu Wanning yatağın yanına yürüdü, Mo Ran’i sırtından destekleyip ayıltıcı çorbadan kaşık kaşık içirirken yüzü kayıtsızdı.

               Mo Ran, ekşi tadı beğenmedi ve çok geçmeden hepsini gerisini geri kustu. Ama biraz ayılmıştı, gözlerini açıp yarı ayık bir şekilde Chu Wanning’e baktı. Mırıldandı: “Shizun?”

               “Mn. Buradayım.”

               “Pfft.” Bir nedenden gülmeye başladı, konuşurken, gülüşü gamzeleriyle çerçevelenmişti, “Ölümsüz ge-ge.”

               Chu Wanning: “…”

               Mo Ran, hemen sonra, geri dönüp, karnının üstüne yattı.

               Chu Wanning, soğuk algınlığına yakalanmasından endişelendiğinden, yanında kaldı, battaniyesini tekrar tekrar geri çekerek onu içine sokuyordu.

               Odanın dışında, çoğu mürit henüz uyumamıştı, Yeni Yıl geri sayımı için ayaktalardı. Çoğu, gruplar halinde toplanmış sohbet edip gülüyor, pai gow1 oynuyorlardı ya da sihir numaraları yapıyorlardı.

               Sadakat Salonu’nun önündeki kum saatinin akması bittiğinde, yıl değişecek demekti, bütün müritler dışarı koşup havai fişekleri ve maytapları tetiklemeye başladılar, gece göğü, bir anda, gümüşi çiçekler ve ateş dallarıyla dolmuştu.

               Dışarının sağır edici sesi, Mo Ran’i puslu uykusundan uyandırdı.

               Bir gözünü biraz araladı ve bir elini seğiren şakağına bastırdı ama onu karşılayan manzara, yatağının kenarında oturan Chu Wanning’di, yakışıklı yüzü sakin ve kayıtsızdı. Uyandığını görünce, nazikçe: “Sesler mi uyandırdı?” dedi.

               “Shizun…”

               Tamamen uyandı, istemsizce şaşırmıştı.

               Ona göz kulak olan kişi neden Chu Wanning’di? Shi Mei neredeydi?

               Uykusunda söylememesi gereken bir şey söylememişti, değil mi?

               Mo Ran, çaktırmadan, Chu Wanning’in yüzüne kaygılı bir bakış attı ve ancak sıradışı bir şey olmamış gibi göründüğünden nefesini verebildi.

               Havai fişeklerin çıtırtılı sesi dışarıda devam etti. İkisi, garip bir şekilde bir süre birbirlerine gözlerini dikip baktılar.

               Chu Wanning: “Havai fişekleri izlemeye gitmek ister misin?”

               Mo Ran: “Shi Mei nerede?”

               Hemen hemen aynı anda söylemişlerdi.

               Her şeyi geri almak için artık çok geçti.

               Mo Ran’in gözleri şaşkınlıkla açıldı ve uzun bir süre sanki onu tanımıyormuş gibi gözünü dikip baktı.

               Sessizlikte bir süre geçti ve Chu Wanning, kayıtsız bir şekilde, gitmek için kalktı, kapıdayken döndü ve: “Herkes Yeni Yılı kutluyor, yani muhtemelen henüz uyumamıştır. Gidip ona bakmalısın.” dedi.

               Tıpkı beklenildiği gibiydi. Berbat bir mizacı vardı sonuçta. Tüm cesaretini, birlikte havai fişekleri izlemeye gitmeyi sormak için toplamış olsa bile, tabii ki reddedilecekti.

               Hiç sormamalıydı, ne küçük düşürücü.

               Chu Wanning, Kızıl Nilüfer Köşkü’ne döndü ve bu yıl dönümünde çiçek açan haitang ağacının altında, tek başına oturdu. Orada, yalnız, omuzlarında peleriniyle, gece göğüne karşı çiçek açmış parlak çiçekleri izledi.

               Uzakta, mürit konutları sıcak bir şekilde aydınlıktı, neşeli kahkahaları süzülüyordu ama bunların hiçbirinin onunla bir ilgisi yoktu.

               Uzun zaman önce buna alışmış olmalıydı.

               Ama bir nedenden, tüm göğsü sıkışıyordu.

               Belki de diğerlerinin şenliğini görmek kendi yalnızlığına dönmesini zorlaştırıyordu.

               Sessizce, patlayan havai fişekleri izledi, bir, iki, birbirine mutlu yıllar dileyen insanların seslerini dinledi, üç, beş.

               Ağaca yaslanıp gözlerini kapattı, yorgun hissediyordu.

               Ne kadar zaman geçtiğinden emin değildi ama aniden bariyerlerden içeri, izinsiz bir giriş olduğunu hissetti.

               Kalbi tekledi ama gözlerini açmaya cesaret etmedi. Nefes sesini duydu, biraz kesik kesikti ve o tanıdık adımlar, çok da uzakta durmadan durdu.

               Genç adamın sesi, bir tereddüt izi taşıyordu.

               “Shizun.”

               Chu Wanning: “…”

               “Yarın gidiyorum.”

               “…”

               “Geri dönmem biraz zaman alacak.”

               “…”

               “Aslında, bu gece hiçbir şey olmayacak ve yarın erken kalkmak zorundayız, bu yüzden muhtemelen Shi Mei çoktan yatağa gitmiştir diye düşündüm.”

               Adım sesleri daha da yaklaştı ve çok yakında durdu.

               Mo Ran: “Yani, hala istiyorsan, ben…” ağzını açtı ama cümlesinin geri kalanı, özellikle büyük bir havai fişek patlaması tarafından yutuldu.

               Chu Wanning’in kirpikleri, yukarı bakarken titredi. Gece göğünün muhteşem yıldız nehri ve gümüşi buz gibi saçılan ateş çiçekleri, önünde duran, zavallı ve çekingen, yakışıklı genç adamın arkasından parlıyordu.

               “…”

               Chu Wanning daima gururlu olmuştu. Acımadan doğan beraberliği umursamıyordu. Ama şu anda, ona bakarken, reddetme sözleri ağzından çıkmıyordu.

               Belki şarap onu da etkilemişti.

               Chu Wanning, göğsünde bir acı hissetti, ama bir sıcaklık da hissetti.

               “Zaten burada olduğundan, benimle otur.” Sonra nazikçe ekledi: “Seninle izleyeceğim.”

               Kayıtsız bir ifadeyle gökyüzüne baktı ama kol yenlerine saklanmış parmakları, gerginlikle kıvrılmıştı. Yanındaki kişiye yakından bakmaya cesaret edemedi, onun yerine, gözlerini yukarıdaki havai fişeklere çevirdi, uçsuz bucaksız gökyüzünde, ışıldayan parlaklığıyla çiseliyorlardı.

               Chu Wanning sessizce sordu: “Bu günlerde herkes iyi mi?”

               “Mhm.” Mo Ran cevap verdi, “Tatlı, küçük bir shidiyle arkadaş olduk, önceden mektupta Shizun’a bahsetmiştik. Shizun’un yarası nasıl?”

               “Önemli değil. Kendini suçlama.”

               Gökyüzünde patlayan bir havai fişek, olağanüstü bir şekilde saçıldı.

               O gece, gökyüzünde havai fişekler ve fenerler yandı, maytaplar durmaksızın çıtırdadı ve belli belirsiz bir duman kokusu, karlı havayı doldurdu. İkisi, yeni yılı, çiçek açmış ağacın altında karşıladı; Chu Wanning az konuşan bir adamdı ama Mo Ran, yorulup uyuyakalana kadar, hakkında sohbet edecek bir şeyler bulmuştu.

               Ertesi sabah, Mo Ran erkenden uyandı, hala ağacın altındaydı, başı Chu Wanning’in dizindeydi ve ağır ama yumuşak bir tilki kürkü, üzerini örtüyordu. Bu, Chu Wanning’in, alev tilkisi kürküydü, pürüzsüz ve zarifçe yapılmıştı.

               Biraz şaşıran Mo Ran, ağacın gövdesine yaslanan, derin uykudaki Chu Wanning’i görmek için yukarı baktı. Uzun kirpikleri yanaklarına düşüyor, her nefeste, rüzgardaki bir kelebek gibi titriyorlardı.

               Gerçekten, bu şekilde, ağacın altında mı uyumuşlardı?

               Bu nasıl olmuştu böyle?

               Chu Wanning’in zorlayıcı doğasıyla, ne kadar yorgun olursa olsun, uyumak için odasına gitmeliydi. Nasıl bu şekilde, yalnızca dikkatsizce ağacın altında dinlenmek için oturmaya istekli olabilirdi ve bu kürkten pelerin…

               Onu bununla mı örtmüştü?

               Mo Ran doğruldu, mürekkep karası saçları biraz dağılmıştı. İçine kıvrıldığı Chu Wanning’in pelerinine biraz dalgınca baktı.

               Dün gece o kadar da sarhoş olmamıştı. Bazı şeyler hala bulanık olmasına rağmen, çoğunu, az çok hatırlıyordu.

               Kendi isteğiyle, yeni yılı Chu Wanning’le birlikte karşılamak için, buraya, Kızıl Nilüfer Köşküne koşması bile ayık ve bilinçli bir seçimdi.

               Bir zamanlar, açıkça bu kişiden nefret ediyordu ama onun “Havai fişekleri izlemeye gitmek ister misin?” diye sorduğunu duyunca, mahzun bir şekilde başını eğip gitmek için döndüğünde.

               Aslında kalbinde bir ağrı hissetmişti…

               Zaten birbirlerini uzun süre görmeyecekler diye düşünmüştü, bu hayatta ona karşı gerçekten fazla bir kini yoktu ve Chu Wanning çok yalnızdı, bir kerecik ona sabaha kadar eşlik etmek çok büyük bir şey değildi.

               Ve böylece yüzsüzce buraya gelmişti.

               Şimdi bunu düşününce, gerçekten o, fazlasıyla…

               Düşüncelerini bitiremeden Chu Wanning uyandı.

               Mo Ran kekeledi: “Shizun.”

               “…Mn.” Şakağını ovuşturdu, henüz uyandığından kaşları hafifçe çatıldı, “Sen… Henüz gitmedin mi?”

               “Be-ben henüz uyandım.”

               Son zamanlarda, bir nedenden, Chu Wanning’in kayıtsız yüzünü her gördüğünde, o gümüşten dili kendini düğümlüyordu.

               Mo Ran, aniden hala Chu Wanning’in pelerinini giydiğini hatırlamadan önce, bir süre kıpırdamadan durdu. Çabucak çıkardı ve diğer kişinin etrafına dolamak için çabaladı.

               Mo Ran, pelerini omuzlarına sererken fark etti ki Chu Wanning birkaç kat kıyafet giymiş olmasına rağmen, tüm bu karda, dış giysi olarak pelerin olmadan, hala biraz inceydi.

               Bu düşünce, hareketlerini daha bile heyecanlandırdı ve en sonunda püskül bağı bağlamaya çalışırken, kendi parmağını bir düğümle bağlamış buldu.

               Mo Ran: “…”

               Chu Wanning ona göz attı ve çözmek için uzanırken, “Kendim yaparım.” dedi.

               “…Tamam.”

               Ve mırıldanarak iliştirdi: “Özür dilerim.”

               “Sorun yok.”

               Mo Ran kalktı ve tereddüt etti: “Shizun, gidip hazırlanmalı ve kahvaltı etmeliyim ve sonra yola çıkacağım.”

               “Mn.”

               “…Birlikte kahvaltı yapmak ister misin?” Pah! Bunu söyledikten hemen sonra dilini ısırmak ve oracıkta ölmek istedi! Onun sorunu neydi böyle! Bunu niye yapmıştı!

               Belki de Chu Wanning, sorduktan hemen sonra Mo Ran’in yüzünde açığa çıkan pişmanlığı görmüştü ama durakladı ve sonra: “Atlayacağım. Sen git,” dedi.

               Mo Ran daha fazla kalırsa, daha rezil bir şey söylemekten ölümüne korkuyordu, bu yüzden: “Gi-gidiyorum o halde…” dedi.

               Chu Wanning: “Peki.”

               Mo Ran gittikten sonra, Chu Wanning bir süre daha ifadesiz bir şekilde ağacın altında oturdu, sonra yavaşça, bir eliyle ağacın gövdesinden destek alarak kalktı ama sonra daha öteye hareket etmedi.

               Tüm gece Mo Ran’e yastık olarak hizmet ettiğinden, bacakları tamamen uyuşmuştu; bütün bu raptiyeler ve iğnelerden, yürüyemiyordu.

               Kan dolaşımı normale dönmeden önce, uzun bir süre, kasvetli bir yüzle orada durdu ve en sonunda topallayarak içeri girebildi.

               Beklenildiği gibi, böyle keskin soğuk bir havada, geceyi dışarıda geçirdikten sonra, haitang ağacı onları kardan korusa bile, yine de soğuk algınlığına yakalanmıştı.

               “Hapşuu!”

               Hapşırdı, gözlerinin kenarları çoktan kızarmaya başlamıştı.

               Chu Wanning, bir mendille burnunu kapatarak düşündü, lanet olsun… Muhtemelen… Soğuk algınlığına yakalandım…

               Kıdemli Yuheng.

               Üç kutsal silahın sahibi ve efsun dünyasındaki tüm klanlar içinde en çok rağbet gören, bir numaralı, muhteşem zongshi. Tianwen’in ufak bir görüntüsü dört denizi ehlileştirir, cübbesinin beyazı dünyadaki renklerin en iyisidir.

               Böyle etkileyici bir karakter, çağın en güçlü efsuncusu denmesine rağmen.

               Ne yazık ki, en güçlü kişi bile bir zayıflığa bağlıydı. Chu Wanning’in zayıflığı, soğuğa dayanıksızlığıydı ve maruz kalırsa kolayca hasta düşüyordu. Bu sebeple, Mo Ran ve Shi Mei, Sisheng Tepesi’nden yola çıkarken, Chu-gongzi, ilacın etkisi tükendiğinden, yalnızca tekrar küçülmemiş, ona ek olarak, hapşırıyor ve durmaksızın burnunu da çekiyordu.

               Ve böylece, Kuştüyü Kabilesi, onlara eşlik etmek için, öğlende ulaştığında, mükemmel bir şekilde sağlıklı olan Xue Meng, Mo Ran ve Shi Mei’yle ve hapşırmayı kesemeyen, zavallı, küçük shidi “Xia Sini”yle karşılaştı.

               Yazarın Notları:

               Mini Tiyatro <<Kıdemli Yuheng’e Karşı Rekabet Ederek İçmenin Doğru Yolu>>

               Xue Meng: Shizun, Shizun! Sana doğu denizi gibi bolluk, güney dağları kadar uzun ömür diliyorum, fondip! Lıkır lıkır…

               Chu Wanning: Tamam, iç.

               Bir kadeh sonra, Xue Meng yere serilir.

               Shi Mei: Shizun, sana katılıp seninle içeceğim, fondip.

               Chu Wanning: Tamam, iç.

               Shi Mei: Shizun, bir kadeh daha.

               Chu Wanning: Tamam, iç.

               Shi Mei: Shizun, bir tane daha…

               Chu Wanning: Tamam, iç.

               Shi Mei: Shizun…

               Dört kadehten sonra, Shi Mei yere serilir.

               Mo Ran: Shizun, Mutlu Yıllar, popo havaya.2

               Alkol Tanrısı Chu Wanning: Tamam, iç.

               Mo Ran: Ne içeyim?

               Chu Wanning: Alkol? Fondip demedin mi?

               Mo Ran: (Parlak bir şekilde gülümser) Evet, popo havaya, senin popon.

Dipnotlar

  1. Bir domino oyunu.

  2. “Bottoms up” fondip demekken “bottom up” popo havaya demek. Mo Ran hiçbir zaman fondip anlamına geleni söylemiyor, “bottom up” diyor fakat Chu Wanning anlamıyor. Bu da böyle bir kelime oyunu.