179. Wanning

Share

               Mo Ran ve Chu Wanning, Uçuşan Çiçek Adası’ndaki bir uçurumun kenarına geldi. Altlarında çentikli kayalar ve okyanusun kabaran dalgaları vardı. Dalgalar kayalara vurduğunda ansızın binlerce kar tanesine dönüşüyordu adeta. Etraflarında uçsuz bucaksız deniz, gökyüzü ve yeni ay dışında hiçbir şey yoktu.

               Mo Ran ahitleştiği kılıcını çağırdı, sonra dönüp Chu Wanning’e sordu, “Shizun, neden İmparator Kılıcı Tekniğini kullanmayı bilmiyorsun?”

               “Nasıl yapacağımı bilmediğimden değil,” dedi Chu Wanning, “Bunda pek iyi değilim.”

               “Nasıl yani?”

               Chu Wanning kol yenlerini salladı, ifadesi biraz kibirliydi, ama kulakları kırmızıydı, “Sadece yere yakın uçabiliyorum.”

               Mo Ran şaşırmıştı, İmparator Kılıcı Tekniği, yerden bir chi havalansan da yüz metre havalansan da aynı miktarda ruhani enerjiyi gerektiriyordu. Chu Wanning yere yakın uçabiliyorsa, yüksekten uçmamak için hiçbir sebep yoktu. “Shizun, neden bir denemiyorsun? Bir göreyim,” dedi.

               “…” Chu Wanning kılıcını çağırmadı. Bunun yerine sakince, “Normalde kılıç kullanmayı sevmiyorum çünkü silahlara saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Üstlerine basmayı uygun görmüyorum,” dedi.

               “?”

               Mo Ran, neden aniden açıklamaya başladığını bilmiyordu, ama yine de başını salladı.

               “Shizun haklı… Ama… Kılıçlarımızın üzerine yatamayız ya da kendimizi kılıçlarımızın üzerine asıp uçamayız ya.”

               Chu Wanning söyleyecek söz bulamıyordu. Başını kaldırdığında, adamın kendisine ay ışığının altında gülümseyerek baktığını gördü. Sinirlenmekten kendini alamadı. “Normalde acil bir durum olursa Yükselen Ejderha Bariyeri ile uçarım.”

               Mo Ran biraz şaşırmıştı. “O minik ejderhayla mı?”

               “Büyüyebiliyor,” dedi Chu Wanning. İtibarını biraz kurtarmış gibiydi, ama kısa süre sonra biraz utandığını hissetmişti. “Ama Rufeng Sekti’ndeki büyük yangında tamamen işe yaramazdı. Ateşten korkuyor.”

               Mo Ran hemen anlamıştı. “Yani Shizun İmparator Kılıcı Tekniğini öğrenmek istiyor çünkü–––”

               “Acil bir durum olursa diye.”

               Mo Ran sessiz kaldı. LinYi yoğun duman ve yükselen alevlerle dalgalanıyordu. Kaç can bu alev deniziyle yutulmuştu? O sırada Chu Wanning kendi kılıcının üzerinde durmuş, ölümlülerin Ebedi Ateş tarafından yutulmasını seyretmişti. Hepsi teker teker küle dönmüş, tek bir kemik dahi kalmamıştı. Öte yandan bu asil Muhterem Ölümsüz’ün elinden hiçbir şey gelmemişti. Birilerini taşımak için kılıcını süremiyordu. O sırada Chu Wanning nasıl hissetmişti?

               Kılıca binmektense at arabasına binmeyi tercih eden bu kişinin birdenbire müridinden böyle bir ricada bulunmasına şaşmamalıydı.

               “Anlıyorum. Shizun, merak etme, sana kesinlikle iyi öğreteceğim.”

               Bunu söylediğini duyan Chu Wanning hiçbir şey söylemedi. Bakışlarını düşürdüğünde kimse ne düşündüğünü bilmiyordu. Sonunda içini çekti ve elini kaldırdı, “Huaisha, gel.”

               Altın bir ışık ansızın yoğunlaştı. Mo Ran, önceki hayatında yalnızca onunla ölüm kalım savaşındayken beliren bu kutsal silahı, bir kez daha bu dingin deniz, gökyüzü ve mehtapta görmüştü.

               Chu Wanning’in katliam kılıcı–––

               Huaisha.1

               Chu Wanning’in normal kılıcına çok benzer, uzun bir kılıçtı. Muhtemelen bu dünyada bu kılıcın kılıç ustası olmaya Chu Wanning’den daha uygun başka kimse yoktu. Süslemeleri donuktu ve tüm gövdesi altın ile akıyordu. Altın ışık fazlasıyla göz kamaştırıcı olduğu için, üzerinde biraz solgunluk bile vardı. Kılıçtan telaşsız bir şekilde geceye akan sonsuz ışık, patlayan havai fişekler, düşen beyaz kum taneleri gibiydi.

               “Bu Huaisha.” Chu Wanning kılıca bakarak konuştu, “Onu hiç görmedin. Habis enerjisi çok güçlü, bu yüzden sık kullanmıyorum.”

               Mo Ran’in ruh hali karmaşıktı. Bir süre sonra başını sallayıp alçak sesle, “Bu iyi bir kılıç,” dedi.

               Gece rüzgârı hafifçe eserken Mo Ran kılıcına bastı. Ayak parmaklarının hafif bir hareketiyle kılıç itaatkâr ve yavaş bir şekilde yerden birkaç santim yükseldi.

               Mo Ran, Chu Wanning’e döndü, “Shizun, sen de dene.”

               Chu Wanning de Huaisha’nın üzerinde duruyordu. Huaisha da Chu Wanning’i aynı yerde taşıyarak istikrarlı bir şekilde birkaç santim yükseldi.

               “Harika değil mi? Biraz daha yükselmeyi dene.” Mo Ran, konuşurken kılıcını kontrol ederek yaklaşık beş chi2 yükseğe uçtu. Başını eğip Chu Wanning’e gülümsedi ve “Buraya gel,” dedi.

               “…”

               Chu Wanning dudaklarını büzdü ve Huaisha’yı sessizce onunla aynı seviyeye yükseltti.

               Mo Ran: “Sorun yok. Shizun, bunu nasıl yapacağını bilmiyor musun? O zaman biz–––”

               Birden çenesini kapadı. Chu Wanning’in yüzünün solgun ve yüz hatlarının aşırı gergin olduğunu fark etmişti. Sarkık kirpikleri rüzgârda savrulan çimenler gibi titriyordu, sanki bir şeye katlanmak için elinden geleni yapıyormuş gibiydi.

               Mo Ran aşağı baktı ve yerden beş chi bile uzakta olmadığını gördü.

               Tekrar başını kaldırdı ve inanamayarak Chu Wanning’e baktı.

               Birden aklına saçma sapan bir düşünce geldi–––

               Shizunun kılıcı kontrol edememesinin nedeni… Yükseklik korkusu olabilir miydi?

               Mo Ran: “…”

               Bu son derece garipti ve ayrıca bunun akıl almaz olduğunu da düşünmüştü. Chu Wanning, çok iyi qinggong becerilerine sahip bir adamdı. Yüksek bir binada dilediği gibi aşağı yukarı zıplayabilir, ayak parmaklarının bir dokunuşuyla birkaç metre sıçrayabilirdi. Böyle bir insan nasıl yükseklikten korkardı? Ancak kılıcın üzerinde duran kişiyi gözlemlediğinde ifadesi gerçekten tatsızdı. Bakışları etrafta geziniyordu, kendini dizginlemek için elinden gelenin en iyisini yapsa da kaşlarının arasında hâlâ ince bir korku izi vardı.

               Mo Ran irdeledi, “Shizun?”

               Chu Wanning’in tepkisi biraz aşırıydı. Aniden başını kaldırmış ve gece rüzgârı saçlarını dalgalandırmıştı, ama onu geriye itmek için elini kaldırmamıştı. Bir çift kalkık anka göz öfkeyle parladı, alnındaki dağınık saçların arkasında ihtiyat kıvılcımları vardı, “Hım?”

               “ÖhöPıff.”

               “Neye gülüyorsun!!!”

               “Boğazım kurudu. Öksürüyorum.”

               Mo Ran kahkahasını tutmak için elinden geleni yaptı. Kendi kendine düşündü, artık kaçış yoktu, yani gerçekten yüksekten korkuyordu. Az önce bu kadar çok şey açıklamasına şaşmamalıydı, sadece biraz itibarını korumak istemişti.

               Shizun itibarını korumak istediğinden, bir mürit olarak, shizuna uyacak ve ona bir kaçış yolu3 verecekti.

               Mo Ran: “Kılıcın ne kadar yüksekte olursa kontrol etmen o kadar zor olur. Başlangıçta ben de beş chiden yukarı çıkamazdım. Daha fazla çalışmam gerekti.”

               “Daha önce çıkamıyor muydun?”

               “Evet.”

               Kılıca ilk bindiğinde, bin zhang4 yüksekliğe çıkmış olan Mo Weiyu nazikçe başını salladı.

               “Belki beş chi bile yoktu, yere bakmaya cesaret edemiyordum. Yoksa… Üç chi miydi? Kısacası, Xue Meng beni kolayca aşağı tekmeleyebilirdi.”

               Chu Wanning’in içine biraz su serpilmişti.

               Daha önce kimseye yükseklik korkusunu anlatacak cesareti bulamamıştı, ama şimdi utanacak bir şey yokmuş gibiydi.

               “Shizun, aşağı bakmamaya çalış.”

               “Hım?”

               “Sadece bana bak.” Mo Ran onun üzerinde durdu. Tekrar alçalmadan önce bir an düşündü, “Ne kadar yükseldiğini unut, sadece benimle aynı seviyeye uçmayı düşün.”

               Chu Wanning dişlerini sıktı ve daha da yükseğe uçtu. Kılıcın ince ve pürüzsüz bıçağına basmıştı. Başlangıçta ılık olan gece rüzgârı ona göre şu anda bir yılan kadar soğuk ve ıslaktı. Kıvrılarak ve tıslayarak giysilerinin içine sürünüyordu.

               “Aşağıya bakma, aşağı bakma.” Mo Ran sabırla tekrarladı, elini uzatarak, “Buraya gel, elimi tut,” dedi.

               Chu Wanning derslerini ciddiye alıyordu ve “Gerek yok, kendim yapabilirim,” diyerek odaklandı.

               Mo Ran onu zorlamadı. Chu Wanning’in mizacını çok iyi biliyordu. Eğer bu kişi kendi yapmak istiyorsa, çok da önemli bir mesele değilse, canının istediğini yapmasına izin vermek en iyisiydi.

               Dev bir ağaç olmaya alışmış bir insan, başkalarına güvenmeye alışkın olmazdı.

               Yanında eşlik etmek, onunla omuz omuza durmak, onun özgür olmasını ve rahat hissetmesini sağlıyordu.

               Chu Wanning’i parmaklarının etrafında mor salkımlar gibi olan yumuşak bir kaynak suyuna dönüştürmeyi ve koynunda kırılmasını, kanında erimesini sağlamak için sert vücuduna sürtmeyi gerçekten istemesine rağmen. Dünyadaki çoğu erkek gibi, derinden sevdiği birine karşı hep, gerçekçi olmayan ve korkutucu bir sahiplenme arzusu besliyordu.

               Bu doğaldı, ama aynı zamanda içgüdüseldi.

               Erkek içgüdülerinin agresif doğası, onu Chu Wanning’i kilitlemeye, onu gece gündüz durmaksızın sarmaya, tutkusunun tamamını yutmaya itiyordu.

               Sıcacık aşk yuvalarında tüm gün boyunca boylu boyunca uzanmasını arzuluyordu, altın canavar buhurdanlığındaki güzel ve hoş kokulu tütsüyle6 yanında

Erik çiçeği kokusu dolu kollarımda.

Söyleme sakın hasret çekmediğimi!

Batı rüzgârı7 araladığında perdeyi,

Kasımpatılardan daha çelimsizim.”[/efn_note], kendisi dışında başka kimse tarafından görülmemeyi.

               Tüm hayatı boyunca vücudunun altında olmasını, sıcak bedeninin daima onu sarmalamasını özlüyordu.

               Bedenindeki mavi ve mor öpücük izlerinin kaybolmayışını, onu arzuya aç, obur bir canavara dönüştürmesini, her gece en yoğun ve en ateşli tutkuyu kullanarak midesini tıka basa doldurabilmesini, onu tatmin olana ve yumuşayana dek beslemeyi özlüyordu.

               Ancak bu aşk Mo Ran’in kalbini yakıyordu.

               Aşk, Chu Wanning’e saygı duymasını sağlamıştı. Onu neşeli, hafif toynaklı, hızlı atlarıyla görmek istiyordu. Elinde bir kılıçla kızıl tozların8 içinden çıkıp kol yenlerini sallayarak kar yağdırmasını seyretmek istiyordu.

               Ormanda göğe karşı kibirli bir şekilde büyümesine, merhametle gölge düşürmesine, bereketli yaprak ve dallarla donanmasına izin vermek istiyordu. Ama aynı zamanda o dalları kırmasına da rüzgârda ve yağmurda yaralanmasına da müsaade etmek istiyordu.

               Bu yüzden, aşkı içgüdülerine zincir, vahşi arzularına gem vurmuş, göz kapaklarını indirmesine, yakıcı sıcak nefesini bastırmasına ve terbiyeli biri olmasına neden olmuştu.

               Hayatı boyunca doğasını kilitli tutmayı ve keskin dişlerini çıkarmayı dilemişti.

               Aşkı yüzünden sahiplenici ve bencil biri olmuştu. Şimdi ise aşkı sebebiyle müsamahalı ve özveriliydi.

               Bu yüzden önceki hayatında yaptığı gibi Chu Wanning’i hapsetmeye ya da değiştirmeye çalışmayacaktı.

               Bu geciken, saf aşk, eski İmparator Taxian Jun’ü isteyerek boyun eğdirmişti ve tüm hayatını Chu Wanning’e eşlik etmek için adamaya istekli kılıyordu.

               Kılıcı belli bir yüksekliğe ulaşana kadar yükseldi. Chu Wanning yere bakmasa da geniş kol yenlerinin altındaki parmak uçları titriyordu.

               Kafa derisi uyuşmuştu.

               Mo Ran onun gerginliğini görebiliyordu ve “Korkma, bu qinggong ile aynı,” dedi.

               “Aynı değil. Qinggong ile kendin uçarsın, imparator kılıcı ise…”

               “İmparator kılıcıyla da kendin uçarsın.”

               “İmparator Kılıcı Tekniği’nde kılıçla uçarsın!” Chu Wanning öfkeyle karşılık verdi.

               Mo Ran: “…”

               Sonunda shizununun qinggongda bu kadar yetenekli olmasına rağmen kılıca binerken korkmasının sebebini anlamıştı––––Chu Wanning hiçbir zaman hiçbir şeye sırtını dayamamıştı, her zaman kendine güvenmişti. Yani sadece kendine dayandığında kendini rahat hissedebiliyordu.

               Bu bilgi Mo Ran’in kalbini sızlattı. Çok üzgün hissediyordu.

               “Sorun değil Shizun. Huaisha’ya inanmalısın,” dedi.

               Chu Wanning’in ifadesi sakin olsa da gözlerindeki endişe ve panik gizlenemezdi. Alnındaki boncuk boncuk terleri ve ayaklarındaki dengesizliği gören Mo Ran, bunun çok iyi olmadığını ve bu şekilde devam edemeyeceğini biliyordu. Chu Wanning şu anda kılıcından düşerse, gölge daha da derinleşirdi.

               Hemen “Hadi inelim,” dedi.

               Chu Wanning başka bir şey isteyemezdi ve böylece yere indiler. Chu Wanning bir an duraksadı ve sonra sordu, “Ne kadar yükseğe uçtuk?”

               Mo Ran kasıtlı olarak çıktıklarından fazlasını söyledi, “Elli chiden9 fazla.”

               Chu Wanning şaşırmıştı. Gözleri büyüdü, “O kadar yükseğe mi?”

               “Evet,” Mo Ran gülümsedi. “Shizun çok güçlü. Bir dahaki uçuşumuzda, beş yüz chi çocuk oyuncağı olacak.”

               “…”

               “Beş yüz chi” kelimelerini duyunca Chu Wanning’in zaten solgun olan yüzü daha da bozulmuştu. Elini salladı ama hiçbir şey söylemedi, Huaisha’ya şaşkınlıkla baktı.

               Mo Ran bir süre düşündü ve “Şuna ne dersin Shizun, bir süre sana etrafı gezdireyim, sen de alışmış olursun,” dedi.

               “Beni gezdirmene gerek yok, daha önce hiç uçmadım değil ya.”

               “Ama daha önce, Shizun uçarken yere bakmıyordu.”

               Bu noktada tamamen haklıydı. Ne zaman başkasının kılıcına binse, o kişinin sırtına ya da başka bir noktaya bakmak için elinden geleni yapar ve hâlâ sağlam bir şekilde yere bastığını düşünürdü.

               Mo Ran kılıcını tekrar çağırdı ve genişletti. Önce üzerine o çıktı, sonra Chu Wanning’e döndü ve nazikçe “Gel, yukarı gel,” dedi.

               Chu Wanning dişlerini sıktı, ama yine de sıçrayarak kılıcın kabzasına hafifçe indi.

               Mo Ran, “Dik dur,” dedi. Konuşmasını bitirdiğinde, kılıç emrini almıştı ve bir anda doğruca bulutların arasına uçtu. Chu Wanning ilk başta alışkanlıktan gözlerini kapattı, ama Mo Ran’in kahkahalarını duyunca sarsılarak kendine geldi ve aşağıya baktı.

               Bakmaz olaydı çünkü baktığında, Chu Wanning’in vücudundaki tüm tüyler diken diken olmuştu.

               Şu hain Mo Ran onu da beraberinde götürerek tam gaz bulutların derinliklerine doğru uçmuştu. Uçuşan Çiçek Adası, gittikçe daha da geride kalmış, daha da uzaklaşmıştı. Kulaklarında şiddetli esen rüzgârın uğultusu vardı. Kıyafetleri gecenin soğuğundan sırılsıklam olmuştu. Ayaklarını destekleyen, bu kılıçtan başka bir şey yoktu. Denizin üzerinden uçtular. Geceleri mavi-siyaha bürünen deniz suyu, kadim, dev bir canavar gibiydi. Kapkara koca ağzını açıp gelen giden tüm canlıları yutuyordu.

               Chu Wanning’in buz gibi olan kirpikleri titredi ve bilinçsizce tekrar gözlerini kapatmak istedi, ama Mo Ran’in arkadan “Korkma, hiçbir şey olmayacak,” dediğini duydu.

               “Ben… Ben korkmuyorum.” Chu Wanning’in yüzü kağıt kadar beyazdı.

               Mo Ran gülümsedi. “Tamam, korkmuyorsun. Üşürsen ya da sıkılırsan bana söyle, seni adaya geri götüreyim.”

               Chu Wanning tek kelime etmedi. Mo Ran’in o komik duruma düşmesin diye uğraştığını biliyordu.

               Ne de olsa kılıcının üzerinde soğuktan donan bir Muhterem Ölümsüz, kılıcının üzerinde korkudan titreyen bir Muhterem Ölümsüz’den daha heybetliydi.

               Buna daha fazla katlanamayacağını ve inatla konuşmak istemediğini gören Mo Ran, buna dayanamadı. “Kılıcı biraz daha büyüteceğim,” dedi.

               Elini kaldırdı ve kılıcını beş ya da altı kat daha genişletti, bu Chu Wanning ile omuz omuza durması için yeterliydi.

               “Shizun, birkaç gün içinde LinYi’nin Ebedi Ateşi sönecek. Biz Sisheng Tepesi’ne döneceğiz ama getirdiğimiz insanlara ne olacak?” Konuşurken Chu Wanning’in gergin kirişini10 gevşetmeye çalıştı.

               Chu Wanning gerçekten kudretliydi ve şaşırtıcı bir şekilde düşünebiliyordu, “Onları Shuzhong’a11 getir,” dedi.

               “Hım?”

               “Önce onları Shuzhong’a götürelim. LinYi, Ebedi Ateş’ten sonra, kavrulmuş toprağa dönüşecek. Orada kimse yaşayamaz.”

               Mo Ran, “Pekâlâ,” dedi.

               Chu Wanning’in solgun yüzüne baktı, bir süre sonra onun için gerçekten üzülmüştü, bu yüzden, “Geri dönelim mi?” diye sordu.

               “Biraz daha bekle.”

               Mo Ran kılıcını biraz daha genişletti. Chu Wanning’den oturmasını istedi, oturup izlemek ayakta durmaktan çok daha iyi olurdu. Bir bariyer oluşturdu. Chu Wanning başını çevirip “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

               “Sadece soğuktan korunmak için.” Mo Ran’in bakışları çok nazikti. “Çok yüksekteyiz, daha soğuk olacaktır.”

               Chu Wanning istediğini yapmasına izin verdi.

               Bariyer düzeni onunkiyle aynı kökendendi, parlaklık akışında oluşan katmanda bile haitang çiçekleri vardı. Yalnızca onunki altın rengiyken Mo Ran’inki kırmızıydı.

               Bu yarı saydam bariyerin soğuğu dağıtmaktan başka bir faydasının olmadığını bilmesine rağmen, ansızın etrafında fazladan bir koruma katmanı var gibi hissetmişti ya da muhtemelen bariyerin ardından gördüğü okyanus artık korkutucu derecede karanlık gelmediğindendi. Kısacası, Chu Wanning’in gergin bedeni yavaşça gevşemişti ve solukları daha durgundu.

               Mo Ran yanına oturdu ve gülümsedi, “Shizun, şuraya bak,” dedi.

               “Ne oldu?”

               “Gördün mü?”

               “…” Chu Wanning uzun süredir işaret ettiği yöne baktı ve kaşlarını çattı, “Ay dışında bir şey yok.”

               “Evet, ay.”

               Chu Wanning hayrete düşmüştü, “Bunda görecek ne var? Yerden baktığımızda da aynı.”

               Mo Ran gülümsedi. “İlk defa shizunla oturup aya hayranlıkla bakıyorum.”

               Chu Wanning cevap vermedi. Bir süre sonra Mo Ran, Chu Wanning’in daha fazla bir şey söylemeyeceğini düşündüğünde, aniden yumuşak bir sesle, “Sanki daha önce beraber izlememişiz gibi,” dedi.

               “… Ne?”

               Mo Ran biraz şaşırmıştı, ona bakmak için döndü.

               Ay ışığı Chu Wanning’in yakışıklı yüzünü aydınlatıyordu. Teni soğuk gecede pür beyaz çiçekler gibiydi ve iki kalın kirpik perdesinin altında, gözlerinde, denizden daha derin anılar saklıyordu sanki.

               “Çok uzun zaman oldu, unutmuşsundur,” diye yanıtladı Chu Wanning. “Önemli değil.”

               Mo Ran bir an ne diyeceğini bilememişti. Şu anki Chu Wanning’den daha uzun yaşamıştı ve geçmişteki olayların çoğu artık net değildi. Chu Wanning’in, hatırladığı geçmişi yüreğinde saklamasına gerek yoktu.

               Chu Wanning’in profiline baktı ve kendini suçlu hissetti, ama bu suçluluk duygusu içinde bir parça tatlılık da hissetmekten kendini alamamıştı. O brokar keseyi ve dün soracağı soruları düşünmeden edemiyordu––––Chu Wanning, birçok hatıranın yanı sıra bağlı saçlarını da saklamıştı. Neden…

               Kelebek Kasabası, Jincheng Gölü…

               Semavi yarık sırasında onu kurtarmak için kendi hayatını riske atmıştı.

               Neden?

               Daha öncesinde küstah ve utanmaz olduğunu düşünerek çılgınca tahminlerde bulunmaya cesaret edememişti.

               Ancak son iki gün içinde yaptığı her keşif, kurt gibi vahşi hırsının alevlerini körüklemişti.

               –––Neden.

               “Shizun.”

               “Hım?”

               Göğsündeki kan heyecanla kaynıyordu. Çok susamıştı ve Chu Wanning’e bakarken gözleri çok parlaktı. Birden yanına yaklaşıp yüzünü öpmek istemişti ve cesaretini toplayıp ona, “Beni… Seviyor musun?” diye sormak.

               Yer ve gök arasında, İmparator Kılıcı’nı sürmek, Mo Ran’e belli belirsiz bir yanılsama göstermişti.

               Sanki ikisinin artık bu dünyada hiçbir bağı kalmamış ve geçmişteki aşk ve nefret hiç yaşanmamış gibiydi. Her şey hafif bulutların arasından düşen ay ışığı kadar huzurlu ve saftı.

               Sanki göğsündeki narin fide sonunda koca bir ağaca dönüşmüş, kalın kökleri ölü toprağı yararak toprağın derinliklerindeki yoğun tatsız kokuyu ortaya çıkarmıştı.

               Chu Wanning onun uzun süredir sessiz olduğunu görünce başını çevirdi ve “Sorun ne?” diye sordu.

               Mo Ran cevap vermedi, başı dönüyordu. Ona sahip olmak, ona sarılmak, onu öpmek için can atıyordu.

               İstemsizce eğilip yaklaştı.

               Sonra aniden, bariyeri kurduktan sonra, Chu Wanning’in biraz gevşemiş olsa da hâlâ mavi-beyaz dudaklarını büzdüğünü ve cildinin perişan halde olduğunu fark etti. Kollarını kendine bağlamış, ince parmakları bilinçsizce kollarını kavramış, soğuk kumaşta sıkıca kıvrılmıştı.

               Chu Wanning korktuğunda bile başka birine değil, sadece kendisine tutunuyordu.

               Mo Ran donakalmıştı.

               Ardından, göz bebeklerinin ardındaki saldırgan ışık söndü ve tıpkı bir balıkçı ateşi gibi, parıldayan ufak zerrelere dönüştü.

               Son derece nazikti.

               Aceleyle onu öpmek üzere olan o dudaklar hafifçe yukarı kalkmış, yumuşak ve acı bir gülümsemeye dönüşmüştü.

               Aniden onu kucaklayacak olan kollar durmuş ve bir an sonra üşüyen eline dokunmuştu.

               “Sen…” Chu Wanning irkildi, solgun yüzü kızarmıştı, ama alçak sesle onu uyardı, “Ne yapıyorsun?”

               Elini geri çekmek istedi, ama Mo Ran elini sıkıca tutuyor ve bırakmayı reddediyordu. Chu Wanning, donmuş parmaklarının son derece sıcak bir ele düştüğünü ve avucunun ortasından parmak uçlarına kadar mükemmel bir uyum içinde sıkıca sarıldığını ve kapandığını hissetmişti.

               “Yalnızca kendine bel bağlamayı bırak,” dedi Mo Ran, “Ben buradayım, bana güvenebilirsin.”

               Chu Wanning’in daha öncesinde sakin ve kendinde olduğu söylenebilse de bu sözleri duyduktan sonra, ne kadar kalın kafalı ve ürkek olursa olsun, sözlerin ardındaki sevgiyi hissetmemesi imkânsızdı.

               Dahası, o birinin hayatını alabilecek, simsiyah gözler onu ciddiyetle, ağırbaşlılıkla, nezaketle ve şefkatle izliyordu. Bir anda Chu Wanning’in kalp atışları şiddetli bir sağanak yağış gibi atmaya başlamıştı, damla damla, ruhuna çarpıyordu.

               Tekrar Mo Ran’in gözlerine bakmaya cesaret edememiş ve başını eğerek uyarmaksızın yüzünü çevirmişti.

               Çok sıcaktı.

               Yerden yüz chi yüksekteyken hava nasıl bu kadar sıcak olabilirdi?

               Her zaman gururlu ve sakin olmuştu, ama şu anda sanki aniden tamamen yabancı bir bölgeye adım atmış gibiydi. Vücudu tüm zırhlardan sıyrılmış ve keskin pençeleri kesilmiş gibiydi. Mo Ran’in ani açık sözlülüğü karşısında, Chu Wanning’in her zamanki taktikleri işe yaramaz hale gelmişti.

               Adam istiridye kabuğunu hararetle açmış ve gözleriyle dosdoğru içindeki titreyen, beyaz ete bakmıştı. Parıldayan inci ya da balık gibi, tatlı istiridye eti adamın gözleri önündeydi.

               Miğferini ve zırhını kaybetmiş olan bu gururlu ve sakin kişi, birdenbire telaşlanmış ve çaresizliğe kapılmıştı.

               Ne yapmalıydı…

               Ne demeliydi?

               O…

               Elinin hâlâ Mo Ran tarafından sıkıca tutulduğunu, sımsıkı birbirlerine bastırıldığını fark etti.

               Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ve hem endişeli hem de gergindi, gözleri hafifçe kızarmıştı, bilinçsizce tekrar parmaklarını çekmeye çalıştı.

               Ama hareket ettiği anda Mo Ran onu sıkıca tutmuştu.

               Adamın avucu terden ıslanmıştı ve nemliydi.

               “Çekme.”

               “…”

               Çok güçlüydü, hem inatçıydı hem de ısrarcıydı. Nedenini bilmiyordu ama Chu Wanning aniden sözlerinde biraz hüzün varmış gibi hissetmişti.

               Mo Ran kavrulan gözleri ile uzun bir süre ona baktıktan sonra alçak, boğuk bir sesle “Chu Wanning…” dedi.

               “…Bana ne dedin?”

               “…Benim hatam.”

               Chu Wanning’in tüm vücudu öncekinden daha gergindi, kalbi kılıçla uçma pratiği yaptığı zamankinden daha hızlı atıyordu. Buna alışık değildi, buna hiç alışık değildi.

               Tekrar bu dev uçurumdan düşmeden önce duruşunu düzeltmek için elinden geleni yaparak son bir çaresiz mücadele verdi.

               Göz kapaklarını indirdi, “Mım, hatalı olduğunu biliyorsan, o zaman tamamen umut…”

               Mo Ran’in kalbi yanıyordu ve sonunda hiç düşünmeden söyleyiverdi, “Wanning.”

               -suz değilsin.

               Chu Wanning’in o son heceleri söyleyecek zamanı olmamıştı.

               İç çeken o nazik sesi duyduğunda, zihni bir an için boşalmış ve vızıltılarla dolmuştu.

               O son sözleri artık söyleyemezdi.

               Umutsuz değilsin.

               Umutsuz değilsin–––

               Aşk arzusunun bataklığının dışında çok uzun süre duraksamış ve sonunda o bataklığın içine adım atmaktan kendilerini alamamışlardı. İçerisinde kapana kısılmışlardı. O andan itibaren, kaçınılmaz bir ağa hapsolmuşlardı, iliklerine kadar hüzün yüklüydüler.

               Mo Ran’in sesi derin ve boğuktu, onu izliyordu, “Wanning, aslında, son birkaç gündür sana soracak bir şeyim vardı hep.”

               “…”

               Kalbi delice yanan Mo Ran, Chu Wanning’in elini sıkıca kavradı, parmakları titriyordu, “Hayır, artık sormayacağım.”

               Chu Wanning rahat bir nefes almıştı ki Mo Ran’in sözlerine devam ettiğini duydu.

               “Artık sormayacağım, sadece sana söylemek istiyorum.”

               Mo Ran kararlıydı ve asla arkasına bakmıyordu.

               Tek bir nefeste tüm cesaretini kullandı.

               “Seni seviyorum.”12

               Kalbi çılgınca atıyordu.

               “Seni seviyorum, bir müridin ustasını sevdiği gibi değil, bu… Küstahlık ediyorum, ben… Seni seviyorum.”

               Chu Wanning gözlerini kapattı, o kişinin sıcak, nemli ısısında, titreyen parmak uçları, yavaş yavaş duruldu.

Nasıl olabilir.

               Nasıl olabilir……

               Kesinlikle yanlış duymuştu. O çok çirkindi, çok sinirliydi, konuşmayı beceremezdi, ilgi çekici değildi, zavallı bir aptaldan başka bir şey değildi. Kim onu severdi?

               “Seni seviyorum.”

               Chu Wanning çok, çok uzun süre şaşkınlık içindeydi, gerçekten ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Yüreği büyük bir keder içindeydi, tamamen kontrolünü kaybetmişti. Acı duyuyor, hatta korkuyordu, zihni neredeyse boştu. Her zamanki gibi kol yenlerini savurup “saçmalık” diye bağırmak, “gülünç” demek istiyordu. Çok şey düşünüyordu, ama hepsi boğazında tıkanmıştı.

               Çok uzun bir süre sonra, Chu Wanning boğuk bir sesle ve dalgın bir şekilde, “…Çok aksiyim,” dedi.

               “Bana karşı çok iyisin.”

               “Ben, ben yaşlıyım.”

               “Benden daha genç görünüyorsun.”

               Chu Wanning, neredeyse sabırsızdı, sersemlemiş ve çaresiz bir şekilde konuştu, “Çok çirkinim…”

               Bu sefer şaşırma sırası Mo Ran’deydi, önündeki en yakışıklı adama bakarken gözleri kocaman açılmıştı. Onun kadar yakışıklı birinin görünüşü hakkında neden bu kadar utandığını anlamıyordu?

               Chu Wanning, onun bir şey söylemediğini görünce içten içe daha da telaşlandı ve soldu. Başını eğdi, “Yakışıklı değilim.”

               “…”

               “Senin kadar yakışıklı değilim.”

               Sessizce mırıldanırken, aniden sıcak bir el yanağını kavradı. Mo Ran’in bu geceki aydan bile daha yumuşak iç çekişini duydu. “Gözlerime bakmak ister misin?”

               Chu Wanning, “Gözlerin mi…?” dedi.

               Mo Ran’in bakışları sıcak ve nemliydi, beyaz giyimli bir adamı yansıtıyordu ve “Görüyor musun? Bu, dünyanın en yakışıklı adamı,” dedi.

               Chu Wanning ona baktı, kalbinde şiddetli bir tayfun kopsa da donalı bir günden fazla olmuş13 yüzünde pek bir ifade yoktu.

               Mo Ran elini tuttu, ter damlıyordu.

               Yine yumuşak bir sesle, “Seni seviyorum,” dedi.

               Chu Wanning’e sanki bıçak saplanmıştı, parmakları titriyordu ve bir an sonra başını eğdi. “Seni seviyorum” sözleri keskin bir bıçak gibiydi, kalbine saplanıyor ve kan akışını kontrolsüzce hararetlendiriyordu. Chu Wanning’in gözleri kırmızıydı, belki de gerçekten çok uzun süre beklediğinden, bu sözleri duyunca nasıl tepki vereceği aklının ucundan dahi geçmemişti. O kadar endişeliydi ki neredeyse ağlayacaktı, “Ben iyi değilim. Ben… Daha önce hiç kimse beni sevmedi.”

               Daha önce hiç kimse beni sevmedi.

               Bana sahip olduğu için mutlu, gururlu, değerli hisseden hiç kimse olmadı.

               Otuz iki yıl boyunca.

               Kimse beni sevmedi.

               Mo Ran bunu duyup da başını eğmiş, yüzünü bile kaldırmak istemeyen bu adama baktığında, ansızın azap içinde hissetmişti. Acı, kalbini parçalıyor, kemiklerini ve kaslarını eziyordu.

               Bu onun hazinesiydi, ancak ömrünün neredeyse yarısı boyunca tozla kaplı kalmıştı.

               Öyle canı yanıyordu ki ne diyeceğini, nasıl söyleyeceğini bilmiyordu.

               Sonunda, tek yapabildiği beceriksizce Chu Wanning’in elini sıkıca tutmak ve durmadan “Birisi var. Biri var,” diye tekrarlamaktı.

               Biri seni seviyor. Ben seni seviyorum.

               Biri seni istiyor, biri seni istiyor, o yüzden artık kendini hor görme, bu kadar aptal olma, en, en iyi halini beş para etmez görme. Aptal.

               Aptal Chu Wanning.

               Seni seviyorum.

               Uzun bir süre sonra Mo Ran, “Ya sen?” diye sordu.

               “…Ne?”

               Mo Ran göz kapaklarını indirdi, kirpikleri titriyordu, “Ben… Ben çok aptalım, çok düşüncesizim, çok güvenilmezim, ben… Birçok affedilemez şey bile yaptım.”

               Bir an durakladı, sonra kısık bir sesle devam etti, “Beni sevecek misin?”

               Chu Wanning aslında yüzünü kaldırmıştı, ama bunu söylediğini duyduğunda, o nazik siyah gözlerle karşılaştığında, beklenmedik bir şekilde, tekrar paniklemişti. Sahip olduğunu bilmediği bir güçle elini Mo Ran’in elinden çekti ve yüzünü başka tarafa çevirdi.

               Başıyla onaylamadı da reddetmedi de.

               Ne tasdik etmiş ne de inkâr etmişti.

               Ancak Mo Ran, Chu Wanning’in kulaklarının kırmızıya döndüğünü ve kızarıklığın güzel boynuna bir çiçek dalı gibi yayıldığını açıkça görüyordu.

               “O brokar kese…”

               “Söyleme.” Chu Wanning aniden boğuk bir şekilde konuştu, bu sefer tüm yüzü tamamen kıpkırmızı olmuştu, “Bundan bahsedemezsin,” dedi.

               Mo Ran, Chu Wanning’in isteksiz, utangaç, öfkeli ve kafası karışık ifadesine baktı. Göz bebeklerinde ışık ve gölge çalkalanıyor, ay ışığı dolanıyordu.

               Oturdu, elini tekrar uzattı ve Chu Wanning’in parmak uçlarını yakaladı.

               Chu Wanning titriyordu, Mo Ran’in parmakları da hafifçe titriyordu, Chu Wanning’in ince parmaklarını kavradı ve sonra–––Birer birer, daha önce hiç görülmemiş bir şekilde kendi parmaklarıyla sardı–––

               On parmak sıkıca kenetlenmiş, avuç içleri birbirine dayanmıştı.

               Chu Wanning’in tüm yüzü kırmızıydı ve yüzünü daha da uzağa çevirmişti.

               Ama bu sefer elini çekmeye çalışmadı.

               Böylece Mo Ran, Chu Wanning’in elini tutmuş ve sonunda anlayıp gergin bir şekilde onaylamıştı.

               Chu Wanning de… Onu seviyordu.

               Sonunda anlamıştı.

炎炎炎

Yazarın Söyleyecekleri Var: “Elinde bir kılıçla kızıl tozların içinden çıkıp kol yenlerini sallayarak kar yağdırmasını seyretmek istiyordu.” “Swords of Legends – İndirilebilir içerik Tianyong’un Geçmişi” rol yapma oyunundan değiştirilmiş, Lingyue’nin satırlarına referans. Orijinal cümle “Kol yenlerini sallayıp bulutlara sürtün, kar yağdırmak için kılıcını salla.” (Yanlış çevirmiş olabilirim 🙁 )

Mini Tiyatro: “Bugün mini tiyatroya ihtiyacınız var mı?”

Xue Meng: Ha? Bugünün mini tiyatrosunda kimler olacak?

Meatbun: Tahmin et.

Xue Meng: Hasiktir. Shizunum nerede???

Meatbun: Hey he he.

Xue Meng: …

Sokak köşesinde kutu öğle yemeği satan Mei Hanxue ge-ge: Shizununu arama. Otur ve pilavının üstüne bir kâse balık nanesiyle kızarmış et al. Çocuklar yetişkinler hakkında soru sormamalı.

Xue Meng: ???

炎炎炎

Dipnotlar

  1. 怀沙 HuaiSha, Qu Yuan (güney Chu asıllı Savaşan Beylikler Dönemi, Çinli şairi) tarafından yazılmış bir şiirin ismidir. Şiir aslında bir intihar notudur. Qu Yuan bu son şiirini yazdıktan sonra Milou Nehri’ne atlamış ve intihar etmiştir. Şiirinin ismi “Kumu Kucaklamak” cübbenin göğüs kısmının suya batmak için kumlarla doldurulması anlamına gelir. Ejderha Teknesi Festivali olarak kutlanan tekne yarışları sembolik olarak aslında boğularak ölen Qu Yuan’ı kurtarmak için yarışmayı temsil etmektedir. Ülkesinde yaşadığı haksızlıkları ve hayal kırıklıklarını protesto etmek için intihar etmiştir. Şiiri çevirdim. Anlamı bozmayacak minik oynamalar yapmış olabilirim. Zor bir şiirdi. Umarım anlaşılır olmuştur.

    -Kumu Kucaklamak-

    Kavurucu yazın sonunda

    Ağaçlar ve çiçekler tomurcuklandığında,

    Sonsuz hüzün yüklü yüreğimle,

    Gittim güney topraklarına.

    Gözlerim zorlandı koca bir sessizlik ve dinginliğin

    Hüküm sürdüğü puslu karanlığı göremez halde.

    Huzursuz ve acı içinde,

    Tanıştım kederle, ıstıraptayım yine.

    Dindirdim hislerimi, aradım gayelerimi,

    Boyun eğdim hatalarıma da tuttum kendimi.

    Kessinler daireye oldurmak için kare:

    Atmayacağım asıl ölçüyü bir köşeye.

    Esas niyeti ve rotayı değiştirmeyi

    Hor görür asilzade.

    Netleştirdim izimi; Kıldım kararımı mürekkep çizgimde;

    Değiştirmedim esas yolumu.

    İçi kalın ve sağlam cisim,

    Öne çıkıyor büyük adam, çok zengin.

    Ama yapmadığında Kurnaz Chui oyma,

    Kim bilebilir doğru olduğunu kestiği çizginin?

    Koyu brokar koyulduğunda karanlığa,

    Görüşü kararan, yok diyecektir deseni.

    Ve Li Lou en küçük şeyleri ayırt etmek için baktığında,

    Görüşü aydınlık olan düşünecektir kör olduğunu.

    Beyaz dönüşür siyaha;

    Yüksek iner alçağa, alçak çıkar semaya;

    Anka kuşu çürürken bir kafeste;

    Tavuklar ve ördekler kumar oynar özgürce.

    Mücevherler ve taşlar karıştırılır birbirine,

    Ve pay edilir eşit ölçüde.

    Alçak ve kaba adamlardır saraylı kalabalıktakiler;

    Anlamazlar değer verdiklerimi.

    Büyük olan taşıdığım yüktü, ağır olan katlandığım elemdi;

    Ama battım ve çamura saplandım hızla ve geçemedim karşıya.

    Koynuma taktım bir mücevher, elime sıkıştırdım bir cevher;

    Lakin yoktu çarem, bilmiyordum onları nasıl kılardım görünür.

    Havlıyor köyün köpekleri koro halinde;

    Havlarlar anlamadıkları zamanlarda.

    Kınarlar dehayı, kuşkulanırlar yetenekten

    Davranışları aptalca ve kaba!

    Saklıydı sanat ve mükemmelleştirilmiş doğa içimde;

    Ama yoktu kalabalığın haberi benim olan ender hediyelerden.

    Almıştım zengin dükkândan kullanılmış malzemelerden;

    Yine de bilmiyordu sahip olduklarımı kimse.

    Çoğalttım iyiliği, çıkardım doğruluğu iki katına;

    Dikkat ve dürüstlük vardı bende fazlasıyla.

    Ama nasip olmadı Chong Hua gibi biriyle tanışmak bana;

    Olmadıysa kim davranışlarımı anlaya?

    Hep böyle olmuştur – bu mutlu buluşmanın başarısızlığı;

    Bilmesem de sebebinin ne olabileceğini.

    Tang ve Yu çok uzun zaman önce yaşadı—

    Benim özlemem için fazla uzaktı!

    İsyan eden gururumu gemlemeli, kontrol etmeliyim öfkemi.

    Yüreğimi dizginlemeli, boyun eğmeye zorlamalı kendimi.

    Sarsılmayacağım tanışsam da kederle;

    Dilerim örnek olsun kararım.

    Gideceğim yolum boyunca, duracağım kuzeyde.

    Ama kararıyor gün, dönüyor akşama.

    Çözeceğim kederimi, hafifleteceğim kahrımı,

    Ve bitireceğim her şeyi Büyük Son’da.

    Luan:

    Yuan ve Xiang’in kudretli suları devam ediyor yollarına kabaran dalgalarla;

    Yol uzun, geçiyor karanlık ve kasvetli yerlerden, uzak ve ıssız bir yol.

    Koynumda tuttuğum doğa, kucakladığım duygular, yargılayacak kimse yok.

    Bo Le ölüp gittiğinde, nasıl koşar harika at?

    Yeryüzündeki tüm insanların hayatlarının her birinin vardır belirlenmiş bir kaderi.

    Yüreğim dingin ve zihnim rahat olsun: niçin korkayım?

    Yine de artan hüzün ve ıstırap içinde, ağıt yakıp iç çekiyorum uzun süre.

    Çünkü budaladır bu dünya; kimse beni tanımaz, insanın kalbi anlatılamaz.

    Biliyorum ölümün önlenemeyeceğini, tutmayacağım kin gelişine.

    Asilzadelere burada sizin gibilerden sayılacağımı beyan ederim açık bir şekilde.

    Kaynak: https://ethicsofsuicide.lib.utah.edu/selections/qu-yuan/

  2. 5 chi: 166 cm
  3. [给个台阶下 — Gěi gè táijiē xià]: Birini bir adım aşağı indirmek. Birinin mahcubiyetini fark edip utandırmamak için konudan kaçınmak anlamına gelen bir deyim. Açık kapı bırakmak gibi.
  4. 1000 zhang: 3200 metre (3.2 km)
  5. Song Hanedanlığı dönemi şairi (李清照) Lǐ Qīngzhào’nun, (醉花陰) Zuì Huā Yīn (Çiçeğin Gölgesindeki Sarhoş) şiirinden. Kocasından işi sebebiyle ayrı kaldığı için Çifte Dokuzlar Festivali zamanı yazmış olduğu bir şiir. (Çin’deki inanışa göre dokuzuncu ayın dokuzuncu günü çok fazla yang enerjisi taşımaktadır. Bu yüzden tehlikeli bir tarih olarak kabul edilir. Tehlikeye karşı korunmak için, yüksek bir dağa tırmanmak, kasımpatı likörü içmek ve kızılcık bitkisini takmak gelenekseldir. Talihsiz bir gün kabul edildiği için sevilenlerin yokluğu iki kat düşünülürmüş.) Kocasının şiiri alınca hayranlığa kapıldığı ve aynı ezgiyle elli şiir yazmak ve onunkini geçmek için uğraştığı, ancak başarılı olamadığı söylenir. Altın canavar şeklindeki buhurdanlıktan çıkan kristalin (tütsü) kokusu, özlem için metafordur. 瑞脑 [ruì nǎo] Bahsedilen kristal aslında Dipterocarpus ağaçlarından elde edilen reçinedir. Bembeyaz renginden ötürü bulut erik çiçeği de denmiş. Tütsüde yakmak için kullanılır, hafif ve hoş bir kokusu vardır. (İşsiz olduğum için şiiri altta çevirdim.)

    “İnce sis ve kalın bulutlar, örtüyor uzun günü melankoliyle,

    Altın canavardan buhurdanlıktaki kristal bitmek üzere.

    Çifte dokuz geldi yine,

    Ve örgü perdeli yatağımla işlemeli yastıklarım

    Gece yarısı soğuğundan ıslanıyor sadece.

    İçiyorum alacakaranlıktan sonra, doğu çitinin5Doğu çiti: kasımpatıların yetiştirildiği bir yer anlamına gelen Çince bir kelimedir ve sonraki nesiller bunu genellikle kasımpatı bahçelerine atıfta bulunmak için kullanır.

  6. Batı rüzgârı: Eski şiirlerde kasveti veya ayrılığı ifade eder.
  7. Kızıl toz: Fani dünya
  8. 50 chi: 16 m civarı
  9. Chu Wanning için ok benzetmesi yapılıyor.
  10. Shuzhong: Sisheng Tepesi’nin yer aldığı yer.
  11. Mo Ran burada “senden hoşlanıyorum, seni seviyorum, seninle ilgileniyorum, sana bayılıyorum” anlamına gelen 我喜欢你 [wǒ xǐhuan nǐ] cümlesini kullanıyor. İki kişinin birbirini iyi tanıması, birbiri hakkında iyi izlenimler edinmesi ve karşı tarafın bazı özelliklerinin sizi çekmesini ifade ediyormuş. “Seni seviyorum” anlamına gelen 我爱你 [wǒ ài nǐ] ise daha derin bir anlam. “我喜欢你” üzerine kurulu ve ilişkinin ilerleyen dönemlerinde ortaya çıkıyor. İkisi birlikte sevinçler ve hüzünler yaşamış, birlikte büyümüş ve hatta ölüm kalım ayrılığını yaşayıp aşkın gerçek anlamını anlamışlardır. Bu noktada karşı taraf için “ilgilenme”, “sevme” düzeyine yükselmiştir. Ancak Çin daha utangaç bir toplum olduğu için 我爱你 cümlesi yerine 我喜欢你 daha çok kullanılıyormuş. 我爱你 daha çok ilişkinin ilerleyen aşamalarında (ciddiyet, evlilik gibi) söylenen bir cümleymiş. İkisi de temelde aşk itirafı olduğundan size farkını açıklamam gerek diye düşündüm.
  12. 冰冻三尺非一日之寒 [bīngdòngsānchǐ, fēiyīrìzhīhán]: 3 chi kalınlığındaki buz tek bir soğuk günde oluşmaz. İngilizce karşılığı “Roma bir günde kurulmadı.” Bir durumun oluşması uzun bir süreçten geçer anlamına gelen bir deyim. “Sabreden derviş muradına ermiş” gibi bir söz, fakat metindeki anlamı olumsuz. Chu Wanning’in, çok uzun zamandır ifadesiz olmaya alışmış olduğundan ötürü böylesine duygular hissederken bile yüzünde belirtmediğini ifade ediyor.