Mo Ran sokakları tek başına dolaştı. Hâlâ sokaklarda ürkütücü bir şekilde sürüklenen hayaletler vardı ve mavi taşlı basamaklar, ayaklarının altında ıslak ve kaygan, yalnız yosun yığınlarıyla kaplıydı…
Ancak şimdi, şiddetli mücadeleden sonra sakinleştiğinde, sonunda parmaklarının soyulmuş ve kanlı olduğunu fark etmişti. Kapı çerçevesi kabaca yapılmıştı ve eline gömülen kıymıklarla kaplıydı fakat neyse ki hava hayaletlerin fark etmediği kadar karanlıktı.
Aşağı bakan kirpikleriyle bir süre sessizce gözlerini dikti. Belki de kalbindeki acı çok daha büyük olduğu içindi ama elindeki korkunç yaralar gerçekten acımıyordu.
O sıkıca kapanmış kapıya arkasını dönüp baktı ve oradaki adamın ona tek kelime etmeyeceğini çok iyi biliyordu.
Mo Ran böyle bir reddedilmeye yabancı değildi. Zaten kötü niyete fazlasıyla alışkındı, o kadar alışkındı ki, sadece gözlerindeki bakıştan ve birkaç kelimeden savunmasının herhangi bir etkisi olup olmayacağını anlayabilirdi.
Gerçek şu ki, Mo Ran, adamın sözcükleri “onu görmedim” demeye dönüştüğü anda, ondan başka bir dürüst laf alamayacağını içgüdüsel olarak biliyordu. Sadece Chu Wanning’in Dünya Ruhu ile ilgili olduğu için pes etmek istemiyordu, bu yüzden dışarı itilene ve kapı yüzüne çarpana kadar ısrar etti.
Bu kadar acımasızca reddedilmesinin üzerinden uzun zaman geçmişti. Ancak bazen, zamanın geçişi hiçbir şeyi gerçekten çözemezdi ve daha mutlu koşullar da doğuştan gelen şeyi değiştiremezdi – bazı şeyler basitçe kemiklere oyulmuş şeylerdi.
Xue Meng bir keresinde ona aşağılık pislik demişti.
Komik ama göklerin sevgilisinden gelen bu kin dolu sözler onun haysiyetinde bir oyuk bile oluşturmamıştı.
Doğruydu, herkesin aşağılık pislik dediği şey o idi. Sayabileceğinden çok daha kötü şeylerle anılmıştı, zaten buna alışmıştı.
Omzunun üzerinden o sıkıca kapatılmış ahşap kapıya son bir kez baktı, sonra seyirci hayalet kalabalığının fısıltılarıyla yavaşça uzaklaştı.
Küçümseme ve alay sesleri arasında tek başına durdu.
Böylesine sefil bir çaresizlik sahnesi, bunca yıl sonra bir kez daha, çocukluğunun uzak, solmuş anılarıyla örtüşmüştü. Mo Ran bir ayağını diğerinin önüne koydu; belki de koşullar gerçekten birbirine çok benzediği içindi, ama sadece kendisi ve annesi olduğu o günleri düşünmekten kendini alamadı…
O günlerde, henüz eğlence evinde değillerdi, ancak Rufeng Klanı yakınlarındaki Linyi sokaklarında dolaşıyorlardı.
O günlerde en azından hâlâ annesine sahipti.
Annesi onu severdi. Hâlâ küçüktü ve dışarı çıkıp yemek için yalvarmasını istemiyordu, bu yüzden o sokakta şarkı söylemeye ve gösteri yapmaya çıkarken onu her zaman terk edilmiş bir kömürlükte tutardı.
İyi bir temeli vardı ve bir bambu sırıkta dans edebiliyordu, bu yüzden genellikle anne ve oğul arasında paylaşmak üzere bir parça bazlama ve bir kâse pirinç lapası*1 satın almak için her gün birkaç bozukluk kazanmayı başarmıştı. Anneler her zaman çocuklarının daha fazla yemesini isterdi, ancak Mo Ran bazlamanın çok sert olduğunu, lapanın çok yumuşak olduğunu veya tok olduğunu ve daha fazla yemeyi reddettiğini söyleyene dek sadece birkaç lokma alırdı.
Annesi çok az şey biliyordu, ama ne zaman içini çekip “kalan” yarım bazlama ve yarım kâse lapayı yese, yan tarafa kıvrılan küçük çocuk uyuyormuş gibi gözlerini kısarak onu gizlice izliyordu, sadece midesini doldurduğundan emin olduktan sonra rahatlıyor, kendi karın gurultusuna rağmen rahat hissediyordu.
Linyin’in doğu pazarındaki sokaklarda gösteri yapmak için ayrıldıktan sonra, her gün çocuğunun kömürlükteki odun yığınlarının arasından çıkıp sahne aldığı yerden iki sokak ötede yemek için yalvarmak için dışarı çıkacağını da bilmiyordu.
Anne, üç metre uzunluğundaki direği kaldırıp kırılgan vücuduyla onun üzerinde dans ederken güzel bir şarkı söyledi. Altındaki zemin paramparça kayalar ve kırık seramiklerle kaplıydı; düşerse, tüm keskin parçalar vücudunu delip geçerdi. Ancak izleyiciler bunun yeni ve heyecan verici olduğunu düşünmüştü ve bu yüzden, paralı izleyicilerden bir gülümseme kazanmak için alt sınıf hayatını tehlikeye atıp dans etmişti.
İki sokak ötede çocuğu sokakta dileniyordu, küçük kirli yüzüyle sırıtarak ve bir şeyler yemek umuduyla defalarca aynı selamları söyleyerek kapı kapı dolaşırdı. Ama genellikle hiçbir şey alamazdı.
Bir gün zengin bir ailenin genç hanımı, hamileydi, sıkılmıştı ve kötü bir ruh hali içindeydi, Mo Ran’in annesinin direkte dans ettiğini gördüğünde sokaklarda dolaşıyordu.
Bir süre oraya gidip izledi, ilgisini çekmişti ve sonra dansçı ile konuşması için bir görevli gönderdi, “Yerdeki bu kırık taşlar ve seramik parçalar sadece görünüş için, samimiyet nerede? Hanım’ımız diyor ki eğer onları bıçakla değiştirirseniz ve bıçakları dikeltip üstünde dans ederseniz, o zaman sizi on tael2 altınla ödüllendirecek.”
Böyle acımasız bir istekle karşı karşıya kalmıştı, neredeyse hayatını talep ediyordu.
Ancak annenin tek cevabı şuydu: “Bıçak almaya gücüm yetmez.”
Zengin hanımefendi güldü ve hemen birisinin demir eşya dükkanına gitmesini, yüzlerce keskin bıçak satın almasını ve onları yere dik bir şekilde yerleştirmesini sağladı.
“Dans.”
Zengin süslü kadın, şişkin karnını okşarken neşeyle konuştu.
Eğlenceyi izlemeye hevesli bir grup ifrit ve iblis toplanmaya başlamıştı, hepsi güneşte parıldayan ipek ve yeşim taşlarıyla süslenmişti. Havadaki kan kokusunu koklayan, boyunları uzanmış ve gözleri parıldayan, cesetle beslenmek için toplanan akbabalar gibiydiler.
“Devam et, dans et.”
“İyi dans edersen sana para vereceğim.”
“Alman gereken ipuçları var!”
Rufeng Klanı’nın yetki alanı altındaki bölgelerde, zengin insan boldu. Eksik olan şey, bu tür hayati risk taşıyan bahislerin heyecanı ve canlılığıydı.
İpekler ve satenler, altın ve inciler bambu direkli annenin etrafını kuşattı, beş parasız, paçavralar içindeki kadını çevreledi.
Ve böylece hayatı yol kenarındaki yabani ot kadar ucuz kadın, gülümsedi ve leş akbabalarının kalabalığına reverans yaparak iltimasları için teşekkür etti ve sonra direğin üzerinde kırlangıç kadar hafif zarif bir dansa başladı.
Bıçakların üzerinde dans ederek hayatını tehlikeye atıyordu.
Onların beğenisini kazanmak için hayatını tehlikeye atıyordu.
Ama yetenekli olmasına rağmen, inişe geçerken yanlışlıkla sıra sıra dizilmiş keskin bıçaklara baktı. Bambu direği o panik anında birkaç derece eğildi ve kalabalıktan korku çığlıkları yükseldiğinde düştü–––
En çok bıçak olan bölgeden uzak durmayı başarmıştı, ama yine de bıçaklardan kaçınamamıştı, bacaklarını kesip açmışlardı, kanlar sıçrarken kalabalık bir kez daha haykırdı.
Acıyı görmezden gelerek aceleyle ayağa kalktı ve özür dileyerek başını öne eğdiğinde gülümsedi.
Seyirciler küçümseyerek “Küçük hanımın becerileri henüz tam olarak iyi değil, daha çok alıştırma yapsa iyi olur.”
“Doğru, yaşamak istiyorsan biraz yeteneğe sahip olmalısın, yarı pişmiş aptallıkla3 fazla dayanamazsın.”
Gözleri yaşlarla dolup taşan daha kibar insanlardan birkaçı sempatik bir şekilde, “Ay, yeter, zavallı kızın yarasına bak, hemen eczaneye git ve bunun için bir ilaç al.”
Kadın tereddütle, “Benim… İlaç için hiç param yok…” dedi.
İnsanlar durakladı, bazıları içini çekerken, diğerleri yeşimlerine ve incilerine dokunmak için ellerini kaldırdılar ama hiçbiri konuşmadı. Bir çift, sanki derinden etkilenmiş gibi gözlerinin köşelerine hafifçe dokundu.
“Ne yazık.”
“Gerçekten, gerçekten.”
“Hayatınızın ne kadar zor olduğunu gördüğümden, size biraz para vereceğim,” dedi iri göbeği olan yaşlı bir kadın şişkin çantasını çıkarırken, bir avuç altın yaprakçığı ellerinde tutup sakladı, üç bakır bozukluk çıkarana kadar didikledi, bozuklukları elinde tarttı, ikisini geri aldı, sonra ciddiyetle annesinin eline bir bakır sikke koydu.
Cömertçe vermiş olan yaşlı kadın, hak edilmiş gözyaşlarının izi yanaklarından aşağı yuvarlanırken yardımsever bir ses tonuyla konuştu, “Bayan, bunu hak ediyorsun, al şunu.”
Kadın hayatını kullanarak takas ettiği bakır parayı kavradı ve boş bir şekilde mırıldandı, “Teşekkür ederim…”
Teşekkür ederim…
Peki ona on altın vaat eden o zengin hanımefendi? Çoktan küfrederek gitmişti.
Kadın, ondan para istemek için kanayan bacakları üzerinde sendeledi, ama görevlileri tarafından yere itildi, o kadar yüksek sesle küfretmişlerdi ki, bütün caddeden duyulabilirdi–––
“Ne kötü şans!”
“Hanımımız bebeğini güvende tutmalı, kan görmek uğursuzluktur! Efendimiz duyarsa çok endişelenecek.”
“Ve hâlâ para istemeye cesaretin var, buna dans mı diyorsun? Kanınızın Hanımımıza bulaşmaması iyi bir şey – yoksa sonuçları olurdu!”
“Defol!”
Kadın sertçe yere itildi, ancak onlar, Linyin’de tanınmış, zengin bir aileden geliyorlardı, bu yüzden kimse onun için ayağa kalkmaya istekli değildi. Yerde acı içinde kıvrıldı, aşağılık bir böcek gibi kıvranıyordu.
Kimse ona yardım etmeye gelmedi…
Kimse onun için çantasını açmaya istekli değildi…
Hayatını tehlikeye atarak dans etmişti ama aldığı tek şey soğuk bir bakır bozukluktu.
Bunu ona veren nazik kadın, hak ettiği şeyin bu olduğunu söylemişti.
Kendini düşünmemişti bile ama bugün sadece bir sikke kazanmıştı, bununla ne alabilirdi? Alabileceği tek şey, içi dolgusuz tek bir bazlama parçasıydı, yanına gidebilecek bir kâse lapa bile değildi ve şimdi bacağı yaralandığı için yarın dans edemeyecekti, peki ya çocuğu… o hâlâ çok küçüktü, o kadar zayıftı ki yine acıkacaktı…
Bunu düşündüğünde artık buna dayanamıyordu. Çamurda kıvrıldı ve kederli bir şekilde ağladı, sesi keskin ve titriyordu. Sesine dayanamayan izleyiciler iç geçirdi ve dağılmaya başladı.
Tam o sırada, pis, kötü kokulu kirli bir çocuk kalabalığın arasından aniden fırladı.
Mo Ran kapana kısılmış bir canavar gibi bağırarak koştu, “Anne! ANNE!!!”
Ona sarıldı.
Düşük sınıftan annesine sarılan düşük sınıf bir çocuk.
Çimlere yapışan bir böcek gibi, su mercimeğine tutunan samandan bir köpek4 gibi.
Bunu gören kadının gözlerinde şaşkınlık ve panik parladı. Zayıf olabilirdi ama anneler güçlüydü. Ağlamayı hemen bıraktı – hayat zaten yeterince zordu, her gün cehennemde uyumak ve aynı şekilde uyanmak gibiydi – çocuğunun önünde zayıf ve çaresiz görünmek istemiyordu.
Yüzündeki gözyaşları henüz kurumamıştı, ama aceleyle yüz hatlarını bir gülümseme haline getirerek, “Aiyah, şuna bir bak, burada ne yapıyorsun? Annen iyi, sadece bir sıyrık… ah, ama bak…” dedi.
Elinde tuttuğu terle kaplı bakır parayı onun eline koydu.
Mo Ran başını defalarca salladı, küçük kirli yüzünde gözyaşlarının izleri vardı.
“Bir parça bazlama için yeterli, devam et… Git bir tane al, annen seni burada bekleyecek, sonra eve gidebiliriz.”
Ev mi?
Ev nerde?
O harap olmuş kömürlük mü?
Yoksa iki gün uyuduktan sonra kovuldukları koyun ağılı mı…
Mo Ran hıçkırıklarına karşı koyuyordu, ateş gözlerinde yanarak, “Anne, sadece burada otur ve biraz dinlen,” dedi.
“Ne yapacaksın–––aptalca bir şey yapma–––”
Mo Ran kenara koştu ve bir bıçak aldı, sonra hâlâ genç olan sesiyle yüksek ve net bir şekilde bağırarak dağılmakta olan kalabalığın dikkatini tekrar çekti.
“Lordlar ve bayanlar, lütfen bekleyin! Lütfen bekleyin! Hâlâ efendileriniz ve hanımefendileriniz için özel bir performansımız var, lütfen bir bakın–––”
O, gençliğinden beri doğuştan gelen ruhani enerjiye sahipti ve bu nedenle, yeteneği olmayan herhangi bir sıradan insandan, efsun gücünü geliştirmeden bile çok daha güçlüydü.
Mo Ran keskin ve sağlam bıçağı elinde tuttu ve kısık bir haykırışla bıçağı ikiye böldü ve parçaları yere fırlattı.
Kalabalık, özellikle aralarındaki efsuncu çiftler şaşırmıştı.
“Çocuk fena değil.”
“Bir tane daha!”
Diyen Mo Ran, bu sefer iki bıçağı alıp ikisini birbirine kenetledi.
“Güzel!!!” Kalabalıktan biri alkışladı.
“Üç bıçak!”
Küçük çocuk birbiri ardına bıçaklar ekledi, yığın kalınlaştıkça ve kırılması zorlaştıkça kalabalık daha da heyecanlanıyordu.
“Gege, jiejie, amcalar ve teyzeler, lütfen biraz bahşiş bırakın da ben daha fazlasını ekleyeyim.”
Gösteri için can atan bu insanlar, bulabildikleri en ucuz bakır paraları önüne attılar.
Bu bozuk paralar için Mo Ran, elleri kanla kaplanıncaya kadar bıçak üstüne bıçak ekledi ve artık kıramıyordu. Leş akbabaları kapkaranlık kanatlarını çırptılar ve dağıldılar.
Mo Ran, bozuklukları kirli küçük ellerinde dikkatlice tutarak aldı ve gözyaşları içinde, sersemlemiş annesinin yanına gitti.
Gülümsedi, “Anne, sana şimdi ilaç alabiliriz.”
Gözyaşları kontrolsüz bir şekilde aktı. “Çocuğum… İyi oğlum… Bırak annene elini görsün…”
“İyiyim…” Gülümsemesi parlak ve saftı. Kalbini yaktı.
Onu kollarının arasına çekti, ağlarken sıkıca sarıldı, “Sana bakamamak annenin suçu… Bu kadar genç yaşta sana çektirmek…”
Mo Ran annesinin kollarında sessizce, “Sorun değil,” dedi. “Seninle olduğum sürece umurumda değil anne… Bunu birlikte atlatacağız ve büyüdüğümde anneme iyi bir hayat vereceğim.”
Gülümsedi ve gözlerinden yaşları sildi. “İyi bir hayat olmasa bile, sağlıklı ve güçlü büyüyebildiğin sürece, iyi olacak… Bu yeterli olacaktır.”
Mo Ran şiddetle başını salladı, sonra aniden sessizce, “Anne, gelecekte kendim bir şeyler yapmayı başarırsam, artık bunlara asla katlanmak zorunda kalmayacaksın. Tüm o insanların şimdi gelip senden özür dilemesini sağlayacağım ve eğer yapmazlarsa, onları bıçaklar üstünde dans ettireceğim, ben…”
Kibar, nazik kadın, “Aptal çocuk, öyle düşünme,” diye fısıldarken saçlarını okşadı. “Kesinlikle böyle düşünme, kimseden nefret etme. Annen senin iyi bir çocuğa dönüşmeni izlemek istiyor; bana iyi ve kibar bir insan olacağına söz ver, tamam mı?”
Mo Ran o zamanlar küçük, yumuşak bir fide gibi çok gençti – dış etkinin sadece küçük bir dokunuşuyla o yöne kolayca eğilebilirdi – ve eğitimsiz ama saf olan annesi onun ilk deniz feneriydi. Ve küçük Mo Ran biraz düşündü, kafası oldukça karışmıştı ve sonunda ciddiyetle “Tamam,” dedi.
“Anne, söz veriyorum,” dedi.
“O zaman gelecekte, eğer… kendim bir şeyler yapabilirsem, evsiz insanlar için çok sayıda ev inşa edeceğim ve yeterince yiyecek bulamayanlar için çok fazla yiyecek ekeceğim…” dedi annesine, “anne, bu şekilde, kimse bir daha bizim gibi yaşamak zorunda kalmayacak.”
Kadın bir süre boş boş baktı, sonra içini çekerek, “Bu harika olurdu,” dedi.
Küçük çocuk onaylayarak başını salladı ve “Bu harika olurdu,” dedi.
O zamanlar, ikisi de böyle bir şey söyleyen birinin, kanla kaplı elleriyle kemik tarlalarında yürümeye başlayan, akbabalar ve kargalar tepelerinde gezinirken sefalet ve harabe kokusunu getiren İmparator Taxian-Jun, sıradan insanların belası olacağını tahmin edemezdi.
Ve sıradan halkın belası İmparator Taxian-Jun, geçmişinin bu bölümüne şayet baktıysa bile nadiren bakmıştı. O zamanlar annesinin kollarında verdiği, berrak gözlerle ve şefkatli bir sesle ciddiyetle söylenen sözü tutmadı.
O zamanlar, işler ne kadar zor olursa olsun, annesinin rehberliğinde Mo Ran hiç kimseden nefret etmemişti, ancak bir şekilde kendini tepkisiz hissetmişti.
Günler böyle geçti. Ancak sokak performansları yoldan geçenlere ilk seferde canlı, ikinci seferde sıkıcı ve üçüncüsünde rahatsız edici gelmişti. Sonunda, artık tek bir bakır bozukluk bile kazanamamışlardı ve tek yapabildikleri dilenmeye başvurmaktı.
Mo Ran, onun yaşlarında zengin bir tüccar aileden gelen ve dudaklarının köşesinde büyük bir ben olan bir çocuğu hatırladı. Çocuğun, ailesinin büyük avlusunun kapısında oturduğunu ve elinde bir kâse tuttuğunu hatırlıyordu. Çocuk muhtemelen yemek çubuklarını henüz iyi kullanamıyordu, bu yüzden kâsede altın rengi çıtır kızarmış hamurları bambu çubuklara saplayarak yiyordu. Seçici bir yiyiciydi ve sadece iç malzemeyi yerdi, dışını tükürür ve köpeklerle oynamak için onları yere fırlatırdı.
Bu yüzden temkinli bir şekilde yürüdü ve dikkatlice kenarda durdu.
Çocuk onun ne kadar kirli ve kokuşmuş olduğunu görünce sarsıldı, “Sen kimsin?!”
Mo Ran sessizce sordu, “Genç Efendi, hamur sarmaları… Onları bana… Verebilir misiniz?”
“Onları sana vermek mi? Onları neden sana vereyim?”
“Siz… Onları zaten yemiyorsunuz, bu yüzden sadece sormak istedim…”
“Nolmuş ben onları yemiyorsam, Wangcai’miz yiyecek.” Çocuk şık kürklü şişman köpeği işaret etti ve öfkeyle, “Köpeklerimizi beslemek zaten yeterince zor, onları sana nasıl verebilirim?!”
Mo Ran kendini gülümsemeye zorladı ve “Öyleyse, köpekler bitiremezse…” dedi.
“Sanki bu olacakmış gibi! Her gün kızarmış et yiyorlar ve bu yeterli değil, bu sadece hamurun dışı, iki lokmada hepsi biter. Her iki durumda da hiçbiri senin için değil, kış, kış!”
Mo Ran, “kızarmış et” sözlerini duyunca, bu köpeklere bakmaktan kendini alamadı, birdenbire düşündüğü şey, ne kadar yağlı oldukları, pişirildiklerinde ne kadar…
Köpeklere bakarken yutkunmasına engel olamadı.
Çocuk yutkunduğunu fark etti. Bir an dondu, sonra şaşkınlıkla bağırdı, “Neyin peşindesin?!”
“Ben, hiçbir şey… Ben sadece…”
“Wangcai ve Wangfu’yu mu yemek istiyorsun?”5
Mo Ran panik içinde, “Hayır, sadece gerçekten açtım ve bunu düşünmeden edemedim, üzgünüm…” dedi.
Ama küçük, genç efendi ne söyleyeceğini umursamıyordu; “bunu düşünmeden edemedim” kelimeleriyle yüzündeki kan çoktan korkudan çekilmişti.
Zengin bir ailenin çocuğu, birisinin sevimli küçük bekçilerini yemek olarak düşünebileceğini nasıl anlayabilirdi? Önündeki ucubeden korkarak çığlık atmaya başladı.
“Biri gelsin! Acele edin ve onu uzaklaştırın!!”
Evin hizmetçileri Mo Ran’in başına üşüştü ve daha bir şey söyleyemeden onu tekmelemeye ve yumruklamaya başladılar. O darbeler yağmurunda, elinden geldiğince çok sayıda kızarmış hamur dışını ellerinde sıkıca tutmaya çalışıyordu, ne kadar çok tekmelerlerse tekmelesinler, onları sıkıca tutuyor ve bırakmıyordu.
Dehşete düşen küçük genç efendi, kalan hamurları yemek çubuklarıyla beraber yere fırlatıp kaçtı.
Mo Ran küçük bedenini sürükleyerek zar zor kenara geçti, sıska bedeni dövülmekten çürüklerle kaplanmıştı. Gözlerinden biri açamayacağı kadar ağrıyordu – oraya bir tekme gelmişti – ama uzanıp kalan hamurları kaparken mutlu bir şekilde gülümsedi.
İki hamur kalmıştı.
Hâlâ içlerindeki dolgu ile…
Biri kendine, biri annesine…
Ya da her ikisi de annesi için, sadece dışları onun için yeterli…
Ama hamurları ile ayrılamadan, hizmetkarların ayaklarından biri kaosun içinde yere indi ve bambu çubuğa saplanmış hamurları ezdi. Çıtır sarmalar kırıldı ve kıyma dolgusu macuna dönüştü.
Üzerine tekmeler ve yumruklar yağarken, kirli, kırık çubuğu şaşkınlıkla kavradı. Ağrıyı hissetmiyordu ama artık hamurlar yenemediği için gözyaşları dökülmeye başladı, şişmiş-kapalı göz kapaklarının arasından sıyrılan küçük yüzü o kadar kirliydi ki yüz hatlarını görmek zordu.
Sadece başka bir çocuğun artık, istenmeyen yiyeceklerini istiyordu.
Eline geçmesine izin vermektense neden onu ziyan edip ezip macun haline getirsinlerdi?
Daha sonra Mo Ran, Sisheng Tepesi’nin genç bir efendisi oldu ve klandaki pek çok kişi, kendisini ona sevdirmek için ona yalakalık yapmaya çalıştı. Doğum günü, neredeyse hiç konuşmadığı insanlardan hediyeler ve iyi dileklerle doluydu.
Bir zamanlar yerde sürünmek ve atılmış hamur dışı için mücadele etmek zorunda kalan çocuk, sonunda bol miktarda övgü ve yaltaklanmayla karşılanmıştı. Ama özenle seçilmiş hediyeler yığınının önünde dururken, kendisini belirsiz bir dehşet duygusu içinde buldu.
O hediyelerin yok olacağından, parçalanacağından, birdenbire önündeki her şeyin bir zamanlar elinde tuttuğu ama asla yemediği hamur gibi ayaklar altında ezilmesinden korkuyordu. Ve böylece, o şey yığınından, hızlıca kullanılabilir malzemeleri kullandı ve yenilebilirleri çabucak yedi. Kullanılamayan veya yenemeyen şeylere gelince, odasına gizli küçük bir bölme kazdı ve bu karmaşık hediyeleri her gün sayarak ve emin olmak için tekrar sayarak dikkatlice içine sakladı.
Xue Meng onunla dalga geçmiş, işaret edip gülmüştü, “Hahaha, bu sadece Lin’an’ın Meltem Fırını’ndan gelen bir kutu hamur işi, bozulmaları ya da ziyan olmaları önemli değil, ama sana da bak, hepsini tek seferde mideye indiriyorsun. Son hayatında açlıktan mı öldün? Kimse seninle onlar için savaşmayacak.”
O zamanlar Sisheng Tepesi’ne daha yeni gelmişti ve gerçekte hâlâ son derece tedirgin ve derinlerde güvensiz hissediyordu.
Bu yüzden kuzeninin alayına sırıttı, hâlâ ağzının köşesinde kırıntılar vardı, sonra başını geriye eğip bir kutu hamur işi daha açtı.
Xue Meng şaşırmıştı. “Ne iştah ama, doymadın mı?”
Sadece yemeye devam etti.
“…Doyduysan kendini zorlama, doğum günümde de her yıl tonlarca hamur işi alıyorum ama kim bu kadar hamur işini yiyebilir…”
Mo Ran’in yanakları dolu ve şişkindi; aslında çok hızlı yemekten biraz tıkanmıştı. Gözleri yaşlı, karşısında oturan Xue Meng’a baktı.
O anda aklına, gençken tanıştığı, yemek konusunda istediği kadar seçici olabilen, kızarmış hamurunun içini yiyen ve dışını köpeklerine atan küçük genç efendi geldi.
Xue Meng da muhtemelen böyle büyümüştü. Bu yüzden “bitiremezsen fırlatıp at”, “onlar için kimse seninle savaşmayacak” gibi şeyleri kolayca söyleyebilirdi.
Onu gerçekten, gerçekten, gerçekten kıskandı.
Artık lüks bir yaşam süren ünlü bir klanın genç bir efendisi olduğuna göre, rahat ve güvende hissedebilmeli, istediği gibi israf edip çarçur edebilmeliydi.
Ama cesaret edemedi.
Sonunda tek yaptığı, yandaki bardağı alıp boğazına tıkanmış hamur işlerini ıslatmak için birkaç ağız dolusu su içip sonra kendini daha fazla yemeye zorlamaktı.
Daha sonra İmparator Taxian-Jun oldu.
Göklerin altındaki her şey ona aitti.
En muhteşem güzellikler, en kaliteli şaraplar, en seçkin lezzetler, altın, gümüş, inciler ve yeşim taşları ve benzer değerli eserler ona dünyanın her yerinden hiç bitmeyen bir akarsu gibi hediye edildi.
Bir gün zengin bir cevher tüccarı Lin’an’dan, madencilik sırasında keşfedilen on bin yıllık nadir bir siyah ateş yeşimiyle geldi ve onu İmparator Taxian-Jun’a hediye etmek istediğini söyledi.
Onun gibi, bir asalet unvanı veya resmi bir görev umuduyla hazinelerin armağanlarıyla gelen veya kendilerini sevdirmeye ve iyilik kazanmaya çalışan insanlar, sayılamayacak kadar çoktu. Mo Ran genellikle onları görmezden gelirdi.
Ama Chu Wanning, o gün üşüyerek ürpermişti. Mo Ran biraz kaşlarını çattı; siyah ateş yeşimi soğuğu kovmak için harikaydı ve onları çabuk iyileşmek için tercih ederdi, kesinlikle bütün gün yatakta yatması lanet, çirkin bir görüntüydü… Ve o zengin tüccarı görmeyi kabul etti.
Tüccar onun yaşlarında, biraz tombuldu ve dudaklarının köşesinde büyük bir ben vardı ve üzerinde kıllar uzamıştı.
Mo Ran Wushan Sarayı’ndaki tahta oturdu, ince elleri kavuşmuş ve parmak uçları çenesine yaslanmıştı, yağlı tüccarın bacakları güçten düşüp ter sırtını ıslatıncaya kadar sessizce ona baktı.
Tüccarın önünde uzun bir süre geçti, her yeri sarsılıyor ve dudakları titriyordu, aniden dizlerinin üzerine çöktü ve tekrar tekrar eğilmeye başladı, kekeleyerek, “Majesteleri, bu alçak şahıs… Bu alçak şahıs…”
Bir süre hiçbir şey söyleyemeden kekeledi, şişman vücudu tüm bu zaman boyunca altın işlemeli kıyafetlerin altında durmadan titremişti.
Mo Ran aniden gülümsedi.
Onu sadece bir kez görmüş olmasına rağmen, bu kişiyi asla unutamazdı.
O yıl, Mo Ran’in sahip olacağını hiç düşünmediği müsrif bir tavırla, zengin ailenin abartılı evinin önünde oturan, dudaklarının köşesinde ben olan o küçük çocuk. Orada oturmuş, bambu çubuklarıyla altın renkli hamur kâsesine saplıyor, dudaklarındaki yağlı parıltı, çıtır hamurların yağının parıltısıyla eşleşiyordu.
Gülümseyerek, “Biliyor muydun?” dedi. “Evinizdeki kızarmış hamur çok lezzetli.”
Aslında tadına bakmamıştı, ama hayatının yarısı boyunca onlara takıntılıydı.
Tahtında oturan Mo Ran, altındaki kişinin dehşetten şaşkınlığa, şaşkınlıktan dalkavukluğa geçişini izledi, şefinin hemen Sisheng Tepesi’ne İmparator Taxian-Jun’a bir hediye olarak gelmesini isteyerek yalaka bir şekilde mırıldandı.
O anda Mo Ran, bu dünyadaki pek çok kişinin aşağıya bakmak ve zayıf olana en ufak bir sempati ya da nezaket göstermektense diz çöküp bot yalamayı tercih edeceğini her zamankinden daha iyi biliyordu.
Mo Ran geçmiş günlerin bu hatıralarından kurtulmaya çalışarak başını salladı.
Geçmişini nadiren hatırlardı; onun zayıf noktasıydı, istemiyordu.
Ama kapı kapı sorma ve kapı kapı reddedilme sahnesi geçmişe o kadar benziyordu ki, zihninin derinliklerindeki zincirler iradesi dışında çözüldü ve bir süre için geçmişinin karanlığına kapıldı.
Bir süre şaşkınlıkla baktı.
Düşündü ki, bir zamanlar annesine gençken “kin tutmayacağına” dair söz vermişti, ona “bu dünyadaki evleri olmayan tüm üşümüş insanları barındırmak için sayısız ev inşa edeceğim, böylece herkes gülümseyebilir…” diye söz vermişti.
Ama sözünü tutmamıştı.
Ve sonunda, kendisine iyi davranan son kişinin ölümüne bile neden olmuştu. Chu Wanning’in ölümüne, kendi shizununun ölümüne neden olmuştu.
Chu Wanning…
Mo Ran’in yüreği onun düşüncesi karşısında ağrıyordu. Chu Wanning’in benzerliğini taşıyan o ince kağıdı cüppesinden dalgın bir şekilde çıkardı. Kağıt biraz kırışmıştı; dudaklarını birbirine bastırdı ve sözsüzce elini kaldırarak düzeltmek istedi ama kağıda dokunduğu anda kan bulaştı.
Portreyi kirletmekten korkarak panik içinde elini geri çekti ve bir daha ona dokunmaya cesaret edemedi.
Beşinci caddeden üçüncü caddeye yürüdü, hâlâ kapı kapı soruyordu. Ama bütün hayaletler sadece “portredeki adamı hiç görmediklerini” söylüyorlardı.
Sonsuz gecede tek başına yürüdü. O kadar karanlık, o kadar uzundu ki ne kadar uğraşırsa uğraşsın ve ne kadar yürürse yürüsün, şafağa asla ulaşamayacak gibiydi. Mo Ran sonunda biraz yorgun hissetti; yiyecek ya da içecek hiçbir şeyi yoktu ve gerçekten sınırlarına yaklaşıyordu. Şans eseri, caddenin kenarında wonton6 satan bir tezgâh gördü, bu yüzden gidip bir kâse aldı ve kimse bakmıyorken gizlice yedi.
Yeraltı Dünyası’ndaki tüm yiyecekler soğuktu; Wontonlardan yükselen buhar yoktu.
Mo Ran Ruh Çağıran Feneri çıkardı, bir kaşık dolusu wonton aldı ve fenere doğru uzattı, “Shizun biraz istiyor mu?”
Elbette Shizun cevap vermedi.
Bu yüzden Mo Ran kendi yiyerek ağzı dolu bir şekilde konuştu, “Üstelik wontonları hiç umursamadın. Sadece tatlıları seviyorsun. Seni bulup eve döndüğümüzde, sana her gün hamur tatlıları yapacağım.”
Gecenin sessizliğinde, bir kişi ve bir fener, yanlarından bir esinti hışırdayıp geçerek, arada sırada yanına birkaç solmuş yaprak getirirken, yapayalnız bir tezgâhta oturuyordu. Şu anda Yeraltı Dünyası bile sakin görünüyordu.
“Şeftali çiçeği keki, osmanthus tatlıları, ceviz çıtırları, bulut keki7…” Chu Wanning’in yanıt vermesini sağlayacakmış gibi parmaklarıyla listeleyerek fenere saydı. Bir süre saydı, sonra zorla gülümsedi ve “Shizun, diğer Dünya Ruhun nerede?” dedi.
Genç adam ince eliyle uzandı ve fenerin ipek yüzeyini nazikçe okşadı, tıpkı otuz yaşındayken, Chu Wanning öldüğünde, onun vücudunu kollarında tutup boş gözlerle baktığında olduğu gibi, sonra mırıldanmıştı, “Chu Wanning, senden gerçekten çok nefret ediyorum” ama sonra başını eğip dudaklarını yanağına bastırdı.
“Evlat, burada yeni misin?”
Birdenbire kırık bir çan gibi bir ses yükseldi. Wonton satan yaşlı adam, yaşlılığından dolayı korkunç derecede miyoptu ve Mo Ran’in yanına oturmak için yolunu yokladı. Muhtemelen kendi yatağında yaşlılıktan ölmüştü, koyu tenli yüzü büyümüş ve çölde kavak ağacı gibi çizgiler oluşmuştu. Cenaze elbiselerinden bir pipo çıkarıp ağzına koydu, sonra Mo Ran ile yaşlılara özgü bir nezaket ve meraklılık ile sohbet etmeye başladı.
Mo Ran burnunu çekti ve sırıtmak için ona döndü, “Mn, ilk günüm.”
Seni hiç tanımamama şaşmamalı. Sormama mazur gör, ama nasıl bu kadar genç öldün?”
“Qi ayrılması.”
“Ah…” yaşlı adam piposundan karanlık ve ateşsiz kalmasına rağmen duman soludu, “Bir efsuncu ha,” dedi.
Mo Ran başını salladı ve ona baktı. Bundan bir şey çıkmasını beklemiyordu, ama yine de cüppesinden portre parşömenini çıkardı ve sordu, “Büyükbaba8, birini arıyorum. Bu benim Shizun’um, o da buraya kısa bir süre önce geldi. Onu görmüş olabilir misinin?”
Büyükbaba çizimi aldı ve ışığa daha yakın eğildi, uzun, uzun bir süre kataraktlı gözlerle ona gözlerini kısarak baktı.
Mo Ran iç geçirdi ve çizimi geri almak için uzandı. “Sorun değil, zaten birçok insana sordum, siz de bilmiyorsanız sorun değil, diğer herkes de…”
“Onu gördüm.”
“!!” Mo Ran sarsıldı ve yaşlı adama aceleyle sarılırken damarlarındaki kan bile daha hızlı aktı. “Büyükbaba, onu gördün mü?!? Emin misin?”
“Eminim.” Yaşlı adam taburede bacak bacak üstüne attı ve ayağını tutmak için uzandı. “Her gün böyle görünen insanları görmem, bu kesinlikle sizin shizununuz.”
Mo Ran çoktan ayağa kalkmıştı, ama sonra çok sert davrandığını hissetti ve başını kaldırıp yaşlı adama saygılı bir şekilde eğilerek ciddiyetle “Büyükbaba, lütfen yolu göster,” diye rica etti.
“Aiyah, bu kadar kibar olmana gerek yok, evlat. Burada hepimiz bir sonraki hayata geçmek üzere olan hayaletleriz, son hayatın bu anılarının sonsuza dek yok olmasına sadece sekiz, on yıl kaldı. Bu yaşlı adamın oğlu erken vefat etti, bu yüzden siz gençlere karşı yumuşak bir noktam var.” Gözlerindeki yaşları sildi ve nihayet “Oradaki ilk caddedeki o görkemli sarayı gördün mü?” demeden önce burnunu sümkürdü.
“Gördüm. Shizun orada mı?”
“Evet, tam orada.”
“Ne tür bir yer orası?”
Yaşlı adam, “Dördüncü Hayalet Kral’ın uzaktaki sarayı,” diye içini çekti. “Dördüncü Hayalet Kral aslında orada yaşamıyor; Yeraltı Dünyası’ndan kaptığı tüm güzellikleri hapsetmek için özel olarak inşa edildi. Dördüncü Hayalet Kral gerçek bir zamparadır, erkekler ve kadınlar, uzaktaki saraydan cariyeler almak için aralıklarla buraya gelir. Seçilenler onunla birlikte Cehennemin Dördüncü Seviyesine geri getirilir, sözde astlarına oynaması için verilmeyenler. İç çeker, bugünlerde dünya–––”
Yanındaki küçük efsuncu endişeli bir telaşla yan tarafına oturan feneri kollarının arasına sıkıştırıp bir kurt köpeği gibi geceye hücum ettiğinde konuşması bile bitmemişti.
Yaşlı adam bir saniye durakladı, sonra kıskançlıkla yavaşça mırıldandı, “Genç olmak güzel olmalı, bu kadar hızlı koşabilmek…”
※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※
Dipnotlar
-
Orijinal metin aslında iki kâse pirinç lapası diyordu, ancak bu bir sonraki paragrafa göre bir yazım hatası gibi görünüyor. Bazlama dediğim ise “Bing” denen bazlama ve gözleme benzeri bir ekmek.
- Tael: 38 grama denk gelen bir Uzakdoğu ağırlık ölçüsü
- Yarı pişmiş: Acemi
- Eski zamanlarda, samandan yapılmış köpekler kurbanlık adak olarak kullanılıyordu ve sonrasında atılıyorlardı ve bu da düşük ve değersiz bir şeyi ifade ediyor.
- Wangcai ve Wangfu köpeklerinin isimleridir; wang = zenginlik demek, ama aynı zamanda Çince’de bir köpeğin havlaması için kullanılan kelime (yani, wangwang, havhav’ın Çince versiyonudur); cai = servet, para; fu = servet, mutluluk, şans
-
Shizun’un wontonlarından farklı; bölgeye bağlı olarak üç ana wonton çeşidi vardır – 馄饨 [huntun] kuzey bölgelerde örn. Pekin, 云吞 [yuntun] güney-doğu bölgelerinde ör. Guangdong / Kanton (burada satılan bu); ve güney-batı bölgelerinde 抄手 [chaoshou], ör. Sichuan (Shizun’un Mo Ran için yaptığı baharatlı çeşittir; Sisheng Tepesi, günümüzün Sichuan’ı olan Bashu’dadır) Aşağıya sırayla fotoğraflarını bırakıyorum.
- Kelimenin tam anlamıyla büyükbabası değil tabii ki; kan bağı olmasa bile sizden büyüklere amca / teyze / dede / büyükanne demek kibar bir hitap şeklidir. Türkiye’de de bunu yapıyoruz.