109. Shizunun İkinci Dünya Ruhu

Share

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

               Kafası uyuşuk ve düşünceleri beyaz bir gürültünün karmaşasıydı, Mo Ran’in elleri ve ayakları, Chu Wanning’in ruhunu kendine sarıp aşağıya şaşkınlıkla geri dönerken buz gibiydi.

               “Doktor…”

               “Yine mi siz? Bu sefer ne var? “

               “Yukarıdakinin… Shizunumun Dünya Ruhu olduğundan eminsiniz, değil mi?”

               Hayalet doktor oldukça sinirliydi. “Elbette öyle, böyle bir şeyi yanlış anlamam.”

               Hâlâ pes etmeyi reddeden Mo Ran tekrar denedi, “Biliş Ruhu olabilir mi, ya da..”

               “Ya da ne?” hayalet doktor cık cık-ladı. “Bir kişinin üç ruhu vardır: Dünya, Biliş ve İnsan. Burada zaten yüz elli yıldır pratik yapıyorum, eğer üç ruhu birbirinden ayıramasaydım, Lord Yanluo beni uzun zaman önce Reenkarnasyon Çarkına geri atardı.”

               Mo Ran dudaklarını birbirine bastırdı ve aklına belirsiz bir düşünce geldi.

               “Doktor, burada yüz elli yıl içinde, hiç… İki Dünya Ruhu olan birini gördünüz mü?”

               “Neyiniz var!” hayalet doktor öfkeyle tersledi. “Bana sanki kafanız düzgün çalışmıyor gibi geliyor, belki nabzınızı tutmama izin vermelisiniz!”

               Elbette hayalet doktorun gerçekten nabzını tutmasına izin veremezdi; Usta Huaizui ona bir büyü yapmış olabilirdi, ancak dikkatli olmazsa muhtemelen yine de ortaya çıkabilirdi, bu yüzden Mo Ran aceleyle bir özür diledi ve içinde İnsan ve Dünya Ruhları olan feneri tutarak Hasta Ruhlar Sağlık Ocağı’ndan kaçtı.

               Hayalet Diyar her zaman loştu. Geceyi gündüzden ayırt etmenin tek yolu gökyüzüne bakmaktı: bulanık sis ve yoğun kırmızı bulutlar katmanının arkasında ılık bir güneş varsa, o zaman gündüzdü; eğer soğuk bir ay yukarıda asılıysa, o zaman geceydi.

               Şu anda geceydi ve yollar yavaş yavaş boşalıyordu.

               Ruh Çağıran Feneri kollarında tutan Mo Ran, başı eğik olarak sokaklarda tek başına yürüdü. Ne yapacağını bilmiyordu ve yürüdükçe kendini daha çaresiz ve yalnız hissediyordu.

               Böylesine çaresizlik ve belirsizlik, bir zamanlar çocukluk günlerinin rutin bir parçasıydı; bu duygularla bir kez daha yüzleşmek zorunda kalmak onu tedirgin etti. Zevk evinde geçimini sağlarken tanıdığı insanları hatırladı. Sarhoş Yeşimin Evi sonunda alevler içinde kalmıştı. Herkes ölmüş ama o hayatta kalmıştı…

               Yılları sayarsak, ––annesi dışında–– herkes muhtemelen henüz reenkarne olmuştu. Böyle yürümeye devam ederse kiminle karşılaşacağını bilmiyordu.

               Sonra Xue Meng’i düşündü.

               Xue Meng’in, Ruh Çağıran Feneri elinden çekmeye çalışırken ona “lanet olası bir bela” diyen kızgın feryatlarını düşündü.

               ––––”Ne hakkın var, hiç utanman yok mu?”

               Fenere daha sıkı sarılan Mo Ran, bir duvarın yanında duruncaya kadar aheste aheste yürüdü, tüm çabalarına rağmen göz kenarları kırmızıydı. O nazik, altın aleve başını eğip baktı ve ipince bir sesle mırıldandı:

               “Shizun, sen… Gerçekten benimle geri dönmek istemiyor musun?”

               Alev cevap vermedi, sadece sessizce yanmaya devam etti.

               Sakinleşene kadar uzun süre orada durdu.

               Yeraltı Dünyası çok büyüktü ve nereye ya da kime gidebileceğini bilmiyordu. Sonra aniden Chu Xun’u düşündü ve bir cankurtaran halatını kavramış gibi aceleyle Kuyruk Rüzgârı Salonu’na doğru koştu.

               Oraya vardığında, Kuyruk Rüzgârı Salonu tam kapanmak üzereydi ve maskeli bir hayalet kapıları kapatıp kilitliyordu. Mo Ran aceleyle onu durdurdu ve endişeyle yalvararak, “Üzgünüm ama lütfen bekleyin!”

               “Sizsiniz?”

               Maskeli kişi, onu daha önce yukarı çıkaranla aynıydı. Bir an durakladı, sonra “Ne için geri geldiniz?” dedi.

               “Rahatsız ettiğim için üzgünüm, ama acil…” Mo Ran çok hızlı koşmuştu; nefes nefeseydi, gözleri parlak ama endişeliydi. Yutkundu ve boğuk bir sesle, “Efendi Chu Xun’u tekrar görmek istiyorum,” dedi.

               Chu Xun, ince beyaz porselen bir vazonun içindeki haitang çiçekleri dalına dalgın bir şekilde bakıyordu ve aniden Mo Ran’in döndüğünü görünce şaşırdı.

               “Küçük gongzi neden geri geldi? Onu bulamadınız mı?”

               Mo Ran yanıtladı, “Onu buldum, ama ben… Ben…”

               Chu Xun onun ne kadar gergin ve endişeli olduğunu gördü ve derdi her neyse bahsetmenin zor olduğunu tahmin etti, bu yüzden onu içeri davet etti ve “Oturun,” diyerek kapıyı kapattı.

               Chu Xun’un, Ruh Çağıran Feneri elinde tutması durumunda bir şeyler fark edeceğinden endişelenen Mo Ran, onu qiankun kesesine koydu.

               Chu Xun’un kötü niyetli bir hayalet olduğunu düşündüğünden değildi, ama Yeraltı Dünyası’na gizlice giren yaşayan bir insan gibi bir şey, mümkünse buradaki hayaletlerden saklanacak en iyi sırdı.

               “Küçük gongzi güney-doğuya mı gitti?”

               “Mn.”

               “…” Chu Xun bir an düşündü, sonra “Hasta Ruhlar Sağlık Ocağıydı, değil mi,” dedi.

               Mo Ran başını salladı ve sözlerini tartmadan önce, “Onu Hasta Ruhlar Sağlık Ocağı’nda gördüm, ama hareket edemeyen veya konuşamayan, tamamlanmamış bir Dünya Ruhu. Hatta diğer hayaletlerden farklı görünüyor, yarı şeffaf, görülebiliyor ama dokunulamıyor.”

               “Hasarlı Dünya Ruhları genellikle böyledir,” Chu Xun’un ifadesi kasvetliydi. “Huzursuz bazı ruhlar dağılabilir bile, bir daha asla toplanamazlar.”

               Mo Ran dudağını çiğnedi, sonra tereddütle, “Oradaki doktor, ruhları eksik olan kişilerin reenkarnasyonları sırasında yaşamlarında bazı bozukluklar olacağını söyledi. Ama aradığım kişi… Hayattayken gayet iyiydi, bu yüzden bir yerde bir hata olup olmadığını merak ediyordum.”

               Bir süre durdu ve Chu Xun’a bakmak için başını kaldırdı.

               “Efendi Chu, birinin iki Dünya Ruhuna sahip olması mümkün mü?”

               Chu Xun, “İki Dünya Ruhu mu?”

               “Mn.”

               Mo Ran’in hipotezini hemen reddeden Hasta Ruhlar Sağlık Ocağı’ndaki doktorun aksine, Chu Xun, bakışlarını indirip bir süre dikkatlice düşündü ve sonra “Sanırım… Bu imkânsız değil,” dedi.

               Mo Ran’in vücudundan bir ürperti geçti ve gözleri odanın loş mum ışığında ışıl ışıl parıldayan başını kaldırdı.

               “Gerçekten mi?!”

               Chu Xun başını eğdi, “Normalde, bir kişinin yalnızca üç ruhani ruhu ve yedi bedensel ruhu vardır, ama bir zamanlar iki Biliş Ruhu olan bir kadın tanıyordum.”

               “Bana daha fazlasını anlatır mısınız?”

               Chu Xun başını salladı, alçalan kirpikleri hafifçe titriyordu. “Artık her şey çoktan geçmişte kaldı, bunun hakkında konuşmamayı tercih ederim. O kişi şu anda Cehennem’in yedinci seviyesinde acı çekiyor. Yanluo tarafından bir kez bulunan, ruhu anormal olan herkes, yavaşça soyulmak üzere yedinci seviyeye gönderilir.”

               Sözleri Mo Ran’ı daha da endişelendiriyordu ve loş ışıkta Chu Xun’un gözlerindeki acıyı fark etmedi, “Bu kadının neden fazladan bir Bilinç Ruhu var? Normal insanlar yalnızca yedinci günden sonra ruhlarının üçünü toplamaya ihtiyaç duyarlar, yani eğer birinin fazladan bir Dünya Ruhu varsa, o zaman dört ruhun da toplanması mı gerekir?”

               “Muhtemelen durum budur.”

               “O zaman bahsettiğiniz kadın…”

               “Dokuzuncu Kral tarafından ölümde kullanıldı, yaşayan dünyaya geri dönmeye zorlandı…” Chu Xun durdu, dizinin üzerinde duran ince parmakları yavaşça yumruk haline getirdi, “…dönmeye zorlandı ve kendi çocuğunu diri diri yedi.”

               “!!” Mo Ran, Şeftali Çiçeği Pınarı’nda tanıklık ettiği Lin’an’ın geçmiş olaylarını ansızın hatırladı ve ancak o zaman Chu Xun’un bahsettiği “kadının” aslında karısı olduğunu, bunların en acı verici anıları olduğunu anladı.

               O halde Chu Xun’un bir sonraki hayatına yeniden reenkarne olmak yerine Nanke Köyünde kalmasının nedeni, karısının bu fazladan ruhtan soyulmasını ve yedinci seviyeden geri gelip onunla yeniden bir araya gelebilmesini beklemek, böylece de birlikte reenkarne olabilmeleri miydi?

               Mo Ran, zaten yapmış olduğundan daha fazla burnunu sokmaya dayanamıyordu.

               Chu Xun da bir daha konuşmadı. Buna benzer bir şeyden bir kez daha bahsetmek gerekirse, sadece bu abartısız sözlerle – “kendi çocuğunu diri diri yedi” – iki yüz yıl sonra bile, hatta bir hayalet olarak bile boğazı titriyordu.

               Gözlerini kapattı.

               “Kadının ruhu karıştı ve parçalandı ve çocuğun Biliş Ruhu’yla kaynaştı,” diye devam etmeden çok önce uzun bir süre geçti. “Öyleyse, onun ekstra ruhu aslında, çocuğun ruhunun bir parçası olana kadar tamamen ve ayrılmaz bir şekilde yavaş yavaş özümsenen, kadının ruhunun arasında sıkışmış olan, o çocuğun Bilişsel Ruhu.”

               Bu şahıs, hayatta olduğu gibi ölümde de başkalarına yardım etmek için her zaman kendi acısına katlanmıştı.

               Mo Ran kendini kötü hissetti. Doğrudan söyleyemedi ve tek söyleyebildiği, “Daha fazlasını anlatmanıza gerek yok, ben, şimdi anlıyorum,” oldu.

               “Size bunları söylememin nedeni, eğer aradığınız Chu-gongzi gerçekten iki Dünya Ruhuna sahipse, büyük olasılıkla onlardan biri aslında onun ruhu değildir.”

               Mo Ran bir süre kafasında evirip çevirdi, sonra da sordu, “İkiye ayrılmış bir Dünya Ruhu olması mümkün değil mi?”

               “Mümkün, ama sizin durumunuzda değil.”

               “Nasıl olur?”

               Chu Xun açıkladı, “Ben de ruhun ikiye bölündüğünü gördüm, ama bu başka bir hikâye. Böyle bir şey genellikle ancak birisi çok derin günah işlediğinde ve çok acımasızca öldürdüğünde olur ki, ruhları buna dayanamaz ve sonuç olarak paramparça olur. Ama o zaman bile, parçalanan her zaman ahlaktan ve insanlıktan sorumlu olan İnsan Ruhu’dur ve asla Dünya Ruhu veya Biliş Ruhu değildir.”

               “…Anlıyorum,” diye mırıldandı Mo Ran.

               “Çok derin günah işlediğinde ve çok acımasızca öldürdüğünde” sözlerini duyduğu anda bu senaryonun Chu Wanning’le hiçbir ilgisi olmadığı sonucuna zaten varmıştı. Ama öte yandan kendisine gelince, şunu merak etmişti; bu hayatta gerçekten sonuyla karşılaştığında ve Yeraltı Dünyası’na geldiğinde, İnsan Ruhu ikiye bölünecek miydi, layığını bulacak mıydı?

               Chu Xun ekledi, “Ayrıca, eğer gerçekten ikiye bölünmüş bir ruh olsaydı, o zaman Dünya Ruhu’nun diğer yarısı yürüyemezdi ve de Hasta Ruhlar Sağlık Ocağı’na gönderilirdi. Küçük gongzi orada sadece bir Dünya Ruhu’nu hasarlı gördüğü için, diğerinin tam ve sağlıklı bir ruh olması gerektiğini düşünüyorum.”

               Mo Ran, taşlar yerine otururken sözleriyle anında aydınlanmıştı ve aceleyle, “Çok teşekkür ederim, Efendi Chu! O halde ben… Hemen şimdi aramaya geri döneceğim!”

               “Çok iyi. Pusula, daha önce Hasta Ruhlar Sağlık Ocağı’nı işaret etmenin yanı sıra kuzey-doğu yönünü de gösteriyordu. Küçük gongzi o yöne gitmeyi denemeli. Yine de Nanke Köyü, reenkarne olma sıralarını beklerken gelen ve giden pek çok hayaletlerle birlikte çok geniştir…”

               Chu Xun içini çekti.

               Mo Ran, o nazik gözlerde biraz acıma belirtisi gördü ve ne söylemek istediğini çoktan biliyordu.

               Milyonlarca gezgin hayaletin olduğu Nanke Köyü’nün enginliği.

               Yönü bilse bile, belirli bir Dünya Ruhu’nu bulmak kolay bir iş olmayacaktır.

               İki kişinin kaderi bir değilse, o zaman sokaklar pasparlak aydınlatılsa bile, gece olmuyormuş gibi görünürdü, biri doğuya diğeri batıya doğru yürürken birbirlerinin hemen yanından geçerlerdi, bir kez bile fark etmezler, hatta birbirlerini görmezlerdi bile.

               Ve Yeraltı Dünyası şimdi olduğu gibi sessizken, söylemek yapmaktan daha da kolaydı.

               Ama sonuç olarak Chu Xun nazik bir ruhtu. Elini kaldırdı ve Mo Ran’in omzunu pat patladı. “Küçük gongzi çok içten bir samimiyete sahip, kesinlikle onunla tekrar karşılaşacaksınız.”

               Chu Wanning’e çok benziyordu ve konuşurken, erimiş balmumu boncukları yavaşça aşağıya damladı ve mum alevi titreyerek yüzünü daha da belirsiz hale getirdi.

               Mo Ran, bu belirsizlikte Chu Wanning’in yüzünü görüyor gibiydi, Chu Wanning’in ona tekrar buluşacaklarını söylediğini duymuş gibiydi.

               Mo Ran’in gözlerinde istemeden yaşlar birikti.

               Aceleyle başını eğdi ve saygılı bir hareketle ellerini kavuşturdu, sesi boğuktu, “Gerçekten çok teşekkür ederim,” dedi.

               Ancak Chu Xun yanıt olarak hiçbir şey söylemedi. Hatta Mo Ran dönüp gittiğinde kapıyı arkasından kapattı, hâlâ orada dikiliyordu, anka gözlerinde bir şaşkınlık işareti titreşiyordu.

               O genç adamın gözlerinde gördüğü… Gözyaşları mıydı?

               Hayaletler ağlayamazdı. Yanlış mı görmüştü? Yoksa…

               Omzunun üzerinden, vazodaki sessizce çiçek açan haitang çiçeklerine bakmak için döndü. Yaşayan dünyanın çiçekleri, Yeraltı Dünyası’nın Yin enerjisini taşıyamazdı; dikkatli bir şekilde bakıldığı halde bir taç yaprağı yine de eskimiş, tahta masanın üzerine konmak için süzülmüştü.

               Chu Xun yanına gidip o canlı yaprağı aldı. Anında soldu ve ufalandı, parmak uçlarından toz olarak saçıldı.

               “Nöbetçi.”

               “Efendi Chu,” saygıyla kenarda duran maskeli bir kişi hemen içeri girdi.

               Chu Xun arkasını dönmedi. Yumuşak bir sesle sorarken haitang çiçeklerine baktı, “O kişi yakın zamanda Kuyruk Rüzgârı Salonu’na geldi mi?”

               “Hayır, gelmedi. Her şey her zamanki gibi aynıydı, her on günde bir haitang çiçeği dalı. Buraya, Kuyruk Rüzgârı Salonu’na kendisi gelmeye cesaret edemiyor ve her zaman başka biri onun adına teslim ediyor.

               “…”

               “Ne oldu Efendim? Şu deminki gongzi hakkında bir gariplik mi var? Eğer o kişi insanları sizi rahatsız etmeleri için göndermeye cesaret ederse, Lord Yanluo’dan her zaman…”

               “Hayır,” Chu Xun şaşkınlığından sıyrıldı ve onun sözünü kesti, astına hafifçe gülümsemek için döndü. İçini çekti, “Önemli değil, muhtemelen o kişi tarafından gönderilmedi. Ve öyle olsa bile, o çocuk sadece birini aramaya geldi, benimle hiçbir ilgisi yoktu.”

               “Ama eğer onu buraya o kişi gönderdiyse, o zaman neden hâlâ canınızı sıkmas–––”

               “Onun bu yanlışla hiçbir ilgisi yoktu.” Chu Xun çiçekli dalın yanında sessizce durdu, cüppesi kar rengindeydi. “Kendi haline bırakın.”

               Sokaklar ıssızdı. Mo Ran, Kuyruk Rüzgârı Salonu’ndan ayrıldı ve kuzey-doğuya yöneldi, Chu Wanning’in portresiyle kapı kapı dolaştı, ama denizin dibinde bir iğne bulmaya çalışmak gibiydi.

               Portreyi gösterdiklerine hayır diyerek ellerini salladılar; bazıları yanından geçmeden önce hiç bakmak bile istemedi.

               “Çizimdeki kişi mi? Onu daha önce hiç görmedim.”

               “Onu görmedim, işime engel olmayın.”

               “Önümden çekil! Çok can sıkıcı! Saatin kaç olduğunu görmüyor musun? Defol! Ne portresi? Onu yüzümden çek!”

               Nanke Köyü sakinlerinin hepsi hayalet olsa da bu hayaletler henüz duygularını ve arzularını şiddetlendirmemişti. Bu şekilde bir arada yaşarken, çoğu yavaş yavaş günlerini yaşayan dünyada nasıl geçiriyorsa öyle geçirmeye başladı. Sekiz ila on yıllarını beklerken, birkaç arkadaş veya akraba ararlar ya da ölü bir kediyi veya ölü bir köpeği evlat edinirlerdi; basitçe söylemek gerekirse, hâlâ hayattayken yaşadıkları gibi yaşarlardı. Ve böylece, uyumaları gerekmese de ay gökyüzünde yükseklere tırmandığında dinlenmek için yine de yataklarında uzanırlardı.

               Gece çökerken, daha da az insan onunla konuşmaya istekliydi ve hiç kimsenin ona verecek herhangi bir bilgisi veya gösterecek bir yönü yoktu.

               Kuzey-doğuya uzanan o uzun, sonsuz sokakta tek başına yürüdü, her kapıyı çalıp, her evi ziyaret ederek, özür dilercesine gülümserken başını öne eğdi…

               “Zaten söyledim!!! Yanlış gördüm! Bunu daha çok düşündüm ve gördüğüm kişi aslında çizimdeki kişi değildi, beni hemen yalnız bırakır mısın!”

               Sakallı adam, karısı ve Yeraltı Dünyası çocuklarıyla birlikte gece olduğundan yatmaya hazırlanıyor, kapıyı kapatmaya çalışıyordu.

               Mo Ran geri gelirken daha önce sokakta onunla karşılaşmış ve portredeki kişiyi görüp görmediğini sormuştu. Adam bir süre düşünmüş ve birkaç gün önce onu doğu pazarında gördüğünü hatırlıyor gibi olduğunu söylemişti, ancak karısı ona bir bakış atmıştı ve bir şey fark etmiş gibi hemen sesini kesip el sallamaya başlayarak hiçbir şey bilmediğinde ısrar ediyordu.

               Ama Mo Ran biliyormuş gibi hissetmişti, bu yüzden pes etmeyi reddetti, tüm yolu eve kadar takip etti ve ona yalvardı.

               Adam onu ​​acımasızca kapıdan itti ve tahta kapı sürgüsünü çekti. Mo Ran çılgınca yalvardı, “Lütfen tekrar düşünür müsünüz? Doğu pazarının neresinde? Ve sonra nereye gitti? Nolur…”

               “Bilmiyorum!”

               Kargaşa, yakınlardaki hayaletlerin dikkatini çekti ve izlemek için bir kalabalık toplandı. Adam kapıyı kapatmaya çalışırken yüksek sesle ve öfkeyle kükredi, Mo Ran’in elinin hâlâ kapı çerçevesinde olmasına aldırış etmeden kapıyı kapatmaya çalışıyordu.

               Kapı sertçe parmaklarına çarptı. Çok acı vericiydi, ama şu anda bunu umursamıyordu, acıyı yutarak ve elini kapının aralığından çekmeyi reddederek, açmak için tüm gücünü kullanıyordu––––

               “Size yalvarıyorum, lütfen bir daha düşünün, sadece oradan sonra nereye gittiğini bilmek istiyorum…”

               Ama adam aniden kapıyı sertçe açtı ve Mo Ran’in parmaklarında fışkıran kanı hiç fark etmeden onu hoyratça geriye itti ve bağırdı, “Zaten bilmediğimi söyledim! Siktir git!”

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

Ç.N.: Sizce kim bu çiçekleri bırakan belalı?