※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※
Doğu tarafındaki en büyük avlu, gerçekten de Rong Jiu’nun söylediği gibi, oda oda, toplam üç katlı bir yerdi. En büyük bölümdü, ama aynı zamanda en kirli ve en dağınık olandı. Avlunun girişinde sarkan yaşlı bir ağaç ve üzerinde sayısız ölü karga oturuyordu, her biri gagaları arasında etrafta sıradışı bir şey var mı diye çevreyi kolaçan eden, çılgınca dönen bir göz küresi tutuyordu.
Devriye gezen iki küçük hayalet grubu, Dördüncü Hayalet Kral’a sunulacak olan “haraçları” koruyarak volta atıyorlardı.
Mo Ran, binanın etrafındaki kör noktaları ölçerken hayaletlerin izlediği yolu gözlemleyerek kendini bir köşeye sakladı.
O küçük, kompartıman benzeri odalarda tüm ışıklar açıktı. Zaman zaman içerideki hayaletler ağlarken ya da iç çekerken duyulabiliyordu, eski çağlardan kalma tüyler ürpertici bir ağıt gibi geceleri birbirine karışan ve üst üste gelen sesler, tüyleri diken diken ediyordu.
Üç yüzden fazla oda vardı ve devriye her on dakikada bir geliyordu. Chu Wanning’i on dakika içinde bu kadar kolay bulmasının hiçbir yolu yoktu, her katta ruhları paramparça eden kırbaçlarla donanmış ve boyunlarına acil durum sinyal düdükleri takan bir muhafız olduğundan bahsetmiyordu bile.
Mo Ran, uzaktan yaklaşan yalnız bir hayalet gördüğünde gergince endişeleniyordu. Korumalarla aynı üniformadan giymişti ve belinden siyah üzerine kırmızı bir nişan sarkıyordu. Mo Ran gölgeli alana biraz daha kaydı ve onun tam önünden geçerek merdivenlerin dibinde durmasını izledi.
Hayalet, merdivenlerdeki nöbetçiye başını salladı. Gece çok sessizdi, bu yüzden Mo Ran konuşmalarına kulak misafiri olabiliyordu.
“Qi-ge, Lao-San’ı rahatlatmak için mi buradasın?”
“Mhm. Vardiyanı da neredeyse tamamladın, değil mi?”
“Hâlâ bir sonraki vardiyadaki adamın gelmesini bekliyorum, buraya gelir gelmez gidiyorum.”
Mesaisini yapmak için burada olan hayalet asker merdivenlerden yukarı çıktı. Birinci kattaki gardiyan can sıkıntısı içinde esnedi ve uğultulu rüzgârda görev yerini izlemeye devam etti.
Bu değiş tokuşu gören Mo Ran’in aklına birdenbire biraz riskli bir fikir geldi…
Uzaktan üç darbe sesi geldi: çat, pat, küt.
“Gak–––gak–––”, daldaki kargalar, sanki normalin dışında bir şey görmüşler gibi çığlık attılar.
Girişteki nöbetçi aniden tetiğe geçti. Etrafına baktığında, ince puslu sis tabakasında, yavaşça yaklaşan birinin siluetini gördü.
Bir kez daha yaklaştığında, daha önce hiç görmediği genç bir adam olduğu ortaya çıktı. Muhafız daha da temkinli hale geldi.
“Kimsin?”
“Seni rahatlatmak için buradayım” dedi şahıs.
Yukarıdan kırmızı bulutlar geçti, yukarıdaki parlak ay, yüzünü aydınlatmak için sızıyordu –– ve ne kadar da yakışıklı bir hayalet askerdi.
Yüz hatları düz ve eşitti, çekici ve doğuştan etkileyiciydi. Vardiyaları değiştirmeye gelen bu “hayalet” Mo Ran’den başkası değildi.
Tanrı bilir nereden edindiği hayalet askerlerin zırhlı üniformasıyla donanmış, belinde sallanan siyah-kırmızı bir nişan ve göğsünden sarkan, soğuk gümüşi bir ışığı yansıtan bir acil durum düdüğü ile tamamlanmıştı.
“Seni daha önce hiç görmedim.” Muhafız meydan okudu.
“Yeniyim.”
Muhafız ikna olmadan elini uzattı. “Nişan?”
Mo Ran nişanı belinden çözdü ve uzattı, aslında içinde ne kadar gergin olsa da ifadesi dengeli ve tedirgin değildi.
Neyse ki nöbetçi, nişanın önüne ve arkasına birkaç kez baktıktan sonra bile tuhaf bir şey bulamadı ve konuyu daha fazla üstelemek istemedi, bu yüzden omzunu pat patladı ve şöyle dedi: “O zaman gecenin geri kalanı boyunca sana güveneceğiz. Ben gidiyorum.”
“Eve dikkatli gidin, Kıdemli.”
Hayalet, hitap biçiminden oldukça memnun bir şekilde biraz kıkırdadı ve elini salladı. “İyi delikanlı, görüşürüz.”
“Ah… Kıdemli, bir dakika lütfen!”
“Ne oldu?” Muhafız, omzunun üzerinden bakmak için döndü.
Mo Ran sırıttı ve gayet rahat bir şekilde sordu: “Bu gruptaki haraçların kaçında Chu soyadı var?”
Muhafız, “Neden soruyorsun?”
“Sadece Kuyruk Rüzgârı Salonu’ndan Efendi Chu’yu arıyorum,” dedi Mo Ran. “Geçenlerde buraya uzak bir akrabası gelmişti ama Kuyruk Rüzgârı Salonu onu bulamadı, bu yüzden burada olup olmadığını merak ediyordu.”
Chu Xun’un adı beklendiği gibi buralarda biraz ağırlık taşıyordu; Nöbetçi biraz tereddüt etti ama sonra ikinci katı işaret etti. “Yukarıda en içteki üç odada Chu adında üç kişi var. Gidip bir göz atabilirsin.”
Mo Ran neşeyle gülümsedi ve “Öneri için çok teşekkürler Kıdemli.” dedi.
“Rica ederim.” Kıdemli tam bir salaktı. “Görevimiz.”
Anlaştıktan sonra, muhafız yavaşça uzaklaştı, giderken hafif bir melodi mırıldanıyordu. Bağlayıcı bir büyü ile bağlanmış ve bir çukura atılmış olan bir sonraki vardiyayı alması gereken gerçek yoldaşını fark etmeden hemen köşeyi geçti. O zavallı hayalet tüm zırhından sıyrılmış ve yalnızca iç giysilerinin ince katmanıyla kalmıştı. Öfkeyle baktı, ama iyi ve güzelce ağzı tıkanmıştı, bu yüzden tek bir ses bile çıkaramıyordu ve hiçbir şey yapmadan öfkelenmekten başka bir şey yapamıyordu.
Mo Ran, Rong Jiu’nun bir şeyleri çekmeye çalışmayacağına güvenmedi; seçilmemiş “haraçlar” yan sarayda topluca tutuluyordu, sadece dışarıda engelleyici bir bariyer vardı ve muhafız yoktu, ancak yine de devriyeler olabilirdi. Rong Jiu ondan ne kadar nefret ediyor olsa da ona bir devriyenin geçip geçmeyeceğini kesinlikle söylerdi.
Kaybedecek zamanı yoktu, hızlı gitmesi gerekiyordu.
Mo Ran bir süre orada durdu ve bir grup yürüyen devriyenin geçmesini bekledi, sonra hemen döndü ve ikinci kata koştu. İkinci kattaki nöbetçi, Mo Ran’i mızrağıyla engelledi.
“Dur. Ne için buradasın?”
“Burada, birinci katta nöbetçi olarak ilk günüm.”
Muhafız kaşlarını çattı. “O zaman birinci kata git, benim katımda ne yapıyorsun?”
Mo Ran, Chu Xun’u tekrar bir vasıta olarak kullanmaya çalıştı, ancak bu nöbetçi bunu yememişti ve sertçe, “Ne olmuş Kuyruk Rüzgârı Salonu’ndan Efendi Chu ise? Bir kişi bu sarayda olduğunda, Dördüncü Kral’a aittir. Akrabasını kurtarmak istiyorsa, Dördüncü Kral ile konuşup beni bunun dışında tutabilir!”
Mo Ran içinden homurdandı; bu adam aşağıdakinden daha akıllı görünüyordu. Ama sadece cesur bir tavır takındı ve sadece “Bugün onu götürecek değilim, ama en azından bir bakmama ve yanlış kişiyi bulmadığımdan emin olmama izin ver” diyebildi.
“Bu kolay. Bana adını ver, bakayım, içeri girmene gerek yok.”
“…” Mo Ran tarif edilemeyecek kadar kızmıştı ama öfkesini bastırarak, “Chu Wanning. Adı Chu Wanning.” dedi.
Asker isim listesini kontrol edecekti ama bu ismi duyar duymaz listeyi geri çekti.
Mo Ran tepkisinden endişelenerek sordu, “Noldu? Sorun ne?”
“Sorun ne mi?” Muhafız, devam etmeden önce sorusunu alayla tekrarladı. “Yerini kesinlikle bilmiyorsun, yeni adam. Dördüncü Kral bugün erken saatlerde güzellikleri görmek için geldi ve Chu-xianjunu çok sevdi. Henüz onun için yedi gün olmamış olduğundan, üç ruhunun hepsi burada değil ve henüz Dördüncü Cehennem Katına götürülemez, eğer öyle olmasaydı bu akşam Hayalet Kral’a verilecekti. Sen onu istiyorsun? Problemin ne olduğunu düşünüyorsun.”
Mo Ran’in yüzü çoktan maviydi ve nöbetçi konuşmayı bitirdikten sonra bir süre konuşmadı, “Dördüncü Hayalet Kral ondan hoşlanıyor mu?”
“Yani?”
“…Hiçbir şey değil. Boş ver öyleyse, rahatsız ettiğim için üzgünüm.” Mo Ran asık suratla arkasına döndü ve merdivenlerden iki adım aşağı indi. Sonra, diğeri tepki bile veremeden dönerken, kutsal silah Jiangui elinde belirdi ve silahı nöbetçinin boynuna sıkıca sardı!
Delici kırmızı havada parladı.
Kutsal silahlar hem hayaletleri hem de tanrı benzeri şeyleri yaralayabilirdi; o muhafızın, bilincini kaybedip yere çökmeden önce, yalnızca kızıl söğüt yapraklarının gözlerinin önünde uçup gittiğini görmek ve yeni gelenin öfkeyle, “Sana Hayalet Kral ile onun için savaşmayacağımı düşündüren şey nedir!” dediğini duymak için vakti olmuştu.
Mo Ran ellerini kaldırdı ve onu kenara tekmelemeden önce onu bağlamak ve dudaklarını mühürlemek için bir büyü yaptı, sonra aceleyle koridorun sonuna doğru koştu.
Salonun sonundaki üç odanın tümü Chu soyadına sahip ruhları barındırıyordu.
Mo Ran nasıl olduğunu bilmiyordu, ama kalbinde biliyor gibiydi, öyle ki kendisi bile kapıyı açmadan önce neden bu kadar tuhaf bir duyguya kapıldığını merak etmeyi bırakamamıştı. Koştuğu hızdan biraz nefes nefese kalmış bir halde ikinci odanın önünde durdu.
Nefes nefeseydi; gözlerinin önüne mürekkep gibi siyah bir saç teli düştü, ama aldırış etmedi, gözleri odanın içine sabitlendi–––
Her şey tam olarak Rong Jiu’nun dediği gibiydi.
Bir hayvan kafesi büyüklüğünde küçük bir odaydı, donuk, kül rengi duvarları ölümün rengiydi.
Ama içerideki kişi, soğukta bir alev gibi çok sıcak görünüyordu sonsuz beyazlık gibiydi.
Her “haraç” bağlı değildi ya da en azından Chu Wanning değildi. Belki de Dördüncü Kral’ın gözlerini ona dikmiş olmasından ve nöbetçilerin onu kızdırmaya cesaret edememiş olmasından olabilirdi, ama yerde kışın derinliklerinde taze kar tabakası gibi kalın ve yumuşak, kar beyazı bir hayvan postu bile vardı.
Chu Wanning kürk halıda uyuyordu. Kararlı ve korkusuz görünen, ama doğrusu, derinlerde her zaman biraz huzursuz olan türden biriydi. En bariz şekilde uykuda olduğu görünüyordu – her zaman kıvrılmış bir şekilde uyurdu, kendine doğru büzülüp küçülürdü.
Sanki kendini sıcak tutmaya çalışıyormuş, ama aynı zamanda bir başkasının yerini kapmaktan da korkuyormuş gibiydi. Bu haliyle, kırılgan ve biraz acınası görünüyordu.
Bu ruh İnsan Ruhu gibi değildi; yakışıklı yüzünde hiç kan izi yoktu ve giydiği kıyafetler de farklıydı. Gün batımının renginde canlı kırmızı ipekler giymişti, geniş kol yenli, bol kesimliydi ve sarmal olmuş ejderha, yükselen anka kuşu ve dans eden altın kelebeklerin tasvir edildiği zengin desenleri vardı.
Mo Ran neredeyse öne doğru sendelemişti, Chu Wanning’in yanında dizlerinin üzerine çöktü ve titreyen elleriyle yüzünü okşamak için uzandı.
“Wanning…”
Ağzından çıkan söz Shizun değildi, geçmiş hayatının son günlerinde ona seslendiği isimdi.
O sapkın nefret ve karmaşa günleri, tam da mevcudiyetine yayılmıştı.
Chu Wanning’i kollarının arasına kaldırdı ama uykulu adam uyanmadan bir süre geçti.
Chu Wanning gözlerini açtığında kendini Mo Ran’in kucağında yatarken buldu. Genç adamın yüzündeki, henüz tam anlamıyla olgunlaşmamış olan yüz hatlarına yönelik endişe ifadesi, daha önce hiç görmediği bir ifadeydi. Bunun bir tür rüya olduğunu düşünerek kaşlarını çattı ve bir süre sonra içini çekip bir kez daha gözlerini kapadı.
“Shizun!”
Biri kulağına sesleniyordu.
Bu sefer “Wanning” değildi.
“Shizun! Shizun!”
Chu Wanning’in anka gözleri açıldı ve ifadesi gerçekten değişmese de parmak uçlarının titremesiyle anında ihanete uğradı.
Sonrasında Mo Ran hemen elini tuttu ve kendi yüzüne bastırdı, yakışıklı çehresi üzgün görünene kadar aynı anda hem gülüp hem de ağlıyordu.
“Shizun,” gözünü kırpmadan ona bakarken bir hıçkırıklara boğuldu, başka bir şey söylemeyi unutmuş gibi kelimeyi defalarca tekrarladı, “Shizun…”
Chu Wanning sonunda Mo Ran’in kolları tarafından sıkıca sarıldığında kendine geldi. Farkında olmadan bunun uygunsuz olduğunu hissetti, Mo Ran’den kurtulmaya çalıştı ve ona bakmak için doğruldu.
Uzun bir süre tek bir söz söylemeden boş boş baktı.
Sonra aniden öfkeye kapıldı.
Mo Ran tepki bile veremeden, Chu Wanning elini çoktan çekmişti ve öfkeyle kaşlarını çatarak elinin tersiyle yüzüne tokat atmak için döndü.
“Seni aptal! Sen nasıl öldün?!”
Mo Ran ağzını açtı ve tam da ay ışığında, tüm bu öfkenin altında, Chu Wanning’in uzun kirpiklerinin altındaki gözlerinin, sanki boyun eğmeyen, sanki en ufak bir dokunuşta parçalanabilir bir ıslaklık varmış gibi, durgun ve hüzünlü olduğunu gördüğünde açıklamak üzereydi. Küfür etmeyi bitirdiğinde alt dudağını sertçe ısırdı, boğazındaki utanç verici, aşağılayıcı gerginliği zorla bastırdı.
En ufak bir kesiği gözler önüne serip, herkesin yaralandıklarını bildiğinden emin olanlar vardı.
Ve bir de söyleyemeyecek kadar gururlu olanlar vardı, boğazlarını kan revan içinde yaralasalar bile, tek bir söz söylemektense, acılarını ve dertlerini yutmayı tercih ederlerdi.
Hiç söylememişti, bu yüzden Mo Ran daha önce hiç bilmiyordu.
Ama artık bildiği için kalbi korkunç bir şekilde ağrıyordu.
Chu Wanning’i tutmak istedi.
Ama Chu Wanning onu itti, “Defol git” dediğinde sesi boğuktu.
Chu Wanning, yüzünü başka bir tarafa çevirdi ve tek bir katı soğukluk katmanı altında binlerce kat kalp kırıklığı gizledi.
“Bu kadar genç yaşta öldükten sonra beni görmeye gelmeye cesaretin var.”
“Shizun…”
“Dışarı.” Chu Wanning’in yüzü daha da uzaklaştı. “Sen benim müridim değilsin, ben hayatının baharında ölecek kadar işe yaramaz olan kimseyi almam.”
Hayatının baharında ölen…
Mo Ran başta üzgün hissediyordu, ama onun tarafından böyle ciddi bir şekilde kınandıktan sonra, birdenbire, kaynak sularının damlaması gibi, yüreğine bir sıcaklık geldiğini hissetti. Bir elini kaldırdı ve gözlerini kapatmak için aşağı kaydırmadan önce alnına çarptı ve sonra kendini tutamayıp acı, tatlı ve ekşi bir karışımla gülmeye başladı.
Chu Wanning kahkahasının hafif sesine daha da kızdı, sertçe çıkışmak için başını salladı, “Neye gülüyorsun, sen–––” Mo Ran’i tekrar öfkeyle tokatlamak istedi ama Mo Ran elini yakaladı.
Genç adamın nazik gözleri yavaşça kırpıldı ve sonra hiçbir şey söylemeden Chu Wanning’in elini, göğsüne bastırması için ciddiyetle yaklaştırdı.
Yazarın Notları:
Sonunda ortaya çıkan büyük beyaz kedi: [jjwxc okuyucularına teşekkür eder]
Geçen kriterleri geçemeyen kurtarma köpeği: [jjwxc okuyucularına teşekkür eder]
※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※