ERHA – 185. Shizunun Gizli Buluşması

               Bilinci yerine geldiğinde ve ne yaptığını zar zor anlayabildiğinde, Chu Wanning bir noktada kalabalığın arasından ayrıldıklarını ve en yakın ormanda olduklarını düşündü. Şiddetli bir şekilde öpüşüyorlardı, birbirlerinin nefesleri sıcak ve hızlıydı.

               Çok susamışlardı.

               İkisi de uzun zamandır birbirlerini arzulayan insanlardı. Öpüşme biçimleri agresif ve endişeliydi, hatta biraz çılgıncaydı. Âdem elmaları hareket ediyor, yutkunuyorlar ve dudakları ve dişleri birbirine çarpıyordu. Hatta biraz kanamışlardı ama ikisi de fark etmemişti. İkisi de duramıyordu.

               Mo Ran onu bir ağaca yaslamıştı. Sert ağaç, hafifçe titreyen sırtına baskı yapıyordu Uzakta bir yerlerden telli bir çalgının sesi geliyormuş gibiydi, ama bu önemli değildi. Tüm sesler, ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar, parçalanmıştı. Tamamlanan tek ses birbirlerinin nefes alışlarıydı.

               Dudakları ve dilleri ıslaktı, birbirlerine sertçe sürtünüyordu. Yuvarlandılar ve iç içe geçtiler, utanmazca.

               Utanmazca…

               Chu Wanning yenilgiyi kabul etmek istemiyordu, ama her zaman iffetli olmuştu ve Mo Ran’in arzusu o kadar taze ve korkutucuydu ki. Neredeyse boğazını parçalamak ve etini yemek isteyen vahşi bir canavar gibiydi.

               Neden böyle olduğunu bilmiyordu. Doğru mu, yanlış mı olduğunu veya bir sonraki adımda ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

               Her adımıyla bir sonraki yüz adımı planlayan, etiketlere uyan, iffetli, kısıtlı ve yalnız olan bu kişi, şu anda parçalanmış ve yok edilmiş gibi görünüyordu.

               Geriye sadece kemiklerine kazınmış inatçılığı kalmıştı ve arzu denizi hâlâ onu desteklemeye devam eden odun parçasıydı. Zayıflık göstermek istemiyordu. Sırtı uyuşmuş ve ruhu boşalmış olsa bile, hâlâ inisiyatifi ele almaya istekliydi. Avuç içindeki yumuşak bir nesne olup yok edilecek bir şey olmak istemiyordu. Ne yazık ki, hırslı olmasına rağmen, becerileri son derece kötüydü.

               O kadar kötüydü ki Mo Ran dudaklarına ve dişlerine defalarca çarpmıştı. Gücünü kontrol edememiş ve dilinin ucunu ısırmıştı. Tatlı kan ve demir tadıyla doluydu. Nefesi giderek hızlanıyor, yüzü giderek kızarıyor ve nefesi gittikçe düzensiz ve zor hale geliyordu.

               En sonunda Mo Ran gülmeye başladı, çünkü çok çabalayıp hiçbir standardı olmayan Chu Wanning’in gerçekten çok sevimli olduğunu düşünmüştü. O soğuk ve sert kalbi erimiş, ışıltılı ve kristal bir kaynak suyuna dönüşmüştü. Parmaklarının etrafına dolanan parçalanmış altın dalgalarla dolu on bin mil uzunluğunda bir göl.

               Ayrıldıklarında dudakları ve dilleri hâlâ ıslak ve yapışkandı. Gözleri şefkat ve arzuyla doluydu. Mo Ran’in sesi boğuktu. Başını eğdi ve Chu Wanning’in gözlerinin içine baktı. Kaba parmak uçları Chu Wanning’in yanaklarına değdi.

               Chu Wanning de seviyesinin berbat olduğunu biliyordu, ancak yenilgiyi kabul etmek istemiyordu. Gözlerini kıstı ve tehditkâr bir tonda sordu, “Neye gülüyorsun?”

               Mo Ran’in cevap vermediğini ve bunun yerine gözlerindeki gülüşün derinleştiğini görünce daha da sinirlendi.

               “Yaptığım şey… Yanlış mıydı?”

               Mo Ran’in gülümsemesi sonunda dudaklarında belirdi. Ona tekrar sarıldı. Bu sefer yüz yüze sarılıyorlardı. İkisi de uzun boylu ve dik duruşlu adamlardı, birbirine sarılmaları erkekle kadın arasında olduğu gibi değil, daha yoğun ve şiddetliydi.

               “Nasıl yanlış olabilir, son derece doğru,” Mo Ran onun başının üstüne sevgiyle sürtündü ve sonra kulaklarına sürtündü, “Shizun en iyisi…”

               “O zaman neden gülüyorsun!”

               Mo Ran tekrar derin bir kahkaha attı. Göğsü sıcak ve sertti, ama kalbi giderek yumuşuyordu.

               “Tepkim sadece gülmek değil.”

               Chu Wanning bunun ardındaki daha derin anlamı henüz anlamamıştı. Mo Ran’in onu kucaklama şekli daha da derinleşti, sadece üst bedenleri birbirine temas ederken, şimdi tüm bedenleri iç içe geçmişti. Bir anda, bu kişinin son derece keskin ve vahşi tutkusunun kendi bedenine yapışmış olduğunu hissetti. Nefesinin hafif hareketiyle birlikte, bu his o kadar uyarıcı, o kadar yoğun, o kadar canlıydı ki, kafa derisi uyuşuyor, kalbi hızla atıyor ve korkuyla ürperiyordu, ancak boğazı sıkışıyor ve kuruyordu.

               Bu, Chu Wanning’in önündeki bu nazik görünümlü adamın aslında çok saldırgan, çok şiddetli ve çok vahşi olduğunu aniden fark etmesine neden oldu. Kanı ve eti, bir insanın hayatını alabilir ve iç organlarını parçalayabilirdi.

               Tüyleri diken diken oldu ve hemen onu itmek istedi. Ama elini kaldıramadan önce, Mo Ran’in dolgun ve şaşırtıcı derecede sıcak dudakları onu tekrar öptü. Nemli ve sıcak, dudaklarını emdi ve yaladı. Bu adamın nefesi derin ve sıcaktı. Vahşi vücudu da sürekli olarak Chu Wanning’in giysilerinin materyalinden sürekli ona yapışıyordu. Chu Wanning bu korkunç tutku yüzünden dalgındı. Mo Ran’in sert ve sıcak dili çoktan ağzını istila etmişti. Aç ve susamıştı, onu sarhoş bir şekilde emdi ve öptü, ona sürtündü. Sonunda, Chu Wanning’in zihni boşaldı ve bacakları yumuşayıp uyuştu…

               Bu uyarılma, bu yabancı güçsüzlük hissi, bu sert sıcaklık, bu yanan tutku nedeniyle hafifçe titredi.

               Chu Wanning o gün, Sisheng Tepesi’ne nasıl döndüğünü bilmiyordu. Ne yaparsa yapsın, uyuşmuş ve bilinci yerinde değilmiş gibi görünüyordu. Hatırladığı tek şey, Kızıl Nilüfer Köşkü’nün önünde ayrıldıklarında, karanlık gecede birbirlerine sarılıp uzun süre aç bir şekilde öpüştükleriydi. Aşığını ve sevgisini midesine indiremediği için nefret ediyordu. Ne olursa olsun, yeterli değildi… Yeterli değildi…

               Belirsiz bir şekilde, Mo Ran’in alçak sesle yalvardığını ve o gece Kızıl Nilüfer Köşkü’nde kalmasına izin vermesini istediğini hatırlıyordu. Chu Wanning muhtemelen bilincinin sonunu nefes almak için kullanmış ve mantığının bir kısmını zar zor geri alabilmişti. Kabul etmemişti.

               Neden kabul etmediğini bilmiyordu. Belki sebepsiz bir gururdu, belki de uzun süre yalnız kaldığından dolayı uyum sağlayamıyordu ya da katı ve dogmatik olduğu içindi. Ayrıca, bu durumun saçma ve anlamsız olduğunu düşünüyor olabilirdi. Her ne kadar son derece cazip olsa da her şey çok ani ve hızlı gerçekleşmişti.

               Zorlukla, şehvetinden ve Mo Ran’den kurtulmak için mücadele etmişti. Chu Wanning kapıyı iterek açtı ve içeri girdi. Köşke girdiğinde, hayatında ilk kez, “başını bile çevirmeye cesaret edememek”in ne anlama geldiğini anlamıştı.

               İplerinin sonuna kadar gerildiğini biliyordu. Şu an geri dönerse, her şeyin boşa gideceğinden, arzularının sel gibi taşacağından ve artık karşısındaki kişiyi itip uzaklaştıramayacağından korkuyordu.

               Yanıp kül olacaklardı, tek bir zerreleri bile kalmayacaktı.

               Geri dönüp yıkanmak ve üstünü değiştirmek istediğinde, Chu Wanning iç çamaşırının ıslak olduğunu fark etti. Kanla karışık hafif ekşi koku yüzünü kızarttı ve ne yapacağını bilemez hale geldi. Soğuk ve keskin anka gözlerinin kenarları bile kızarmış, dış çizgileri haitangların rengine dönmüştü.

               Olduğu yerde uzun süre durdu ve düşünmeden edemedi: Nasıl böyle olmuştu? İşler nasıl bu hale gelmişti?

               Hayatı boyunca hiç bu kadar kontrolünü kaybetmemiş, bu kadar pasif olmamıştı.

               Lanet olsun, şimdi ne yapacaktı?

               Chu Wanning, geçmişte karşılaştığı zor problemlerle başa çıkmak için içgüdüsel olarak kitaplarda çözüm arardı. Bu yüzden çocukluğundan beri çok kitap okumuş ve geniş bir bilgi birikimine sahip olmuştu.

               Bu, o devasa bilgi yığınına sahip kitapların ona bir cevap veremediği ilk seferdi.

               Bu yüzden tamamen ne yapacağını bilemez haldeydi, nasıl bir çözüm bulacağını anlayamamıştı.

               Neyse ki, Mo Ran onu çok iyi anlıyor gibiydi. Bir kez reddedildikten sonra, Chu Wanning’in kafa karışıklığını ve endişesini anlamış ve daha ileri gitmemişti.

               Ancak aralarındaki yakınlık artık sadece el ele tutuşmakla sınırlı değildi. Mengpo Salonu’nun arkasındaki sokakta tutkulu bir şekilde öpüşüyorlar, gece çöktüğünde ıssız bir ormanda birbirlerine yakınlaşıyorlardı. Mo Ran pek konuşkan biri değildi; bazen Chu Wanning ne sorarsa, sadece onu yanıtlıyordu. Ancak gözleri konuşuyordu, içinde tatlı sözler, sonsuz bir şefkat vardı. Sadece bu duyguları ifade etmekte çok beceriksizdi.

               Mo Ran çoğu zaman sözleriyle değil, doğrudan eylemleriyle ifade etmeyi tercih ediyordu.

               Ve garip bir şekilde Chu Wanning, Mo Ran’in her zaman ne istediğini anlayabildiğini düşünüyordu. Daha yeni bir araya gelmişlerdi ancak bazen Chu Wanning, Mo Ran’in bu rolüyle yıllardır ona eşlik ettiğine inanıyordu.

               Zaman geçtikçe, birlikte geçirdikleri öpüşme ve kucaklaşma süreleri uzadıkça, bu ateşi sönmez bir şekilde harlı tutan arzuları da artıyordu. Neredeyse her ayrıldıklarında, ikisi de tatmin olmamış, huzursuz ve ateşli hissediyordu.

               Chu Wanning’in durumu daha iyiydi. Sonuçta, uzun yıllardır ruhani olarak kendini geliştiriyordu. İrade gücü olağanüstüydü. Ancak Mo Ran farklıydı. O ve Chu Wanning farklı bir efsun tekniği geliştirmişlerdi. Dahası, genç ve canlılıkla doluydu. Her gizli buluşmalarından sonra, hemen ayağa kalkıp geri dönmesi gerçekten zor oluyordu.

               Çok belliydi. Giysiler bunu gizleyemezdi. İnsanlar ipuçlarını fark ederdi.

               Katlanması gerçekten çok acı vericiydi.

               O gün, akşam yemeğinden sonra, dağın arkasına yakın ücra bir yerde yarım saat boyunca birbirlerine sarılmışlardı. Ancak, gece hâlâ Kıdemliler Meclisi vardı. Chu Wanning zamanı hesapladı ve gitme zamanının geldiğini düşündü. Mo Ran’e gitmesi gerektiğini söyledi. Ancak, Mo Ran zamanı hesaplayıp hâlâ vakit olduğunu düşünmüş ve onu bırakmak istememişti––––

               Mo Ran’in reddetme şekli daha şiddetliydi. Kelimeleri kullanmamış, doğrudan onu tekrar öpmüştü.

               Ormanda terk edilmiş bazı bahçe taşları vardı. Mo Ran, bu taşlardan birinin üstüne oturmuş, Chu Wanning’i kucaklayarak onu kendine dönük bir şekilde oturtmuştu. Bu pozisyonda, normalde altta oturan kişi kucakta oturan kişiden biraz daha kısa olurdu. Ancak Mo Ran’in boyu zaten uzun olduğundan, bu pozisyonda, Chu Wanning ile aynı boydaydı ve herhangi bir dezavantaj oluşturmuyordu.

               Uzun süre, ıslak ve tutkulu bir şekilde öpüştüler. Dudaklarından boynuna, Chu Wanning’in âdem elmasını dişleriyle ısırarak öptü. Chu Wanning’in düşük ve bastırılmış nefes alışlarını duyan Mo Ran, kendini daha da rahatsız hissediyordu; sanki kalbi ateşle yanıyordu.

               Chu Wanning daha fazla dayanamadı. Uzaklaşmak istiyordu. Gitmek istiyordu. Ancak, beli yumuşaktı ve bacakları onu dinlemiyordu. Mo Ran son zamanlarda bu pozisyonu çok seviyordu. Ona bu kadar yakın ve samimi bir şekilde sarılabiliyordu. Bu yoğun gerilim tüm vücudunu titretiyordu. Chu Wanning, eğer kıyafetleri olmasaydı, bu manzaranın nasıl bir kalp çarpıntısına yol açacağını hayal edebiliyordu.

               Belki de bunun nedeni, gerçekten sınırlarına yakın olmasıydı. Öpücük ne kadar yoğun olursa olsun, arzusunu gideremiyordu. Aksine ateşi körüklüyordu, daha da şiddetli hale geliyordu.

               Mo Ran ıslak kırmızı dudaklarını bıraktığında, gözleri nemliydi. Ağır bir nefes aldı, âdem elması baştan çıkarıcı bir şekilde hareket ediyordu. Chu Wanning’e dikkatle bakıyor gibiydi, sanki bir şey söylemek istiyordu, ama sonunda hiçbir şey söylemeden tekrar sertçe ısırdı.

               Gerçekten ısırıyordu. Chu Wanning acıyı hissetmişti. Ancak, çok heyecan vericiydi. Sanki iğneler sinir uçlarını deliyormuş gibi bir acı ve titreme hissi yaratıyordu.

               Adam aşk tarafından tuzağa düşürülmüştü. Boğazında ince ince mırıltılar vardı. Chu Wanning’i kucaklayarak o mürekkep siyahı saçlarını okşuyordu. Shizununu ne kadar iyi bulduğunu, kalpten sevgi dolu ve sadık bir şekilde ona sarılmak istediğini düşünüyordu. Ayrıca shizunu o kadar çekiciydi ki insanda ona şiddetle ve zorla zorbalık etme isteği uyandırıyordu.

               Sessiz havada, ilkel atmosfer giderek daha da güçlendi. Chu Wanning başını geri eğdi ve titreyen göz kapaklarını hafifçe kapattı. Çok rahatsız hissediyordu. Bu tür bir sarılma ve öpüşme bacağını çizmenin dışından kaşımak gibiydi. Kendisi bu kadar zor durumda olduğuna göre, onu kucaklayan genç adamın durumu daha da zor olmalıydı.

               Mo Ran’in gözlerinin kenarları kıpkırmızı ve hafifçe nemliydi.

               Alçak bir sesle, boğuk ve biraz ölçülü bir şekilde, bir parça da şikâyetle konuştu: “Shizun…”

               “…”

               “Yalvarırım, daha fazla dayanamıyorum…”

               Daha fazla dayanamamak ne anlama geliyordu? Chu Wanning, parçalanmış ve belirsiz rüyaları düşündü; kuyruk sokumunda ince bir titreme hissetti. Sessiz kaldı, kulakları aşırı derecede kızarmıştı; daha fazla dayanamamak… Ne anlama geliyordu…

               Mo Ran tekrar, öpücüklerle ıslanan, kırmızı ve şişmiş dudaklarına yaklaşırken, Chu Wanning fısıldayarak, neredeyse duyulmayacak şekilde konuştu: “O zaman… Burada olmaz,” dedi.

               Burada olmaz demekbaşka bir yerde daha fazlası olabileceği anlamına geliyordu.

               Mo Ran aniden başını kaldırdı, neredeyse şaşkınlık ve sevinçle dolu bir ifadeyle, sonra ona sıkıca sarılarak sertçe öpmeye devam etti ve onu böyle tutarak kalkmayı düşündü.

               Chu Wanning aşırı derecede utanmış hissediyordu, öfkeyle bağırdı: “Beni indir!”

               Mo Ran onu indirdi, ama öpmeyi unutmadı. “Shizun, nereye gitmek istersin?”

               Chu Wanning konuşmaya vakit bulamadan, yakındaki samanlıktan gelen hışırtı sesini duydu. Birdenbire irkildi. Zihni aniden berraklaştı. Hemen Mo Ran’i itti––––

               İkisi, bambu ormanının karanlığından çıkan birini gördüklerinde ayrılmışlardı. Gelen kişinin elinde hafifçe sallanan bir fener vardı. Giysilerinin eteği rüzgârda dalgalanıyordu.

               O kişi uzun süre sessiz kaldı ve sonra sesi duyuldu. Bastırılmış olsa da şok ve şaşkınlık doluydu.

               “Siz… Burada ne yapıyorsunuz?”

Yazarın söyleyecek bir şeyi var:

Mini Tiyatro “Ciddiye Alma”

Bir arkadaş daha önce neden bu efsun dünyasında yemek yendiğini ve ömürlerin neden bu kadar kısa olduğunu sorguluyordu. Aslında, “Yukarı ve Aşağı Efsun Dünyasının Tarihi” adlı kitaba baktığımızda şöyle bir kayıt göreceğiz: Çok uzun zaman önce, bu efsun dünyasında doğrudan yükselen insanlar varmış ve katı bir şekilde temel oluşturma, altın öz, bebek ruhu, tanrı dönüşümü, göklere meydan okuma, ve nihayetinde yükselme aşamalarına ayrılmışlar. Efsaneye göre, göklere meydan okuma aşamasına ulaşabilen insanlar yemek yemeye ihtiyaç duymazlarmış ve hatta yemek yediklerinde çıkardıkları gaz bile yedi renkli olurmuş. Şu anda gökyüzünde gördüğümüz yanan bulutlar, aslında göklere meydan okuyan ustaların gökyüzünde akşam yemeğini yedikten sonra osurmasıyla gökyüzünün kızarmasından kaynaklanmaktaymış.

Dokuz kat göğe (cennete) yükselerek gökyüzüne meydan okuyan ustalar, bazen dünyaya inip gökyüzündeki hayatın ne kadar harika olduğunu anlatırlarmış, ancak hiçbir zaman yükselmiş bir ölümsüz, dokuz kat göğün ötesindeki dünyayı anlatmak için geri dönmezmiş.

Sonunda, bir gün, bir göğe meydan okuyan usta başarıyla ölümsüz olmuş. Dokuz kat göğü aşarak dokuz kat güğün dışındaki dünyaya ulaşmış ve ardından yürek parçalayıcı bir sahne görmüş…

Tüm yaşam enerjisini kullanarak son sözlerini dünyaya iletmiş. Bu sözler, ” Yukarı ve Aşağı Efsun Dünyasının Tarihi” kitabının önsözü haline gelmiş:

“Ölümsüz olmak için çalışmayın, dokuz cennetin ötesine gitmeyin, atalarımızın cesetlerini gördüm! Burada oksijen yok! Oksijen yok! Yok… Uhh!”

Göğe meydan okuyan usta, ölmüş.

(İnternetteki bir şakadan uyarlanmıştır – “Oksijen yok”)