1. Bu Saygıdeğer Kişi Ölüyor

The Husky And His White Cat Shizun

Birinci Kitap

Ayrı Yollar

Uyarı: İntihar

1. Bu Saygıdeğer Kişi Ölüyor

※※※

               Mo Ran henüz imparator olmadan önce, her zaman ona köpek diyen birileri vardı.

               Köylüler ona, lanet kırma derdi, kuzeni de aptal it derdi ve onu barındıran kadın en iyisiydi, bir kancığın eniği olduğunu söylerdi.

               Elbette, çok da kötü olmayan başka köpek benzetmeleri de vardı. Mesela, tek gecelik ilişkileri her zaman sahte bir huysuzlukla, yatakta enerjisinin bir alfa köpeğininkine benzediği konusunda homurdanırdı. Dudaklarından dökülen sözler ruhlarını çelecek kadar tatlı olsa da aşağısındaki silah, canlarını çekecek gibi hissettiren bir öldürücülükteydi. Ama seviştikten sonra dönüp diğerlerine övünürlerdi, o kadar çok övünürlerdi ki tüm yöre şu Mo Weiyu’nün hem yakışıklı bir görünüşünün olduğunu hem de güzel düzüştüğünü biliyordu. Deneyenler oldukça tatmin olmuştu ve denemeyenler de fazlasıyla arzu ediyordu.

               Bütün bu isimlerin çok yerinde olduğu söylenmeliydi. Mo Ran gerçekten de kuyruğunu sallayan aptal bir köpeğe çok benziyordu.

               Ne zaman efsun dünyasının imparatoru oldu, o zaman bu tür lakaplar hemencecik ortadan kayboldu.

               Bir gün, uzaklardaki küçük bir sekt, ona bir yavru köpek hediye etti.

               Yavru köpeğin kürkü grimsi beyazdı, alnında üç tane alev çizgisi vardı, biraz kurda benziyordu. Ancak yalnızca bir kavun kadardı ve biraz da aptal, tombul ve yuvarlak görünüyordu. Yine de büyük salonda coşkuyla koştururken oldukça kudretli olduğunu düşünürdü. Birçok kez tahtta sakince oturan kişiyi görmek için, o çok, çok yüksek basamaklara tırmanmayı denemişti ama bacakları çok kısa olduğundan nihayetinde çabalamayı bırakmıştı.

               Mo Ran, mizah anlayışı olmayıp da oldukça enerjisi olan tüy yumağına gözünü dikip baktı ve aniden kıkırdadı, ona “Boktan Köpek” derken gülüyordu.

               Yavru köpek kısa sürede büyümüş ve büyük bir köpek olmuştu; büyük köpek, yaşlı bir köpek olmuş ve yaşlı köpek de sonrasında ölü bir köpek olmuştu.

               Mo Ran gözlerini kapadı, sonra açtı. Hayatı itibar ve utanç gelgitleriyle doluydu, bazen yüksek bazen de alçaktı. Daha ne olduğunu anlayamadan otuz iki yıl geçip gitmişti.

               Her şeyle oynamış ve her şeyden bıkmıştı. Her şey tatsız ve kasvetliydi, son yıllarda yanında olduğunu bildiği daha da az insan vardı; o üç alevli köpek bile cennete gitmişti. Tam zamanı diye düşündü. Her şeyi sona erdirmenin tam zamanı.

               Pırıl pırıl, iri bir üzümü alıp mor kabuğunu aheste aheste soydu.

               Hareketleri tıpkı, çadırında Prenses Hu’nun cübbesini soyan Kral Yu gibi rahat ve deneyimliydi ama her şeyden yorulmuşçasına bir tembellik de vardı. Parlak meyve parmak uçlarında hafifçe titredi; suyu fışkırıp aktı, leziz bir şekilde mordu, tıpkı kızıl uçurumlardan süzülen yabani bir kaz gibiydi, tıpkı uykuya dalan haitang çiçekleri gibiydi.

               Ama daha çok pis kan gibi.

               Ağzının içindeki yoğun tatlılığı yutarken parmaklarına baktı, sonra tembelce gözlerini açtı.

               Zamanı geldi, diye düşündü.

               Cehenneme gitme zamanı gelmişti.

               Mo Ran, saygı adı Weiyu.

               Efsun dünyasının ilk imparatoru.

               Bu pozisyona gelebilmek gerçekten de kolay değildi. Gereken, sadece seçkin ruhani güçler değildi, ayrıca göktaşı kadar sert ve katı, kalın deri de lazımdı.

Ç.N.: Kalın deri: Kolay kolay utanıp, kızarmayan ve yüzsüz kişiler için kullanılır.

               Ondan önce, efsun dünyasındaki on büyük sekt, bölünmüş bölgelere sahiplerdi, birbirlerinin bölgelerine sahip olmak için aralarında savaşıp istiflenirlerdi. Sektler birbirleriyle savaşırken dünyayı yönetip sözünü geçirebilecek kimse yoktu. Ayrıca tüm sekt liderleri mükemmel bir biçimde eğitimliydi, bu yüzden eğlencesine kendilerine bir unvan vermeyi isteseler bile, tarihçilerin yazacakları şeylerden dolayı temkinli olmalılardı, tarih kitaplarında rezil olmaktan korkarlardı.

               Fakat Mo Ran farklıydı.

               O bir hergeleydi.

               Diğerlerinin yapmaya cüret edemediği ne varsa, o hepsini yapmıştı. Fani dünyasının en hoş şarabını içmiş, dünyadaki en güzel kadınla evlenmişti. İlk önce, efsun dünyasının İttifak Lideri “Taxian-Jun” olmuş sonra da kendine imparator unvanını vermişti.

               Herkes önünde eğilip diz çökmüştü.

               Diz çökmeyi reddedenlerin her birini katletmişti. Hakimiyetini iddia ettiği yıllarda, kan her yeri sel gibi götürmüştü ve her yer acı dolu feryatlarla doluydu. Sayısız fedai kendini feda etmişti, hatta on büyük sektten biri olan Rufeng Sekti bile tamamıyla yok edilmişti.

               Ve sonra Mo Ran’i eğiten şerefli usta bile onun şeytani pençelerinden kaçamamıştı. Mo Ran’le olan son savaşında mağlup olmuş ve bir zamanlar sevgili müridi olan kişi tarafından sarayda tutsak edilmişti, şu anda nerede olduğu bilinmiyordu.

               Bir zamanlar, berrak nehirler ve durgun denizlerin vatanı olan yer aniden kirli hava ve pus içinde boğulmuştu.

               Köpek İmparator Mo Ran çok fazla kitap okumamıştı ve kimseden korkusu olmayan biriydi, bu yüzden o iktidardayken dünya asla saçma meselelerden yoksun kalmamıştı. Tıpkı hükümdarlık dönemlerinin isimleri gibi.

               İlk üç yıl, ismi “Piç” idi. Bu isim, göletin yanında balık yemlerken düşündüğü bir şeydi.

Ç.N.: Orijinal metinde piç argosu için bir kelime oyunu, “Wang Ba”, “kaplumbağa” demek. “Wang” karakteri “Kral” anlamına gelen kelimedeki karakterle aynı, bu yüzden büyük ihtimalle Mo Ran bunun zekice olduğunu düşünmüş.

               İkinci üç yılında, ismi “Vırak” idi, sebebi de yazın bahçede kurbağaların vıraklamalarını duyup bunun gökler tarafından bağışlanan bir ilham kaynağı olduğuna karar vermesi ve hafife alınmaması gerektiğini düşünmesiydi.

               Ülkedeki tüm bilginler “Piç” ve “Vırak’tan” daha trajik saltanat isimleri olamayacağını düşünüyordu ama ne yazık ki Mo Ran’i hiç anlamamışlardı.

               Üçüncü üç yılda, halkın huzursuzluğu değişik yerli bölgeleri sarsmıştı, budist, taoist, ruhani efsuncu olsun, dünyadaki tüm doğrucu efsuncular ayaklanmaya başlamıştı.

               Bundan dolayı, Mo Ran uzun süre bunun üzerine derin derin düşünmüş ve birçok tasarıyı fırlatıp attıktan sonra, gökleri sarsacak ve hayaletleri ve tanrıları ağlatacak bir isim doğmuştu– “Savaşa Son Ver”*.

Ç.N.: “Ji Ba”, orijinal metinde yarak, penis, sik argoları için bir kelime oyunu. Savaşa Son Ver ve Yarak aynı şekilde telaffuz ediliyor.

               İyi niyetli bir anlam çağrıştırması amaçlanmıştı. İlk imparator tüm beyin gücünü “Askerleri Durdur Savaşlara Ara Ver” tesadüfi deyiminden bu iki karakteri çıkarıp bu iki kelimeyi elde ederek kullanmıştı. Yalnızca, halk arasında sesli bir şekilde söylendiğinde fazlasıyla garip oluyordu.

               Özellikle de okuyamayanlar için, bu başlık kulağa daha da garip geliyordu.

               İlk yıla Birinci Savaşa Son Ver Yılı* deniyordu ama nedense kulağa Taşaklar yılı gibi geliyordu.

Ç/N: Orijinal metinden başka bir kelime oyunu, “Yuan” yarak kelimesi için bir kelime oyunu. Farklı karakterler ama telaffuzları aynı, anlamı da sırasıyla “İlk” ve “Top”, “Ji Ba Yuan”: Yarak toplarının (taşak) birinci yılı/Birinci Savaşa Son Ver Yılı.

               İkinci yıla ikinci Yarak yılı deniyordu.

               Üçüncü Yarak yılı.

               Bazıları kapalı kapıların ardından söverdi, “Tamamen saçmalık! Neden döngüyü tamamlamak için “Ji Ba Chen” yapmıyoruz! Böylece bir dahaki sefere bir adam gördüğünüzde kaç yaşında olduğunu sormanıza gerek kalmaz, yarağının yaşını sorarsınız yeter! Yüz yaşındaki ustalara da Asırlık Yarak diyebilirsiniz!”

               Sonuç olarak, üç yıl katlanmışlardı ve nihayet “Ji Ba” hükümdarlık yılının adını değiştirmenin zamanı gelmişti.

               Dünyadaki herkes, endişeyle, İmparator Majestelerinin, dördüncü başlık için hangi isimle çıkageleceğini bekliyordu ama bu sefer, Mo Ran artık bir isim koymakla ilgilenmiyordu. Çünkü bu yıl, efsun dünyasındaki isyanlar sonunda tamamıyla patlak vermişti. Neredeyse on yıl katlandıktan sonra efsuncular, kahramanlar ve yürekliler sonunda bir araya gelip milyonlarca kişiden oluşan bir ordu kurarak, İlk İmparator Mo Weiyu’ye karşı, saldırıya geçtiler.

               Aslında efsun dünyasının bir imparatora ihtiyacı yoktu.

               Özellikle de böyle bir zalime.

               Kanın götürdüğü aylarca süren savaşlardan sonra, isyan ordusu, sonunda Sisheng Tepesi’nin eteklerine gelmişti. Burası Sichuan ilinde bulunuyordu, dağın tehlikeli uçurumları yıl boyunca bulut seli ve sisle kaplıydı. Mo Ran’in büyük ve görkemli sarayı tepenin zirvesindeydi.

               Geri dönmek için çok geçti ve bu zulmü devirmek sadece bir vuruş ötedeydi. Fakat bu son vuruş aynı zamanda en tehlikeli olandı. Zafer için umut ışığı gözlerinin önündeydi ama aynı düşmanla savaşmak için toplanan müttefik orduların yabancılaşma düşüncesi, içlerinde büyümeye başlamıştı. Eski imparatorluğun yıkılışıyla, yeni bir rejim kurulması gerekirdi. Şu anda kimse gücünü gereksiz yere kullanmak istemiyordu ve bundan dolayı kimse tepeye ilk saldıran ön cephelerde olmak istemiyordu.

               Hepsi, kurnazlığıyla korkunç olan bu zalimin aniden göklerden düşüp, canavarca parlayan beyaz dişlerini gösterip etrafını kuşatmaya cüret edenleri ve sarayını yıkıp parçalara ayıranları deşmesinden korkuyordu.

               Bazıları gaddar bir ifadeyle, “Mo Weiyu’nün ruhani güçleri muazzam ve kurnaz biri. Tuzağına düşmemek için dikkatli olmalıyız,” demişti.

               Tüm liderler de onaylamıştı.

               Hemen sonra, aşırı yakışıklı, göze çarpan, genç bir adam ileri çıktı. Gümüş mavi hafif zırh takımıyla aslan başı işlenmiş bir kemer giyiyordu, saçları, saç diplerine tutturulmuş zarif, gümüş bir tokayla sıkı bir atkuyruğu yapılmıştı.

               Bu genç adamın ifadesi aşırı derecede karanlıktı. “Çoktan dağın eteğine kadar geldik, ne dolaşıp duruyorsunuz, yukarı çıkmak için ayak mı sürüyorsunuz? Hepiniz Mo Weiyu’nün kendi kendine inmesini mi bekliyorsunuz? Korkak kedi sürüsü!”

               Sözlerinden dolayı etrafındakiler köpürmüştü.

               “Ne çirkin sözler, Genç Efendi Xue! Korkak kediler diyerek ne demek istiyorsun? Bir asker daima fazlasıyla ihtiyatlı olmalıdır. Senin gibi aceleci ve pervasız olursak, bir kaza olduğunda sorumluluğu kim üstlenecek?”

               Başkası anında iğneleyerek alay etti, “Hehe, Genç Efendi Xue, göklerin sevgilisi, biz de önemsiz sıradanlarız. Göklerin sevgilisi, fani dünyanın imparatoruyla savaşmak için sabırsızlanıyorsa, hayhay, lütfen tepeye ilk sen git. Biz de burada, dağın eteğinde, lütufkârımızın Mo Weiyu’nün kellesiyle geri dönüşünü beklerken bir ziyafet hazırlayalım, hoş olmaz mı?”

               Oldukça kışkırtıcı bir yorumdu. Birlikteki yaşlı keşişlerden biri, patlamak üzere olan genç adamı derhal durdurdu ve içten bir ifade takınıp nazik bir sesle yatıştırdı, “Genç Efendi Xue, bu yaşlı keşişi dinleyin. Bu yaşlı keşiş, sizin ve Mo Weiyu’nün derin bir kişisel nefreti paylaştığını biliyor. Fakat bu saray istilası kritik bir mesele; herkesi düşünmelisin, duygularının sana yön vermesine izin verme.”

               Herkesin “Genç Efendi Xue” diye hitap ettiği bu kişinin ismi Xue Meng’dı. On yıl önce, herkes tarafında genç dahi diye övülen, göklerin sevgilisi.

               Ama zaman geçtikçe her şey değişmişti, şimdi, sırf bir kez daha Mo Ran’le yüzleşmek için dağa çıkıp, o insanların sataşmasına ve alay etmesine tahammül etmek zorundaydı.

               Xue Meng’ın yüzü öfkeyle çarpıldı, dudakları titriyordu ama yine de gayretle kendine hâkim olup, “O halde ne kadar beklemeyi planlıyorsunuz?” diye sordu.

               “En azından herhangi bir hareketlenme var mı diye gözlemlemeliyiz, değil mi?”

               “Evet, ya Mo Weiyu tuzak kurduysa?”

               Az önce araya giren yaşlı keşiş de ısrar etti, “Genç Efendi Xue, aceleci olma. Çoktan dağın eteklerine geldiğimize göre dikkatli olsak daha iyi olur. Her halükârda, Mo Weiyu sarayda kapana kısılmış durumda ve aşağı gelemez. Başka çaresi yok, yapabileceği hiçbir şey yok, neden sabırsızca ve düşünmeden davranalım ki? Burada bizden birçok kişi var, aramızda bu kadar soylu ve önemli kişi varken birileri kazayla hayatını kaybetse kim sorumlu olabilir?”

               Xue Meng öfkeyle patladı, “SORUMLU MU? O ZAMAN İZİN VER DE SORAYIM, BENİM SHİZUN’UMUN HAYATINDAN KİM SORUMLU? MO RAN SHİZUN’UMU ON YIL BOYUNCA HAPSETTİ! TAM ON YIL! SHİZUN HEMEN ÖNÜMDEKİ DAĞIN TEPESİNDEYKEN NASIL BENİ DURDURABİLİRSİNİZ?”

               Xue Meng’ın Shizun’undan bahsettiğini duyan kalabalık biraz da olsa utanç duymuştu.

               Bazıları mahcup görünüyor, bazıları da mırıldanarak sağa sola bakınıyordu ama hiçbiri konuşmadı.

               “On yıl önce, Mo Ran kendine TaXian-Jun unvanını verdi. Rufeng Sekti’nin tüm yetmiş iki şehir hisarını katletmesini bırakın, bir de geri kalan On Büyük Sekti yok etmeye kalkıştı. Mo Ran kendini imparator ilan ettikten sonra bütün haneleri yok etmeye çalıştı. İki felakette de onu en sonunda durduran kimdi? Shizun’um hayatını tehlikeye atarak onunla savaşmasaydı, siz şu anda hâlâ hayatta olur muydunuz? Hâlâ burada durup, hiçbir şey olmamış gibi benimle konuşabilir miydiniz?”

               Sonunda biri boğazını temizledi ve nazikçe konuştu, “Genç Efendi Xue, sinirlenme. Chu-zongshi’ye* gelince, biz… hepimiz suçlu ve minnettar hissediyoruz. Senin de dediğin gibi, on yıldır tutsak, yani bir şeyler olacak olsaydı, çoktan… Yani, zaten on yıl bekledin biraz daha beklemekten zarar gelmez, sen de öyle düşünmüyor musun?”

Ç.N.: Zongshi: Büyük usta

               “NE Mİ DÜŞÜNÜYORUM? SAÇMALIK OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM!”

               Adam gözlerini kocaman açtı, “Neden öyle bağırıyorsun ki?”

               “NEDEN BAĞIRMAYACAKMIŞIM? SHİZUN HAYATINI TEHLİKEYE ATTI VE SİZİN GİBİLERİ KURTARMAK İÇİN… Sizin gibileri…”

               Artık devam edemiyordu, bir hıçkırık boğazını tıkıyordu, “Onun yerine, size olan ümidimi yitirdim.”

               Sözlerinin sonuna doğru kafasını çevirdi, omuzları, tuttuğu gözyaşlarıyla hafifçe titriyordu.

               “Chu-zongshi’yi kurtarmayacağımızı söylemedik ki…”

               “Evet, hepimiz Chu-zongshi’nin bizim için yaptıklarını hatırlıyoruz, hiç unutmadık. Genç Efendi Xue, bizi vicdansız birer nankör olmakla suçluyorsun, bunu kabul edemeyiz!”

               “Yeri gelmişken, Mo Ran de Chu-zongshi’nin öğrencisi değil mi?” diye fısıldadı birisi. “Söylemem gerek, bir usta olarak o da zanlı müridinden sorumlu olmalı. Dedikleri gibi, çocuk terbiyesizse babasının suçudur; uygunsuz eğitilmiş çocuk, öğretmenin ihmalinin sonucudur. Yapacak bir şey yok, öyleyse yakınacak ne var?”

               Şimdi bu sert olmuştu ve bir anda birisi bağırdı, “NE ZIRVALIYORSUN SEN? DİLİNE HÂKİM OL!”

               Sonra içten bir yüzle Xue Meng’ı teselli etmek için ona döndü, “Genç Efendi Xue, acele etme…”

               Xue Meng gözlerini fal taşı gibi açarak sözünü kesti, “NASIL ACELE ETMEYEYİM? BU HİÇBİRİNİZİ İLGİLENDİRMEDİĞİ İÇİN SİZİ İNCİTMİYOR AMA O BENİM SHİZUN’UM! BENİM!!! YILLARDIR ONU GÖRMEDİM! YAŞAYIP YAŞAMADIĞINI BİLMİYORUM! NASIL OLDUĞUNU BİLMİYORUM! NEDEN BURADA DURDUĞUMU SANIYORSUNUZ?”

               Nefes alışları sert, göz kenarları kırmızıydı. “Sadece burada bekleyerek, Mo Weiyu’nün dağdan inip önünüzde diz çökerek sizden merhamet dileyeceğini mi sanıyorsunuz?

               “Genç Efendi Xue…”

               “Bu dünyada Shizun’dan başka ailem kalmadı.” Xue Meng kol yenlerini yaşlı keşişin tutuşundan kurtardı ve boğuk bir sesle, “Siz gitmiyorsanız, ben kendim giderim,” dedi.

               Bu sözleri söyledikten sonra tek başına dağa çıkmıştı; tek adam, tek kılıç.

               Rüzgârın kasvetli, ıslak ve soğuk hışırtı sesleri, milyonlarca yaprağınkiyle karışıyordu, yoğun sis, sayısız öfkeli hayalet ve ağaçların içindeki, fısıltıyla mırıldanan kederli ruhlar gibi süzüldü.

               Xue Meng bütün tek başınalığıyla tepeye yürüdü. Mo Ran’in görkemli sarayının dingin mum ışıkları geceyi aydınlatıyordu. Birdenbire, Gök Delen Kule’nin önünde üç adet mezar gördü. Daha yakından bakmak için yaklaştığında, ilk mezarın başındaki otlar uzamıştı ve mezar taşının üstüne çarpık çurpuk kelimeler kazınmış olduğunu gördü: “Buğulanmış* Eşlikçi Chu’nun Mezarı.”

Ç.N.: Buğulanmış: Orijinal metinden ‘Asilce Namuslu’ kelimesi için bir kelime oyunu, aynı zamanda kulağa ‘Buğulanmış’ kelimesi gibi geliyor.

               Bu “Buğulanmış Eşlikçi’nin” aksine, ikinci mezar yeni kazılmış, toprağı henüz kapatılmıştı ve üstünde kazınan kelimeler: “Bol Yağda Kızarmış İmparatoriçe Song’un Mezarı.”

               “…”

               Bu on yıl önce olmuş olsaydı, Xue Meng böyle saçma bir manzaraya istemsizce kahkaha atabilirdi.

               O ve Mo Ran, aynı shizunun altında mürit oldukları ve Mo Ran’in sınıfın palyaçosu olduğu zaman. Xue Meng ondan uzun zamandan beri hoşlanmasa bile, hâlâ ara sıra onu kahkahalarla güldürürdü.

               Bu Buğulanmış Eşlikçi Bol Yağda Kızarmış İmparatoriçe’nin ne demek olduğunu kim bilir. Muhtemelen Bilge Mo’nun iki onur verici karısına da isim verme şekli tıpkı “Piç”, “Vırak” ve “Savaşa Son Ver” gibidir. Fakat kendi imparatoriçelerine neden bu lakapları taktığını bilmenin imkânı yoktu.

               Xue Meng, bakışlarını üçüncü mezara çevirdi.

               Gece göğünün altındaki mezarın toprak yığını hâlâ açıktı. İçinde yatan bir tabut vardı, ama tabutun içinde hiçbir beden yoktu ve mezar taşı da henüz yazılmamıştı.

               Tabutun önünde küçük bir kavanoz Armut Çiçeği Beyaz Şarabı, bir kâse artık soğumuş olan acılı wonton, birkaç tabak acılı meze vardı – hepsi Mo Ran’in favorisiydi.

               Xue Meng donmuş bir halde mezara bakakaldı ve birdenbire aklına bir şey geldi – Mo Ran’in savaşma niyeti olmayabilir miydi, bir de uzun zaman önce kendi mezarını kazmış, ölmeye hazır mı?

               Soğuk terler boşandı.

               İnanamıyordu. Mo Ran daima, ölümün eşiğindeyken bile pes etmeyi bilmeyen birisiydi. Teslim olmak ne demek bilmezdi ve davranış şekline bakacak olursa, isyan ordusuyla, sonu acı bir şekilde bitse de kesinlikle savaşırdı, o halde neden…

               Geçen on yılda, Mo Ran gücün zirvesindeydi. Tam olarak ne görmüştü? Ve tam olarak ne olmuştu?

               Kimse bilmiyordu.

               Xue Meng arkasını döndü ve tekrar karanlığa girdi, uzun adımlarla, ışıl ışıl parlayan Wushan Sarayı’na doğru yürüdü.

               Wushan Sarayı’nda, Mo Ran’in gözleri sımsıkı kapalı, yüzü ölü gibi solgundu.

               Xue Meng doğru tahmin etmişti. Mo Ran ölmeye kararlıydı. O mezar höyüğü kendisi için kazılmıştı. İki saat önce, ölümcül zehri içerken, iletişim büyüsünü, hizmetçileri kovmak için kullanmıştı. Efsun gücü muazzamdı bu yüzden de zehrin etkisi, zehir eriyip bedeninde gezinirken oldukça yavaştı. Bundan dolayı, iç organları lime lime olurken çektiği ıstırap şiddetli bir şekilde canlıydı.

               Gıcıııır – salonun kapısı açıldı.

               Mo Ran kafasını kaldırmadı, sadece zorlukla nefes alarak boğuk bir sesle, “Xue Meng, sensin değil mi? Geldin mi?” dedi.

               Xue Meng, salonun altın zemininde dimdik ve gururla duruyordu, at kuyruğu dümdüz düşüyor, hafif zırhı pırıl pırıl parlıyordu.

               Bir zamanlar aynı sektten olan yoldaşların yeniden buluşmasıydı. Mo Ran eğilerek otururken çenesini destekledi, ifadesi boştu, yoğun kirpik perdeleri, gözlerinin önünde alçalmıştı.

               Herkes onu canavar, vahşi bir şeytan olarak biliyordu, ama aslında, yakışıklıydı. Burun kıvrımı zarif ve yumuşaktı, dudakları ince ve nemliydi, görünüşü doğallıkla nezaketin ve tatlılığın notalarını yansıtıyordu. Herhangi biri, yüzüne bakarak, cana yakın ve iyi bir insan olduğunu düşünürdü.

               Xue Meng, Mo Ran’in yüzünü gördüğünde, şüphelendiği gibi zehri içtiğini biliyordu. Ne hissettiğini anlamak güçtü ve konuşmak için ağzını açtı, ama hiçbir kelime çıkmadı. Nihayet, yumruklarını sıkıp sadece sordu, “Shizun nerede?”

               “…Ne?”

               Xue Meng tekrar sert bir şekilde sordu, “DEDİM Kİ SHİZUN NEREDE??? SENİN, BENİM, BİZİM SHİZUNUMUZ!!!”

               “Oh.” Mo Ran kısık sesle hım-ladı ve sonunda yavaşça, gözlerini açtı, göz bebekleri morun çağrışımıyla siyahtı, geçip giden zamanın ardından, Xue Meng’ın üstüne düştü.

               “Şimdi düşününce, Kunlun Dağı’ndaki Taxue Sarayı’nda olan vedadan beri, sen ve shizun, birbirinizi göreli beş yıl olmuş.

               Mo Ran konuşurken belli belirsiz gülümsedi.

               “Xue Meng, onu özlüyor musun?”

               “SAÇMALAMAYI BIRAK! ONU BANA GERİ VER!”

               Mo Ran sakince ona göz attı, midesindeki acıya dayanıyordu, dudakları alaycı bir gülümsemeyle çarpılırken imparator tahtına ağır bir şekilde yaslandı.

               Karanlık, görüşünü ele geçiriyordu, neredeyse iç organlarının burulmasını, erimesini ve kötü kokulu, kanlı bir bulamaca dönüşünü hissedebiliyordu.

               Mo Ran ağır ağır cevap verdi, “Onu sana geri mi vereyim? Aptal. Neden beynini birazcık düşünmek için kullanmıyorsun? Shizun ve ben birbirimize böyle derin bir nefret beslerken niçin onun bu dünyada yaşamasına izin vereyim?”

               “SENİ–!” Kan tamamen Xue Meng’ın yüzünden çekilmişti, geri çekilirken gözleri fal taşı gibi açılmıştı, “Yapamazsın… Yapmazsın…”

               “Neyi yapmam?” Mo Ran kıs kıs güldü. “Neden yapmayacağımı niçin söylemiyorsun?”

               Xue Meng’ın sesi titredi. “Ama o senin… Sonuçta o senin shizunun… Nasıl onu öldürmeyi hazmedebilirsin??”

               Yüksekteki imparator tahtında oturan Mo Ran’e baktı. Gökler’de Fuxi, Ölüler Diyarı’nda Yanluo ve fani dünyada da Mo Weiyu vardı.

Ç.N.: Budizm inancına göre Cennet ve Cehennem kavramı yoktur. Gökler, Ölüler Diyarı (Naraka), Yeraltı Dünyası vardır. Budizm’e göre ölen her insan Yeraltı Dünyası’na gider. Yeraltı Dünyası 8 sıcak, 8 soğuk olmak üzere 16 katlıdır ve ölen kişi işlediği günaha uygun kata gönderilir. Onlara göre Cennet denen şey ise insanların çok kere reenkarne olup en sonunda ölümsüzlük mertebesine ulaşarak doğa üstü güçler kazanması ve beraberinde de Gökler’e (Nirvana) yükselmesiyle alakalıdır. Cennet diye bir yer yoktur fakat cennet benzeri alemler vardır. Daha fazlası için Budizm’i araştırabilirsiniz.

               Ama Xue Meng’a göre, Mo Ran fani dünyanın yüce imparatoru olsa bile, bu hale gelmemeliydi.

               Xue Meng’ın tüm bedeni sarsılıyordu, öfkeden gözyaşları akıyordu, “Mo Weiyu, hâlâ insan mısın? O bir zamanlar…”

               Mo Ran sessizce bakışlarını kaldırdı, “O bir zamanlar ne?”

               Xue Meng’ın sesi titredi, “Onun bir zamanlar sana nasıl davrandığını en iyi sen bilmelisin…”

               Mo Ran bir anda kahkaha attı, “Bir zamanlar bana, suçlarımı kabul etmem için diz çöktürüp, beni kanlarla kaplanıncaya kadar dövüşünü mü hatırlatmaya çalışıyorsun? Yoksa senin için, alakasız insanlar için üç kere yoluma çıkıp muhteşem çabalarımı mahvedişini mi hatırlatmaya çalışıyorsun?”

               Xue Meng, başını acıyla salladı, “…”

               Hayır, Mo Ran.

               Doğru düzgün düşün. Hırçın nefretini bırak. Geçmişe bak.

               Bir zamanlar seni efsun ve dövüş sanatlarında eğitti ve seni korudu.

               Bir zamanlar sana okuma yazmayı, şiiri, resmi öğretti.

               Bir zamanlar sadece senin için, çok beceriksiz olsa da ellerini kesiklerle kaplasa da yemek yapmayı öğrendi.

               Bir zamanlar… Bir zamanlar her gün eve gelmeni bekledi, tek başına, gece çökümünden… şafağın sökümüne dek…

               Çok fazla kelime boğazını tıkıyordu, ama Xue Meng’ın sonunda tek yapabildiği hıçkırmaktı, “Onun… onun öfkesi berbattı ve sözleri sertti, ama ben bile sana ne kadar iyi davrandığını biliyorum, bu yüzden neden… nasıl yapabilirsin…”

               Xue Meng başını kaldırdı, ama öyle çok gözyaşını içinde tutuyordu ki boğazı bile daha da düğümlenmişti ve daha fazla konuşamadı.

               Mo Ran tahtından sessizce iç çekmeden önce uzun bir sessizlik oldu. “Yaa.”

               “Ama Xue Meng. Biliyor muydun?” Mo Ran’in sesi açık bir şekilde bitkindi. “Ayrıca bir zamanlar sevdiğim tek kişinin hayatına son verdi. Tek kişi.”

               Uzun bir süre ölü gibi sessizdi.

               Midesindeki acı, yanan bir alev gibiydi, kanı ve eti yırtılıp parçalanarak paçavraya dönmüştü.

               “Yine de bir zamanlar usta ve mürittik. Cesedi Güney Tepesi’ndeki Kızıl Nilüfer Köşkü’nde yatıyor. Çok iyi korunmuş bir halde, nilüfer çiçeklerinin arasında yatıyor, tıpkı yalnızca uyuyormuş gibi.” Mo Ran soluklanıp kendini sakinleştirmeye çalıştı. Bunu söylerken ifadesi boştu, ama parmakları, eklemlerini morartana kadar, uzun, sandal ağacından masaya batıyordu.

               “Cesedi, benim ruhani güçlerimle durumunu koruyor. Özlediysen, nefesini benimle, burada tüketme. Şimdi git, ben ölmeden önce.”

               Boğazına kekremsi bir tatlılık üşüştü; Mo Ran birkaç kez öksürdü ve ağzını tekrar açtığında dudaklarının ve dişlerinin arasında kandan başka bir şey yoktu. Yine de gözleri huzurluydu.

               Boğuk bir sesle konuştu, “Git, git de gör onu. Geç kalırsan ve ben ölürsem, ruhani güçlerin bağı kopacak, toza dönecek.”

               Sonra, gözlerini ruhsuz bir şekilde yumdu, zehir kalbine akın ediyordu, kızgın alevler işkence ediyordu.

               Istırap o kadar yürek burkucuydu ki Xue Meng’ın bile burkulmuştu, umutsuz feryatları, aralarında binlerce metrelik okyanus varmışçasına ve sesi sulardan geliyormuş gibi uzaklaştı.

               Kan, dudaklarının kenarından akmaya devam ediyordu ve Mo Ran sıkıca kol yenlerini sıktı, kasları seğiriyordu.

               Islak gözlerini açtığında, Xue Meng çoktan gitmişti. O piçin qinggongu* kötü değildi; buradan Güney Tepesi’ne koşması çok sürmezdi.

Ç.N.: Qi’yi manipüle etme sanatı, birini ağırlıksız ve hafif yapar.

               Son bir kez Shizun’u görebilmeliydi.

               Mo Ran kendini iterek ayağa kalktı ve kalktığı anda yalpaladı. Kanla lekelenmiş ellerini kullanarak, bir el mührü oluşturup kendini Sisheng Tepesi’nin Gök Delen Kulesi’ne gönderdi.

               Sonbahar ortasıydı. Haitang çiçekleri güzel bir şekilde yoğundu ve rüzgârda süzülüyorlardı.

               Neden en sonunda günahkâr yaşamına son vermek için burayı seçtiğini bilmiyordu ama çiçekler hayat dolu bir şekilde açtığından beri buranın çok kötü bir mezar olmayacağını düşünüyordu.

               Açık tabutta uzandı ve gecenin çiçeklerini izlemek için baktı, solan çiçekler sessizce süzülüyorlardı.

               Tabuta süzülüyorlar, yanağına konuyorlardı. Dans ediyor ve uçuşuyorlardı, tıpkı geçmişin solup gidişi gibi.

               Bu hayatta, hiçbir şeyi olmayan bir piçin oğlundan, sayısız rastlaşmaların ardından, fani dünyanın tek yüce Lord İmparator’u haline gelmişti.

               Kutsal olan her şeye saygısızlık etmişti ve elleri kanla kaplıydı. Tüm sevdikleri, tüm nefret ettikleri, tüm dua ettikleri, tüm darıldıkları, nihayetinde geriye hiçbir şey kalmamıştı.

               Nihayetinde, hiç o kendinden emin ve vahşi el yazısını kullanarak kendi için bir mezar yazıtı kaleme almamıştı. Utanmaz bir “Çağın İmparatoru” da olsa, “Bol Yağda Kızarmış” ya da “Buğulanmış” gibi saçma bir şey de olsa, hiçbir şey yazmamıştı. Efsun dünyasının ilk imparatorunun mezarı, sonuç olarak, geride hiçbir söz bırakmamıştı.

               On yıldır süren gösterinin perdeleri sonunda kapanmıştı.

               Saatler sonra, ordu, meşalelerini havada tutup bir ateş yılanı gibi imparatorun sarayını istila etmişti. Fakat, onları bekleyen şey boş bir Wushan Sarayı, tek bir ruhun bile olmadığı Sisheng Tepesi ve ağlamaktan uyuşmuş Xue Meng’dı, Kızıl Nilüfer Köşkü’nde, küller serpilmiş zeminde yere kapanmıştı.

               Bir de Cennet Delen Kule’nin önünde, cesedi çoktan soğumuş Mo Weiyu vardı.

Ç.N.: Budizm’de tek bir Cennet inancı olmadığı için Gökler denir, ama ben bu yerin ismini bu şekilde kullanacağım.

※※※