2. Bu Saygıdeğer Kişi Yaşıyor

Share

Uyarı: 15 yaşındaki Mo Ran bir fahişeyi sikiyor.

※※※

               “Kalbim durulmuş, düşüncelerim küle dönmüştü ama beklenmedik bir şekilde, ilkbaharın ışığı soğuk gecede parlıyordu. Gökler bu ıssız vadideki çimenlere acıyor olabilir miydi? Fakat ben sadece, dünyanın tahmin edilemez ve zorluklarla dolu oluşundan korkuyorum.”

               Bir kadının çınlayan sesi kulağına geliyor, şairane dizeler inci ve yeşim gibi gürlüyorlardı ama bunların tek yaptığı, Mo Ran’in başını ağrıtmak, öfkeyle çattığı kaşındaki damarı seğirtmekti.

               “Ne bu sesler böyle! Bu inleyen ölüm perisi de nereden çıktı! Hizmetçiler, şu orospuyu dağdan aşağı atın!”

               Mo Ran ancak kükredikten sonra, en baştan bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmişti.

               …Ölmemiş miydi?

               Nefret ve soğukluk, acı ve yalnızlık göğsüne saplandı. Mo Ran’in gözleri aniden açıldı. Ölümünden önce gerçekleşen her şey rüzgârdaki kar gibi dağıldı. Kendini bir yatakta uzanırken buldu; Sisheng Tepesi’ndeki bir yatakta değil de ejderha ve zümrüdüanka kuşu oymalı bir yataktaydı, ahşabında ağır bir pudra kokusu vardı. Eski yorgan pembe ve mor renkteydi, üzerine mandarin ördekleri işlenmişti–––böyle bir yatak ancak genelevlerde bulunurdu.

               “…”

               Mo Ran donakaldı.

               Buranın neresi olduğunu biliyordu.

               Burası Sisheng Tepesi’nin yakınlarındaki eğlence bölgesiydi.

               Eğlence bölgesi denilen yer bildiğiniz kerhaneydi, haydan gelen huya gider.

               Mo Ran’in gençliğinde zamparalık yaptığı zamanlar olmuştu ve bir ayın yarısının büyük bir kısmını bu kurumda geçirmişti. Ama burası, o yirmilerindeyken satılıp bir şarap dükkanına dönüştürülmüştü. Öldükten sonra o kadar yerin arasından nasıl buraya düşmüştü?

               Yoksa hayatında çok fazla günah işleyip birçok insana haksızlık yaptığı için Yeraltı Dünyası’nın kralı onu, bir genelevde müşterilere hizmet etmesi için reenkarne ederek mi cezalandırıyordu?

               Mo Ran, hayal gücü vahşileştikçe çılgına dönüyordu.

               Ve beklenmedik bir şekilde uyuyan biriyle yüz yüze geldi.

               “…”

               Bu ne lan!! Neden yanında birisi vardı??

               Çırılçıplak bir adam!

               Bu adam hoş ve tatlıydı ayrıca cinsiyetini söylemek oldukça zordu.

               Mo Ran’in yüzü ifadesizdi ama kalbi tamamen kargaşa içindeydi. Bir süre hoş çocuğun yüzüne baktı ve birdenbire hatırladı.

               Bu, gençken delicesine sevdiği jigolo değil miydi, adı… Rong San olan?

               Yoksa Rong Jiu muydu?

               Jiu ya da San, fark etmez, asıl önemli olan bu jigolonun yıllar önce cinsel yolla bulaşan bir hastalığa yakalanıp ölmüş olmasıydı, hatta şimdiye kemiklerinin çürümüş olması gerekirdi. Fakat o burada, boynu ve omuzları mavi-mor aşk ısırıkları ile dolu bir halde, zarifçe yanına kıvrılmıştı.

               Mo Ran suratını asarak yorganı kaldırdı ve aşağı baktı.

               “…” 

               Bu Rong bilmem kim, Jiu ya da San olup olmadığını bilmediğinden şimdilik Rong Jiu diyelim. Rong Jiu’nun hoş ve küçük vücudu urgan yanıklarıyla doluydu ve solgun, hassas kalçaları hâlâ kırmızı bir halatla karmakarışık bir şekilde bağlıydı.

               Mo Ran çenesini sıvazladı: ne kadar ilginç.

               Şu muhteşem ip sanatına, usta tekniğe, tanıdık manzaraya da bak.

               Bunu lanet olasıca kendisi yapmamış mıydı??!!

               Bir efsuncu olarak yeniden doğuş konsepti ile ilgili şeyler okumuştu. Bir şekilde geçmişe falan gitmiş olabileceğinden şüphelenmeye başladı. 

               Mo Ran, şüphelerini doğrulamak için bakır bir ayna buldu. Ayna yıpranmış olsa da görünüşünü belli belirsiz gösterecek kadar yeterliydi.

               Mo Ran öldüğünde otuz iki yaşındaydı ancak aynadaki yüz oldukça gençti; gençliğin kibrini taşıyan bu çekici yüz on beş-on altı yaşından daha fazla görünmüyordu.

               Odada başka kimse yoktu. Dolayısıyla, bir zamanlar efsun dünyasının acımasız hükümdarı, Bashu’nun Şeytanî Zalimi, Fani Dünya’nın İmparatoru, Sisheng Tepesi’nin Efendisi, Taxian-Jun Mo Ran’in ta kendisi, uzun süre düşündükten sonra dürüstçe düşüncelerini ifade etti.

               “Siktir…”

               Uyuyan Rong Jiu “siktir”-ip uyanmıştı.

               Güzel şey mayışık bir halde doğruldu, ince yorgan omzundan aşağı kaydı ve solgun vücudunun büyük bir kısmını ortaya çıkardı. Uzun, yumuşak saçını bir tarafa topladı ve kenarları kırmızı sürmeli şeftali çiçeği gözlerini açıp esnedi.

               “Oh…  Mo-gongzi*, bugün erken uyanmışsınız.”

Ç/N: Gongzi: Asil ailelerin çocuklarına hitap etme şekli. Genç Efendi.

               Mo Ran cevap vermedi. Eskiden gerçekten de Rong Jiu’nun tipini severdi: zarif ve cinsiyetsizdi. Ama şimdi, otuz iki yaşındaki Taxian-Jun, bu tip bir adamı çekici bularak ne halt düşündüğünü bir türlü anlayamıyordu.

               “Dün gece iyi uyuyamadınız mı? Kâbus mu gördünüz?”

               Bu Saygıdeğer Kişi öldü lan, kâbus için buna ne dersin!

               Rong Jiu, devam eden sessizliğinin, kötü bir ruh halinde olmasından kaynaklandığını düşündü, bu yüzden yataktan kalkıp oyma pencerenin önüne giderek Mo Ran’e arkadan sarıldı.

               “Mo-gongzi, benimle ilgilenin~ nereye dalıp gittiniz?”

               Bu kucaklama Mo Ran’in yüzünü maviye döndürdü. Bu şıllığı üstünden sıyırıp o kırılgan görünüşlü yüzüne on yedi, on sekiz tokat bahşetmekten başka hiçbir şey istemiyordu fakat bu dürtüsüne engel oldu.

               Hâlâ biraz başı dönüyordu ve nasıl bir durumun içinde olduğundan emin değildi. 

               Ne de olsa, gerçekten yeniden doğmuşsa, önceki gün çifte kumrular gibiyken hiç yoktan Rong Jiu’yu dövemezdi. Bu onu aklını kaçırmış gibi gösterirdi. Kesinlikle bunu yapamazdı.

               Mo Ran yüz ifadesini düzeltti, unutmuş gibi davranarak sordu: “Bugün günlerden ne?”

               Rong Jiu bir saniyeliğine baktı, sonra gülümsedi: “Mayıs’ın dördü.”

               “Otuz üçüncü yıl mı?”

               “O geçen seneydi, şu an otuz dördüncü yıl. Büyük adamlar unutkan olmaya meyilli olur derler.”

               Otuz dördüncü sene…

               Mo Ran’in kafasındaki çarklar süratle dönüyordu.

               O sene on altı yaşına giriyordu ve Sisheng Tepesi Lideri’nin uzun süredir kayıp olan yeğeni olarak daha yeni tanınmış, bir gecede acınası, korkmuş bir köpekten, daldaki bir anka kuşuna dönmüştü.

               O halde, gerçekten de yeniden mi doğmuştu?

               Yoksa yalnızca ölünce gördüğü aldatıcı bir rüya mıydı…

               Rong Jiu gülümsedi: “Mo-gongzi o kadar acıkmış ki tarihi bile hatırlamıyor. Bir dakika bekleyin, yiyecek bir şeyler getireyim. Pankeke ne dersiniz?”

               Mo Ran henüz yeniden doğmuştu ve tüm bu şeylerle nasıl baş edeceğinden henüz emin değildi. Fakat, öncekiyle aynı yaklaşımı sürdürse herhalde bir sorun çıkmazdı. Böylece, eski karizmatik hâlini hatırlayıp tiksintisini gizleyerek, neşeyle Rong Jiu’nun kalçasını çimdikledi.

               “Kulağa lezzetli geliyor! Yanında lapa da olsun ve senin bana yedirmeni istiyorum.”

               Rong Jiu üstüne bir şeyler giyip gitti, biraz sonra üstünde bir kâse balkabaklı lapa, iki youxuan tatlısı* ve bir tabak da meze bulunan bir tepsiyle geri geldi.

Ç/N: Youxuan tatlısı geleneksel bir Çin yemeği. Spiral şeklindedir ve üzerindeki yağ da altın sarısıdır. 油旋: Youxuan yağ çevirme demekmiş. Görünüşünden dolayı bu ismi almış. (Vikipedi)

               Mo Ran biraz acıkmıştı ve tatlılara dalmak üzereyken Rong Jiu elini kenara ittirdi: “Gongzi izin verin de ben servis edeyim.”

               “…”

               Rong Jiu bir tane pankek aldı ve Mo Ran’in dizine oturdu. Üstünde ince bir sabahlıktan başka bir şey yoktu, bacakları genişçe açıktı ve Mo Ran’e yaslamıştı, hatta ara sıra inceliksiz bir şekilde sürtüyordu.

               Mo Ran dik dik suratına baktı.

               Rong Jiu, tekrar tahrik olduğunu düşünerek: “Niçin bakıp duruyorsunuz? Yemek soğuyacak,” dedi.

               Mo Ran bir anlığına sessiz kaldı. Önceki hayatında Rong Jiu’nun onun arkasından yaptığı “iyi niyetleri” hatırlayınca dudaklarının kenarları tatlı bir gülümsemeyle yukarı kıvrıldı.

               O, muhteşem Taxian-Jun, iğrenç numaralara hiç de yabancı değildi. Canı istediği zaman ona göre hiçbir şey iğrenç gelmezdi. Şu an yaptığı, rol yapmaktan başka bir şey değildi, çocuk oyuncağıydı.

               Mo Ran gelişigüzel bir şekilde sandalyeye yaslandı, gülümseyerek: “Otur,” dedi.

               “Ben… Ben zaten oturuyorum.”

               “Nereye oturmanı söylediğimi biliyorsun.”

               Rong Jiu kızardı: “Aceleniz ne, Gongzi neden ilk önce yemeği bitirmiyorsu-…ah!”

               Daha bitiremeden Mo Ran onu öne doğru çekti ve gerisini geri aşağı bastırdı. Rong Jiu’nun eli savruldu ve lapa kâsesini düşürdü. Zorla nefes almaya çalışarak:

               “Mo-gongzi, kâse…”

               “Önemli değil.”

               “A-ama yine de önce bir şeyler yemelisin…nn…ah…”

               “Şu anda yemiyor muyum?”  Mo Ran belinden tuttu, Rong Jiu’nun uzun boynu ve güzel çehresi kendi kapkara göz bebeklerinde yansıdı. 

               Önceki hayatında, ilişki sırasında o büyüleyici kırmızı dudakları öpmeyi severdi. Ne de olsa güzeldi ve ne söyleyeceğini iyi biliyordu. Mo Ran’in hiç ona karşı bir şeyler hissetmediğini söylemek yalan olurdu. 

               Ama Mo Ran, artık bu dudakların, onun arkasından neler yaptığını biliyordu, şimdi onları katlanılamaz derecede pis bulduğundan kesinlikle öpmekle ilgilenmiyordu. 

               Otuz iki yaşındaki Mo Ran, on altı yaşındaki Mo Ran’den birçok yönden farklıydı. 

               Mesela on altı yaşındaki kendisi, hâlâ aşk ve cinsel ilişkideki nezaketi biliyordu. Fakat otuz iki yaşındakinin bildiklerinden geriye kalan tek şey şiddetti.

               Sonrasında, ölümüne sikilmekten bayılan Rong Jiu’ya baktı, fırtınalı gözleri hafifçe kıvrıldı, hatta tatlı bir tebessümün izini bile taşıyordu. Gülümsediğinde çok yakışıklı görünüyordu, gözleri, belirli açılardan kibirli bir mor pırıltıyla, derin, koyu bir siyahtı. Şu anda, Rong Jiu’yu saçından sürükleyerek yatağa götürmüş, yerdeki kırık kâsenin keskin bir parçasını gelişigüzel bir şekilde almış, Rong Jiu’nun yüzüne doğru tutuyordu.

               Her derdinin intikamını alırdı; şimdi de farklı değildi.

               Önceki yaşamında, Rong Jiu’yla ve onun işiyle nasıl ilgilendiğini, hatta onun özgürlüğünü bile satın almayı düşündüğünü düşündü ve Rong Jiu’nun diğerleriyle ona karşı entrika kurarak karşılığını nasıl verdiğini, kırık parçayı Rong Jiu’nun yanağına bastırırken gözlerinin gülümsemeyle kıvrılmasına engel olamadı.

               Bu kişinin bedeni, işiydi; yüzü olmadan, hiçbir şeyi yok demekti.

               Sokaklarda bir köpek gibi dolaşıp, yerlerde yuvarlanır, tekmelenir ve her tür küçümsemeye ve tacize maruz kalabilirdi… sadece düşüncesiyle bile o kadar keyiflenmişti ki az önce bu kişiyi sikmekten duyduğu tiksinti bile duman gibi kaybolmuştu.

               Mo Ran’in tebessümü daha da tatlılaştı.

               Sadece birazcık daha bastırdı ve büyüleyici kırmızı kan, bir iplik gibi dışarı sızdı.

               Baygın kişi acıyı hissetmiş gibiydi ki boğuk bir sesle inledi, kirpiklerindeki gözyaşlarıyla oldukça acınası görünüyordu.

               Mo Ran’in eli aniden durdu.

               Değerli bir dostunu hatırladı.

               “…”

               Sonra, birdenbire ne yapmakta olduğunu fark etti. Nihayet yavaşça elini indirmeden önce, sersemliğinin geçmesi birkaç saniye sürmüştü.

               O kadar çok kötülük yapmıştı ki artık bir alışkanlığa dönüşmüştü. Yeniden doğduğunu bile unutmuştu. 

               Şu an, henüz hiçbir şey gerçekleşmemişti, henüz geri dönüşü olmayan suçlar işlenmemişti ve o kişi… hâlâ yaşıyordu. Aynı acımasız yolu yürümesine gerek yoktu; yeniden başlayabilirdi. 

               Oturdu ve ayaklarını yatağa dayadı, dalgın bir şekilde elindeki kırık porselen parçasıyla oynuyordu. Aniden yağlı pankekin hâlâ masada olduğunu fark etti, eline aldı, yağlı kağıdını sıyırdı ve dişleriyle kopardı, her yere kırıntılar saçarak yiyor ve dudakları yağ ile parlıyordu.

               Pankek, bu genelevin spesiyaliydi. Aslında özel bir şeyi yoktu, özellikle de daha sonralarında yediği lezzetlerle kıyaslandığında. Ama burası iflas ettikten sonra Mo Ran bir daha hiç yeme şansı bulamamıştı. Şimdi, bu pankekin tanıdık tadı, geçmişin çalkantılı olaylarının arasından bir kez daha Mo Ran’in dilinin ucuna geri dönmüştü.

               Yuttuğu her lokmayla, yeniden doğuşunun gerçek olmama düşüncesi biraz daha azalıyordu.

               Pankeki bitirdikten sonra, nihayet tüm bu zaman boyunca olduğu sersemlik hissinden uyandı.

               Sahiden de yeniden doğmuştu.

               Hayatındaki nefret dolu her şey, geri alamayacağı her şey, hiçbiri henüz gerçekleşmemişti.

               Henüz, amcasını ve yengesini öldürmemiş, yetmiş iki şehri yıkmamış, öğretmenine ve atalarına ihanet etmemiş, henüz evlenmemiş, henüz…

               Henüz hiç kimse ölmemişti.

               Dudaklarındaki lezzetin tadını çıkarttı ve beyaz dişlerini yaladı, göğsünde, ufacık bir sevincin hızla şişerek hararetli bir coşkuya döndüğünü hissedebiliyordu. Önceki yaşamında Gökler’e ve Dünya’ya çıkışmış, insan diyarındaki üç yasaklı tekniğin üçünü de incelemişti. İki teknikte uzmanlaşmıştı; sadece sonuncusu, “Yeniden Doğuş”, yeteneğine rağmen ondan paçasını kurtarmıştı.

               Beklenmedik bir şekilde, hayattayken elde etmekte başarısız olduğu şey, çabasız bir şekilde ölürken ayağına gelmişti.

               Önceki hayatındaki tüm nefret, karamsarlık, yalnızlık, bütün karmaşık duyguları, göğsünde kilitliydi. Yanan on binlerce meşaleyle Sisheng Tepesi’ne doğru ilerleyen ordunun görüntüsü hâlâ zihnindeydi.

               O zamanlar, gerçekten de artık yaşamak istemiyordu. İnsanların hepsi, varlığının ona yaklaşan herkesi lanetlediğini, kaderinde yalnız ölmenin yazılı olduğunu söylemişti. Herkes ona sırtını dönmüştü. En sonunda kendisi bile yürüyen bir ölü gibi hissetmişti: duygusuz ve yalnız. 

               Kendisi gibi itfa olmaz bir aşağılığın, kendi canına kıydıktan sonra, her şeye yeniden başlama şansı kazanması için neyin nerede yanlış gittiğini bilmiyordu.

               Neden uzun zaman öncesinden kalan önemsiz bir garezden dolayı Rong Jiu’nun yüzünü mahvedecekti ki?

               Rong Jiu parayı severdi. Sadece bu seferlik ödeme yapmayacak üstüne bir de ona bir ders vermek için biraz gümüşünü alacaktı. Canına gelince, şimdilik onun sorumluluğunu almak istemiyordu.

               “Ucuz kurtuldun, Rong Jiu.” 

               Mo Ran, elindeki kırık porseleni camdan aşağı atarken, gülümseyerek konuşmuştu.

               Sonra Rong Jiu’nun mücevherlerini ve değerli eşyalarını boşaltıp kesesine soktu. Aheste aheste dışarı çıkmadan önce giyinmek ve üstünü düzeltmek için kendine zaman tanıdı.

               Amca, yenge, kuzen Xue Meng, Shizun ve…

               Mo Ran’in bakışları o kişinin düşüncesiyle yumuşadı.

               Shige*, geliyorum.

Ç/N: Shige: Aynı sektten ağabey. Kan bağı olmak zorunda değil.

               Yazarın Notları:

               Bu hikâyenin shipi: Mo Ran x Shizun

               Beyaz nilüfer bir Shige var, yanlış gemiye* binmeyin.

Ç/N: Ship: Hem gemi hem de favori çift demek. Kelime oyunu yapılmış.

※※※