78. Bu Saygıdeğer Kişinin Shizun’u Kâbus Görür

               Chu Wanning ve Mo Ran, geceyi aynı odada geçirdi. Mo Ran çekinmeden, anında yerde uyuyakalmıştı ama Chu Wanning’i düşünceleri huzursuz ve dengesizdi, nihayet kısa aralıklarla bölünen bir uykuya dalmadan önce, uzun süre dönüp durdu.

               Gözleri kapalıydı ve kulaklarında rüzgârın uğultusunu duyabiliyordu.

               Chu Wanning gizlerini açtı ve kendini karda diz çökmüş bir halde buldu.

               … Bir rüya mı?

               Ama neden bu kadar gerçekçiydi, sanki bir noktada bu anı yaşamış gibiydi.

               Kışın ortasıydı, gökyüzü karanlık ve griydi ve uzak ufuklardan uzanan bulutlarla ağırdı, yeri kaplıyordu. Karlar birikip ayak bileğini geçmiş, zemini dondurmuştu ve omuzlarını örten kalın pelerin bile, ısıran soğuğu engelleyemiyordu.

               Aşağı bakıp kürk şeritli gök mavisi pelerini gördü, gümüş ipten karmaşık desenler dikilmişti; bir şekilde tanıdık görünüyordu ama bu his bir an sonra kayıp gitti.

               “…”

               Chu Wanning kalkmaya çalıştı, neden böyle rahatsız edici bir rüya gördüğünden emin değildi ama bedeni sanki ona ait değilmiş gibiydi – yerde hareketsiz bir şekilde diz çökmeye devam etti, karlar omuzlarını kaplasa ve buz parçacıkları kirpiklerine takılsa bile hâlâ hareket etme niyetinde değildi.

               “Chu-zongshi, hava kararıyor, Majesteleri belli ki bugün sizi görmeyecek, hadi geri dönelim.”

               Arkadan yaşlıca birinin titrek sesi geldi.

               Rüyadaki kendisi, adamın adımları yaklaşıp karları ezse bile ve üzerinde bir şemsiye belirse bile arkasını dönmedi.

               Chu Wanning, kendisinin: “Teşekkür ederim Liu-gong1. Yaşlanıyorsun, bu yüzden köşke ilk sen dön, ben burada iyiyim,” dediğini duydu.

               “Zongshi…”

               İhtiyar hâlâ bir şeyler söylemek istiyordu ama Chu Wanning: “Git hadi,” dedi.

               Çelimsiz ses, iç çekti ve ağır adımlarla birkaç adım uzaklaştı ama sonra döndü ve şemsiye tekrar üstünde belirdi.

               “Bu ihtiyar, Zongshi’ya eşlik edecek.”

               Chu Wanning, rüyadaki kendisinin gözlerinin kapalı olduğunu hissetti ve hiçbir şey söylememişti.

               Bu saçma rüyasındaki her şey çok garip geliyordu. Söylediği sözler absürt ve anlaşılmazdı.

               Şu “Majesteleri” ve “Liu-gong” da ne saçmalıktı? İç saray politikasının bu kalıpları, onun bildiği efsun dünyasına ait değillerdi.

               Rüyada, bu bedendeki alçalmış kirpiklerinin arasından etrafındakilere bakmaya çalıştı. Sisheng Tepesi gibi görünüyordu ama bazı şeyler farklıydı.

               Yapılar az çok aynıydı ama daha müsrifçe dekore edilmişlerdi. Avlunun etrafındaki koridorlar, üzerine yıldız desenleri işlenmiş lila renkli puantiyeli tüllerle kaplıydı ve inci tutan ejderhalar oyulmuş çanlar çatıdan sarkıyordu, ne zaman kuvvetli bir rüzgâr esse, net ve çıtırtılı çınlamaları, belli belirsiz bir şekilde havada dans ediyordu.

               Daha önce görmediği bir üniformanın içindeki, bir sıra nöbetçinin ön tarafa dikildiği, ana salona dönük bir şekilde diz çökmüştü. Hangi klandan olduklarını merak etti.

               Gökyüzü yavaş yavaş karardı ve saçları geleneksel bir şekilde aşağıda toplanmış bir sıra saray hizmetçisi, saray kapısının her iki yanında duran lambaları soluk ve ince parmaklarıyla yakmak için yandaki bir kapıyı doldurdu. Lamba, bir insan boyutundaydı, haitang şeklinde olan kırk dokuz lambadan her biri, uzun, bakır kollarda asılıydı. Haitangların ortasındaki mumlar ışıl ışıl parlıyorlardı, ışık, yıldızlı gökyüzü gibi yere dağılıyor, göz kamaştırıcı bir parlaklıkla sarayın önünü aydınlatıyordu.

               İşini bitiren baş hizmetçi, Chu Wanning’e bir bakış attı, soğuk bir şekilde sırıtırken sesi iğneleyiciydi: “Bu gece burası buz gibi, bu zavallıca davranışını kimin için sergiliyorsun? Majesteleri ve İmparatoriçe şu anda keyifle eğleniyor, istediğin kadar orada diz çökebilirsin, kimse umursamayacak.”

               Ne edepsiz ama!

               Hayatı boyunca, kimse Chu Wanning’le böyle konuşmaya cüret etmemişti. Öfkeyle ağzını açtı ama çıkan ses kendisinin olmasına rağmen, söylenen sözler ona ait değildi.

               “Onun rahatını bölme niyetim yok ama tartışacak gerçekten önemli meselelerim var. Lütfen onu bilgilendirin.”

               “Kim olduğunu sanıyorsun, niçin senin için ulakçılık oynayacakmışım?” Baş hizmetçi küçümseyerek güldü, “Majesteleri ve İmparatoriçe şu anda birbirleriyle oldukça eğleniyor, kim onları bölmeye cesaret eder? Majestelerini gerçekten görmek istiyorsan, burada kalabilirsin, belki sabah olunca sana bir bakış ayırır, huh.”

               Chu Wanning’in arkasındaki ihtiyar hizmetçi daha fazla dayanamıyordu, titrek bir sesle konuştu: “Evet, Majesteleri, hanımınızı tercih ediyor ama kimle konuştuğuna bakman gerekmez mi? En azından sözlerine dikkat etsen?”

               “Kiminle konuşuyormuşum? Kim Majestelerinin Sisheng Tepesi’ndeki en nefret ettiği kişinin o olduğunu bilmiyor? Ona saygı duymanın ne gereği var! Arsız aptal, yaşlı bunak bana ders veriyor!” Baş hizmetçinin gözleri öfkeden kocamandı, sinirle emretti, “Nöbetçiler!”

               “Ne yapıyorsun!” Çelimsiz, yaşlı adamın sırtı yaşlılıktan kamburlaşmıştı, Chu Wanning’in önünü kapatmak için ileri çıktı

               Saray hizmetçisi ona göz atıp cilveli bir şekilde: “Ateş çanaklarını söndürün.”

               “Hemen!”

               Nöbetçiler derhal avludaki çanaklara gitti ve yanan ateşleri söndürdü.

               Chu Wanning, kendi kendine, hizmetçinin sivri bir dili olduğunu ama hiç de aptal olmadığını düşündü. Sıcaklık acı verecek şekilde düşerse onlarla tartışmasına ya da doğrudan bir şey yapmasına gerek yoktu. Yalnızca ateşleri söndürmesi gerekiyordu ve avlu buzlu bir mağara kadar, hatta insanların katlanmasını zorlaştıracak kadar soğuk olabilirdi.

               Gece ilerledi, müzik ve şarkılar, sıcak bir şekilde aydınlatılmış saraydan durmaksızın süzülüyordu.

               Chu Wanning hâlâ diz çöküyordu. Bacakları uyuşalı çok olmuştu.

               “Zongshi… Geri dön…”

               Yaşlı uşağın sesi her an hıçkırıklara boğulacakmış gibiydi.

               “N’olur geri dön, bedenin bunu kaldıramaz. Majestelerinin nasıl olduğunu biliyorsun, bu yüzden hasta olursan muhtemelen bir hekim bile göndermeyecek. Kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacaksın.”

               Chu Wanning nazikçe konuştu: “Bu mahvolmuş beden neredeyse hiçbir şeye değmez. Onu Kunlun Sarayı’na saldırmaktan vazgeçirebilirsem ölmeye niyetliyim.”

               “Zongshi! Ni-niçin bu kadar uğraşıyorsun…”

               Rüyadaki Chu Wanning çoktan büyük ölçüde güçsüzleşmişti. Birkaç kez öksürdü ama gözleri hâlâ berrak ve parlaktı: “Bugün böyle olmasının sebebi, hepsi benim suçum. Ben… Öhö öhö.”

               Korku vererek yetişen şiddetli bir öksürük sebebiyle konuşmasını bitiremedi. Chu Wanning kol yeniyle ağzını kapattı, boğazında demir tadı vardı. Elini çektiğinde, kol yeni kanla kaplıydı, kar beyaz dünyaya karşı kıpkırmızıydı.

               “Chu-zongshi!”

               “Ben…”

               Chu Wanning hâlâ bir şey söylemek istiyordu ama görüşü karardı ve karların üstüne yığıldı, artık katlanamıyordu.

               Kulaklarında karmakarışık bir şamata, ani bir kaos vardı; ama çok da uzaktaymış gibiydi, sanki sis katmanlarıyla ayrılmıştı, okyanuslarca uzaktaydı ve etrafındaki karmaşayı zorlukla duyabiliyordu.

               Kafası dumanlı bir haldeyken, yaşlı uşağın panikle bağırdığını duydu ama yalnızca birkaç dağınık kelime yakalayabilmişti.

               “Majesteleri! Majesteleri –––lütfen…”

               “Chu-zongshi, Chu-zongshi daha fazla dayanamaz, n’olur onu huzurunuza kabul edin, bu ihtiyar memnuniyetle ölecek­­­–––”

               Kargaşa büyüyüp yayıldı; her yerden ayak sesleri geliyordu, ışıklar yanmıştı.

               Enstrümanların melodileri ve kadın şarkıcıların tatlı sesleri birdenbire kesildi. Saray kapıları tamamen açılmış gibiydi ve içerideki mis kokulu havadan sıcaklık rüzgârı vardı. Chu Wanning kaldırılıp sıcak saray salonuna getirildiğini hissetti. Büyük bir el, alnına dokundu sonra hemen yanmış gibi geri çekildi.

               Alçak, tanıdık ses tehlikeli bir şekilde bağırdı.

               “Bu Saygıdeğer Kişi neden bilgilendirilmedi?”

               Kimse cevap vermedi.

               Adam küplere bindi ve ağır bir şeye vurulmuş gibi yüksek bir kırılma sesi vardı. Gürlemeye devam etti, sesi salonun içinde yıldırım gibi gümbürdüyordu.

               “Bana kafa tutmaya mı çalışıyorsunuz? O, Kızıl Nilüfer Köşkü’nün efendisi, bu Saygıdeğer Kişinin Shizun’u! Ve tek biriniz bile bu Saygıdeğer Kişiyi, dışarıda diz çöktüğüne dair bilgilendirmedi mi? Bu Saygıdeğer Kişi neden haberdar edilmedi!!!

               Biri pat diye dizlerinin üstüne çöktü, tamamen titriyordu –– az önce hava atan baş hizmetçiydi.

               “Bu alçak kişi ölmeyi hak ediyor, bu alçak kişi Majesteleri ve İmparatoriçenin keyfinin yerinde olduğunu gördü ve bölmeye cesaret edemedi…”

               Adam hızla volta attı ama öfkesi geçmek yerine daha da kötüleşmişti. Altın dantelli siyah cübbesi nihayet yağmaya başlayan kara bir bulut gibi, yerde dalgalanıyordu ve tekrar konuştuğunda sesi buruktu.

               “Onun bünyesi zayıf, soğuğa dayanamaz. Ve sen bana haber vermeyip onu karda beklettin ve hatta… Hatta avludaki ateşleri söndürdün…”

               Sesi öfkeyle titriyordu ve devam etmeden önce derin bir nefes çekti.

               Konuştuğu sonraki kelimeler yüksek sesli değildi ama tonu oradakilerin kemiklerini donduracak kadar öldürme aurasıyla doluydu.

               “Onu öldürmek istedin.”

               Hizmetçinin, korkudan beti benzi atmıştı, tüm alnı mavileşip morarana kadar, tekrar tekrar, başını yere vurdu, sesi, titreyen dudaklarından yüksek bir şekilde çıktı: “Hayır! Hayır! Bu alçak kişi cüret edemez! Majesteleri! N’olur merhamet edin Majesteleri!”

               “Onu Günah ve Erdem Kürsüsü’ne götürüp idam edin.”

               “Majesteleri! Majesteleri–––”

               Kulaklarının içindeki hayali kan kırmızısı tırnaklar gibi kulaklarını tırmalayan ses titremeye ve korkunç çığlıklarının altında alçalmaya başladı, manzara, kayan kar taneleri gibi dağılıp parçalanıyordu.

               “Bu Saygıdeğer Kişinin, onu, ölümün kapılarından ne zorluklarla geri sürüklediğine dair bir fikriniz var mı? Bu Saygıdeğer Kişiden başka hiç kimsenin, onun bir parmağını dahi incitmeye izni yok…”

               Boğuk ses mükemmel bir şekilde sakindi, bu sakinlik, altındaki deliliği çerçeveliyordu.

               Chu Wanning, o kişinin yaklaşıp önünde durduğunu hissetti.

               Bir el çenesini kavradı.

               Gözlerini, uykulu bir şekilde açtı, ona bakmaya çalışıyordu. Parlak, göz kamaştırıcı ışıkların altında bulanık bir şekilde, güçlü, kapkara kaşlar, düz bir burun ve mum ışığında soluk mor tonlu, en kara saten kumaş gibi siyah gözleri olan bir yüz gördü.

               “… Mo Ran?”

               “Shizun!”

               Ses aniden çok net bir şekilde geldi.

               Chu Wanning’in gözleri ardına kadar açıldı; handaki odada yatıyordu, dışarısı hâlâ karanlıktı ve masada tek bir mum yanıyordu.

               Mo Ran bir elini alnına bastırmış, diğer eliyle de yataktan destek alarak, yatağın kenarına oturmuştu, endişeyle ona bakıyordu.

               “Ne yaptım…”

               Her şeyi hissetmişti, rüya çok gerçekçiydi ve uzun bir süre sersemlikten çıkamadı.

               “Kâbus gördün. Çok fazla titriyordun.” Mo Ran üstünü daha fazla örterek konuştu, “Donuyor gibiydin. Ateşin olduğundan endişelendim ama neyse ki yok.”

               Chu Wanning kısık sesle “oh” sesi çıkardı ve hafifçe açık olan pencereye bakmak için döndü. Gökyüzü hâlâ karanlık, gece hâlâ derindi.

               “Rüyamda kar yağıyordu.”

               Mırıldandı ama daha fazla konuşmadı.

               Chu Wanning doğruldu, yüzünü bir eline gömerek yavaşça nefes almadan önce kendine gelmek için bir süre bekledi: “Çok yorulmuş olmalıyım.”

               “Shizun için gidip biraz zencefil çayı yapacağım.” Mo Ran, yüzü solgun olduğu için endişeli görünüyordu, “Shizun, berbat görünüyorsun.”

               “…”

               Chu Wanning cevap vermedi, bu yüzden Mo Ran iç çekti ve düşünmeden, içgüdüsel olarak kendi alnını Chu Wanning’in soğuk terler akan alnına bastırdı.

               “Bir şey söylemezsen bunu evet olarak kabul edeceğim.”

               Ani yakınlıktan dolayı şaşıran Chu Wanning, refleks olarak biraz geriye eğildi: “… Mn.”              

               Mo Ran tamamen uyanık değildi, dış cübbesini giyerek aşağı inip mutfağa gitmeden önce, geçmiş hayatında yaptığı gibi farkında olmadan, saçlarını karıştırdı. Bir süre sonra ahşap bir tepsiyle geri döndü.

               Mo Ran kalpsiz değildi – Chu Wanning onu kurtarmak için Şeftali Çiçeği Pınarı’na koşmuştu ve ayrıca onu korumak için elinden gelen her şeyi yapmıştı; önündeki bu kişiye ne kadar kırgın olsa da minnettardı.

               Tepside bir demlik buharı tüten zencefil çayı ve küçük bir kavanoz esmer şeker vardı. Chu Wanning’in fazla aromalı şeyleri sevmese bile tatlı yiyeceklerden oldukça hoşlandığını biliyordu.

               Ve mutfaktan, zencefil çayının yanında, ayrıca mantou getirmişti, küçük dilimlere bölmüş, taze süte batırmış sonra da gevrek bir kıvam alana kadar kızartmıştı ve pudra şekeri serperek bitirip basit, hafif bir atıştırmalık yapmıştı.

               Chu Wanning, bir fincan zencefil çayını iki eliyle tutup yavaşça yudumlarken, yüzüne yavaş yavaş renk gelmişti. Porselen beyazı parmaklarıyla bir parça tatlı ve gevrek mantoudan aldı ve sormadan önce bir süre düşündü: “Bu nedir?”

               “Sadece birkaç şeyi karıştırdım, henüz bir adı yok.” Mo Ran başını kaşıdı, “Bir dene, Shizun, tatlı.”

               Chu Wanning kızarmış yemekleri sevmezdi ama “tatlı” lafını duyunca yine de bir tanesini dudaklarına götürdü ve tereddütle küçük bir ısırık aldı.

               “Mm…”

               “Güzel mi?” diye sordu Mo Ran deney yaparcasına.

               Chu Wanning ona göz attı ancak hiçbir şey söylemedi ama zencefil çayıyla birlikte yemek için bir tane daha aldı.

               Çaydanlık ve bir tabak dolusu atıştırmalık hemen yok oldu, kâbusun kalıntıları da bu sıcaklıktaki duman gibi dağılıyordu. Chu Wanning esnedi ve sırt üstü uzandı: “Uyumaya geri döneceğim.”

               “Bekle.” Mo Ran, Chu Wanning’in dudak kenarlarını silmek için elini kaldırdı, “Burada biraz kırıntı var.”

               “…”

               Yüzündeki açık gülümsemeye bakınca, Chu Wanning’in kulakları istemsiz olarak kızardı. “Mn” diyerek yüzünü başka tarafa çevirdi ve ona daha fazla aldırmadı.

               Mo Ran bulaşıkları topladı ve geri götürmek için aşağı indi. Döndüğünde, Chu Wanning’i yüzü duvara dönük, yerinde yatarken gördü, muhtemelen uykuya dalmıştı.

               Yavaşça yürüdü ve perdeyi indirdi ama Chu Wanning aniden konuştu: “Gece soğuk oluyor, artık yerde uyuma.”

               “O halde…”

               Chu Wanning alçak kirpikleriyle, ona gerçekten kalmasını söylemek istedi ama “burada uyu” sözleri ağzından çıkmıyordu, kulak memeleri bile gittikçe ısınıyordu.

               Onu önemsiyordu ve yerde uyumasını istemiyordu ama ayrıca ondan hoşlanıyor ve gitmesini istemiyordu.

               Ancak yüzü çok inceydi ve çok iyi biliyordu ki kelimeli ağzından çıkarabilse bile kesin olarak reddedilecekti ve hem itibarını hem de maskesini kaybedecekti; düşüncesi bile zavallı hissettiriyordu.

               Xia Sini’yken her şey daha kolaydı; küçüklerin biraz inatçı olmasına izin vardı.

               –––Ama Mo Ran bugün ona iyi davranmıştı, zencefil çayında esmer şeker sevdiğini bile hatırlamıştı. Aslında Mo Ran onu biraz önemsiyor diye düşünmesi iyi bir şey miydi…

               Bu düşünce, Chu Wanning’in göğsünü ısıttı ve bir ivedilik anıyla pat diye söyleyiverdi.

               “Gel burada uyu.”

               “Gidip bitirmişler mi diye bakacağım ve öyleyse kendi odama geri döneceğim.”

               Neredeyse aynı anda konuşmuşlardı ve Mo Ran çoktan konuşmayı bitirene kadar Chu Wanning’in sözlerini tam olarak idrak edememişti. İdrak ettiğinde gözleri hafifçe irileşti.

               “Kulağa hoş geliyor.”

               Chu Wanning anında ona uydu, sanki az önce söylediklerini aceleyle örtbas ediyordu.

               “Devam et.”

               “Shizun, sen…”

               “Yorgunum, gidebilirsin.”

               “… Pekâlâ. İyice dinlen, Shizun.”

               Gitti, kapı gıcırdayarak açıldı sonra da kapandı.

               Chu Wanning karanlıkta gözlerini açtı. Kalbi göğsünde küt küt atıyordu ve avuçları terle kaplıydı, az önce kendi iradesinin kaybıyla küçük düşmüştü.

               Gerçekten o kadar uzun süredir yalnızdı ki içten bir hassasiyet olarak bir başkasından gelen ufak bir nezaketi ve ilgiyi yanlış anlıyordu.

               Tıpkı bir aptal gibi.

               Sinirleri bozuldu, döndü ve yüzünü yastığa gömdü, dipsiz bir kendinden iğrenmeye doğru batıyordu. Mo Ran’in Shi Mingjing’i sevdiğinin fazlasıyla farkındaydı, malum, onların aralarında usta ve müridin mesafeli nezaketinden başka bir şey yoktu, ama…

               Rüyalarındaki o kişi davet edilmeksizin aklında belirdi.

               Tamamen aynı yüzdü, sadece daha yaşlıydı.

               Ona bakışı haşindi ve gözleri okunamayacak kadar derindi.

               Kapı tekrar gıcırdayarak açıldı.

               Chu Wanning hemen dondu, tüm sırtı, gergin bir yay gibi katılaşmıştı.

               Biri yatağına yaklaştı. Kısa bir an sessiz kaldı, sonra o kişinin köşeye oturduğunu hissetti, beraberinde yeni yıkanmış kıyafetlerin hafif kokusunu da getirmişti.

               “Shizun, uyudun mu?”

               Cevap yoktu.

               Bu yüzden Mo Ran devam etti, sesi havayla tartışıyormuş gibi düzdü: “Hâlâ devam ediyorlar.” Hafifçe kıkırdadı ve bir koluyla başını destekleyerek Chu Wanning’in yanına uzandı, bakışları diğer kişinin, net ve görünür bir şekilde birkaç derece daha gerilen sırtında geziniyordu.

               “Shizun’un deminki teklifi hâlâ geçerli mi?”

               “…”

               “Shizun kesinlikle insanları görmezden gelmeyi seviyor. Eğer Shizun hiçbir şey söylemezse, o halde bunu tekrar bir evet olarak kabul edeceğim.”

               “… Huh.”

               Mo Ran’in gözleri küçük hilallere döndü, siyah-mordu ve yatağın diğer tarafından gelen soğuk huh sesinden dolayı neşeyle parıldıyordu.

               Shi Mei’e düşkün olması bir alışkanlıksa, Shizun’a sataşmak asla yorulmayacağı bir oyundu.

               Chu Wanning’e karşı ne hissettiğini hiçbir şekilde çözememişti; tek bildiği bu kişi kalbini arzuyla dolduruyordu, dişlerini çıkartıp ya ağlayana ya da gülmeye başlayana kadar onu ısırmasını istetiyordu –––ancak bunun çoğu sadece bir hayaldi.

               Ama ne zaman o, soğuk ve kayıtsız surat, onun yüzünden birazcık duygu gösterse, Mo Ran tutkulu bir şekilde heyecanlanıyordu.

               “Shizun.”

               “Mn.”

               “Bir şey yok, sadece seslenmek istedim.”

               “…”

               “Shizun.”

               “Söyleyecek sözün varsa söyle, yoksa çeneni kapat.”

               “Hahaha.” Mo Ran kahkaha attı, sonra birdenbire bir şey aklına geldi ve sordu, yarı alaycı yarı ciddiydi, “Sadece Xia-shidi ve Shizun’un birbirine çok benzediğini düşünüyordum, o senin oğlun mu?”

               “……….”

               Chu Wanning bir gecede çok fazla duygu karmaşası yaşamıştı ve huysuz bir ruh halindeydi. Mo Ran aniden onunla böyle dalga geçince, sinirlerinin bozulmasına engel olamadı.

               “Pıft, sadece Shizun’a takılıyordum, kafaya tak–––”

               “Evet.” Chu Wanning sakin bir şekilde cevap verdi, “O benim oğlum.”

               Mo Ran hâlâ sırıtıyordu: “Oh, benim anladığım da o, bu yüzden o senin oğlun–––BEKLE!!” OĞLUN MU???!?!”

               Gözleri, yıldırım çarpmış gibi, aniden ardına kadar açılmıştı, ağzı inanmaz bir şekilde açık duruyordu.

               “O-O-O-O–––OĞLUN MU?

               “Mn.” Chu Wanning yuvarlandı ve Mo Ran’i duygusuz bir bakışla mıhladı, yüzü fazlasıyla ciddiydi ve şakanın en ufak izi bile yoktu.

               Bu gece çok fazla pot kırmıştı ve açık verebileceğinden endişe ediyordu. Mo Ran onunla şakalaşmak istiyorsa o da aynı şekilde suyu çamurlama şansını kullanabilirdi, Mo Ran’in ondan hoşlandığını anlamaması için her şeyi yapardı.

               Chu Wanning, böyle düşününce, daha önce düşürdüğü itibarının parçalarını geri aldı ve tüm ciddiyetiyle konuştu: “Xia Sini benim gayri-meşru çocuğum, kendisi bile bunu bilmiyor. Şu andan itibaren bu, cennet, toprak, sen ve benim bildiğimiz bir sır. Eğer üçüncü bir kişi daha öğrenirse, seni kesinlikle öldürürüm.”

               Mo Ran: “………..”

               Yazarın Notları:

               Meh QAQz hava çok soğuk, hasta olmayın dostlar.

               Hadi herkesin nasıl sıcak kaldığına bir bakalım~

               0.5 Mo Ran: Chu Wanning, buraya gel ve bu saygıdeğer kişinin sana biraz sarılmasına izin ver.

               Chu Wanning: Kraliçen yok mu?

               0.5 Mo Ran: Nöbetçiler, kraliçeyi uzağa sürükleyip diri diri kızartın.

               Chu Wanning: …

               0.5 Mo Ran: Şimdi sadece sen varsın, buraya gel de bu saygıdeğer kişiyi ısıt.

               Chu Wanning: Soğuk kanlı şeytan, kaybol!

               Mo Ran: Çok soğuk, ısınmak istiyorum, neden kimse bana bakmıyor… O halde daha çok sıcak su içeceğim.

               2.0 Mo Ran: Önemli değil, dayanabilirim.

               Xue Meng: Soğuk mu? Hiçbir şey, ben genç ve güçlüyüm.

               Shi Mei: Çok soğuk… birkaç kat daha giyinmeliydiniz, Genç Efendi ve A-Ran *huff…*

               Chu Wanning: [Bu kişi soğuktan aşırı korkuyor ve battaniyesinin altında saklanıp çıkmayı reddediyor] … Aşağı efsun dünyasının ısı sağladığını söyleyen kimse utanmaz bir yalancı!

Dipnotlar

  1. Gonggong eki – gong, haremağası, hadım edilmiş kişi.