>> Uyarı! Cinsel içerik
Mo Ran birkaç kez dudaklarını araladı ama her defasında sessizce kapattı. Şakakları zonkluyor, nabzı damarlarında öfkeyle atıyordu. Ama kanı hiç sıcaklık taşımıyordu—sopsoğuktu, buz kadar soğuk. Düşünceleriyle boğuşurken, parmak uçları bile donmuş gibiydi.
“Shizun.” Uzun süre sessiz kaldı. “Aslında… Ben…”
Üç kelimeden fazlasını edemeden yeniden sustu. Gerçekten itiraf etmeli miydi? Tüm o günahlar geçmiş yaşama aitti. Wushan Sarayı’nda zaten kendi canına kıymıştı; çoktan ölmüştü. O geçmiş yaşamdan geriye sadece kendi anıları kalmıştı…
Fakat itiraf etmeli miydi? Söylerse vicdanı rahatlayacaktı, ama bu gerçekten doğru seçim miydi? Şu an her şey böylesine iyiyken—Xue Meng ona gülümsüyordu, Chu Wanning onundu, amcası ve yengesi sağlıklıydı, Shi Mei yaşıyordu… Bundan daha önemli ne olabilirdi ki? Ömrünün geri kalanını suçlulukla, bir kaçak gibi yaşasa bile, gözlerinin önündeki bu tabloyu yıkmaya katlanamazdı.
Yine de itiraf etmesi gerektiğini hissediyordu.
Perde arkasındaki kötünün de yeniden doğduğundan emindi. Dünyaya gerçeği söyleyip onları hazırlayabilecek tek kişi kendisiydi. Bu, işlediği suçlara kefaret fırsatıydı. Belki de gökler, tam da bu an için ona ölümden sonra hafızasını koruması için izin vermişti: öne çıkıp bu felaketi engellemesi, gerekirse hayatını vermesi için.
Mo Ran gözlerini kapadı. Baştan ayağa titriyordu, kirpikleri ıslaktı.
Ölmekten korkmuyordu—sonuçta zaten bir kez ölmüştü. Ama dünyada ölümden daha korkunç şeyler vardı, önceki yaşamında bunların hepsini tatmıştı. İntiharı da onlardan kaçmak için seçmişti. Bu yaşamdaysa, özellikle Chu Wanning’in ölümünden sonra, görünmez bir canavarı gerisinde bırakmak için var gücüyle koşmuştu. Ama sonunda o canavar onu köşeye sıkıştırmıştı, pençeleri boğazına bir nefes mesafesindeydi. Nihayetinde kaderi buydu, ebedi yalnızlık ve lanetleniş—bundan kaçamazdı…
Mo Ran ağlıyordu, gözyaşları yanaklarından sessizce akıyor ve yere damlıyordu. Sesi titremesin diye çaresizce çabalasa da sözcükler boğazında düğümlenmişti, “Özür dilerim… Ben… Nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum… Aslında… Ben…”
Bir çift güçlü kol onu sardı.
Mo Ran’in gözleri dehşetle açıldı. Chu Wanning arkasından gelip ona sarılmıştı.
“Eğer söylemek istemiyorsan, söyleme,” dedi Chu Wanning’in sesi omzunun üzerinden. “Herkesin sırları vardır… Herkes hata yapar.”
Mo Ran donup kaldı. Chu Wanning çoktan anlamıştı.
Elbette—nasıl fark etmezdi ki? Mo Ran’in daha önce hem sahte hem samimi, hem kaçamak hem de içten pek çok hatasını itiraf edişine tanık olmuştu. Mo Ran’in ne tür bir hata yaptığını bilmiyordu, ama geçmişinden bir şeyi itiraf etmeye niyetlendiğinden emindi—konuşmak istemediği bir şeyi.
“Shizun…”
“Eğer seni rahatsız ediyorsa ve anlatmak istiyorsan, devam et. Dinliyorum,” dedi Chu Wanning. “Ama söylemek fazla acı vericiyse, anlatmak zorunda değilsin, ben de daha fazla sormam.” Bir an durdu. “Biliyorum, bir daha öyle bir şey yapmayacaksın.”
Mo Ran göğsünde bir hançerin döndüğünü hissetti. Başını hafifçe salladı. Hayır… O kadar basit değil… Hiç o kadar basit değil… Koparmamam gereken bir çiçeği koparmakla aynı şey değil—ben öldürdüm; toprağı kan ve kemiklerle doldurdum. Efsun âleminin çoğunu mahvettim; seni mahvettim.
Bir kez daha paramparça oldu.
Seni mahvettim, Chu Wanning! Celladını teselli ediyorsun… Kalbine bıçak saplamış adamı teselli ediyorsun! Neden ölürken bana kendimi bağışlamamı söyledin? Neden en başında beni öldürmedin…
Titriyordu, kontrolsüzce sarsılıyordu. Chu Wanning elinde sıcak bir damla hissettiğinde irkildi. “Mo Ran…” diye mırıldandı.
“Sana anlatmak istiyorum.”
“O halde anlat.”
Mo Ran’in zihni karmakarışıktı. Başını sallayarak kekeledi, “Ben… Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum…” Buraya dek net konuşabilmişti ama artık hıçkırıklar sözlerini boğuyordu. “Gerçekten… Gerçekten nereden başlayacağımı bilmiyorum…”
“O halde söyleme.” Chu Wanning onu kendine döndürdü. Karanlıkta elini kaldırıp yanağına dokundu. Mo Ran geri çekildi ama Chu Wanning ısrarcıydı—yüzünü avuçladı. Yüzü ıslaktı, gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu.
“Söyleme,” diye tekrarladı Chu Wanning.
“Ben…”
Chu Wanning, onu öpmek için eğildiğinde—ilk kez böyle bir girişimde bulunuyordu—Mo Ran’i uyaran tek şey, giderek yoğunlaşan narin haitang kokusuydu. Chu Wanning dudaklarını Mo Ran’in acı dolu dudaklarına bastırdı, beceriksizce öpücüğü derinleştirdi. Yavaş yavaş, Mo Ran’in ağzını araladı, dili kayarak Mo Ran’inkiyle buluştu.
Kaosun, korkunun, deliliğin ortasında Mo Ran kendini karşılık verirken buldu, nedenini bile bilmiyordu. Belki de aşk, acısından sığınabileceği bir limandı. Ya da belki de insanlar nihayetinde hayvanlardan çok da farklı değildi; cinsellik akıllarındaki her şeyi geriye itebilirdi. Kendini arzuya bıraktığında, haz tek gerçeklik olurdu. Çaresiz için bir merhamet, umutsuz için kısa bir soluklanmaydı.
İkisi de başka söz etmedi. Öpüşmeleri tutkuya dönüştükçe, Chu Wanning Mo Ran’in kıyafetlerinin altından sertleştiğini hissetti. Bir an duraksadı, sonra elini aşağı indirdi.
Mo Ran elini yakalayıp parmaklarını kendi parmaklarıyla kenetledi. “Bu yeterli.” Onu sıkıca kucakladı. Acısını dindirebilecek tek kişi, ruhunu arındırabilecek tek kişi oydu. “Daha fazlasını yapmana gerek yok. Bu yeterli…”
Chu Wanning elini kaldırıp Mo Ran’in yüzünü okşadı. Kalbi sızladı. “Neden bu kadar aptalsın?”
Mo Ran diğer elini de tuttu, tüm parmakları birbirine sıkıca kilitlendi. Alnını Chu Wanning’in alnına dayadı. “Keşke hep böyle aptal olsaydım.”
Chu Wanning ikna edemeyeceğini anlamıştı. Daha duygusal sözler bilmiyordu; beceriksizce burnuyla Mo Ran’in yanaklarını, burnunun ucunu okşadı, sonra dudaklarını bir kez daha nazikçe yakaladı. Kulaklarının uçları alev alev yanmasına rağmen sakin görünmeye çabalıyordu. Öne atılıp öpücükler vermek, sarılmak—bunların hiçbirine alışık değildi.
“Shizun…” Mo Ran nefes nefese öpücüklerinden kurtulmaya çalıştı. “Yeter… Yapma.”
“Her zaman ilk adımı atan sensin.” Chu Wanning elini Mo Ran’in kavrayışından kurtarıp boynuna doladı. “Bu kez ben yapayım.”
“Shizun…”
Chu Wanning, Mo Ran’in sıcacık, parıldayıp yavru bir köpek gibi bakan gözlerine baktı, başının arkasını okşadı. “Uslu ol,” dedi, sesi şefkatle yoğrulmuştu.
Karanlıkta, duvara yaslanmış öpüşüyorlardı. Dudaklarının ve ellerinin dokunuşu, önce yumuşak, sonra aceleci, ardından aç ve doyumsuz bir hale dönüştü; arzuyla ve sabırsızlıkla dolup taşıyordu.
“Shizun… Wanning…” Mo Ran onun adını mırıldanıyordu—şefkatle, tutkuyla, delice, kederle. Onun için Chu Wanning’den gelen en küçücük sevgi kırıntısı bile dünyanın en güçlü afrodizyağıydı. Sonunda düşünmeyi bıraktı. Chu Wanning’i duvara yasladı, vahşice öptü, ellerini onun bedeninde gezdirdi. Nefes nefese kalmışlardı, kalpleri çarpıyordu. Mo Ran arzusundan neredeyse delirecekti, göz kenarları kıpkırmızıydı.
“Mum…” Ayrıldıklarında Chu Wanning nefes nefese, kaşları hafif çatık mırıldandı.
“Sönmedi mi zaten?” Mo Ran dudaklarını onun kulak memelerine, boynuna sürerek fısıldadı.
Kulağının dibinde Chu Wanning’in boğuk, bastırılmış iniltilerle yüklü sesini duydu, “Hayır, yak…”
Mo Ran dondu kaldı.
“Görmek istiyorum seni,” dedi Chu Wanning.
Mum birden alev aldı, karanlığı kovaladı.
Chu Wanning’in anka gözleri parlaktı, berrak ve kararlıydı, ama aynı zamanda arzuyla buğulanmıştı. Çehresinde hâlâ alışıldık soğukluğunun izleri vardı, fakat kulakları kıpkırmızı kesilmişti. “Seni görmek istiyorum,” diye tekrar etti.
Mo Ran’in kalbi öylesine şiddetle sızlamıştı ki sanki oracıkta ölecek gibiydi. Onun bakışları altında bu kirli, hasta, bir zamanlar buz gibi duyarsız olan kalbi nasıl hayatta kalabilirdi ki? Chu Wanning’i kollarına alıp öperken, elini onun eline götürdü ve çarpan göğsüne bastırdı. “Burasını hatırla,” dedi.
Chu Wanning gözlerini kırptı, anlamamıştı.
“Eğer bir gün, günahlarım affedilemez hale gelirse,” diye mırıldandı Mo Ran, burnunu onun burnuna sürterek. “O zaman öldür beni. Tam buradan.”
Chu Wanning’in bedeninden bir ürperti geçti. Gözlerini inanamaz bir halde Mo Ran’e dikti. “Ne diyorsun sen?”
Mo Ran’in yüzünde bir tebessüm belirdi—hem Mo-zongshi’nın dürüst asaleti hem de Taxian-jun’ün çılgın kötülüğü vardı içinde. “Ruhani özüm senin sayende oluştu, kalbim de senin. Eğer bir gün ölmem gerekirse, ikisi de sana ait olmalı. Ancak o zaman ben…”
Durdu. Chu Wanning’in gözlerinde daha önce hiç görmediği o şaşkınlığı ve korkuyu görünce, sözleri boğazında kaldı. Kirpiklerini indirip Chu Wanning’e acı bir gülümseme sundu. “Şaka yapıyorum. Bunları söylememin tek sebebi, sana anlatmak istememdi…”
Mo Ran, Chu Wanning’i daha sıkı kucakladı.
Bilmiyorum, böyle fırsatları bir daha kaç kere bulacağız.
“Wanning…”
Seni seviyorum; seni istiyorum; sensiz yapamam.
Bütün bunları söylemeyi deli gibi istiyordu—ama tıpkı geçmiş hayatındaki olaylar gibi, hiçbirini dile getiremiyordu.
Chu Wanning, şaşkınlık ile afallamışlık arasında sıkışıp kalmıştı. Birinin böyle sözler etmesi için ne kadar büyük bir hata işlemiş olması gerekiyordu, bilmiyordu. Ama Mo Ran onu öperken bilinci parçalanıyordu. Mo Ran’in öpücükleri tek sebep değildi; Chu Wanning kendine hâkim olamayan biri değildi. Ama bu düşünce trenini sonuna kadar takip etmeye de gönlü yoktu.
Umutsuzluk tutkularını renklendirdi, sanki alevlerin üzerine dökülen kızgın yağ gibiydi. Dizginleri boşaldıkça kucaklaşmaları vahşileşti. Yatağa varmadan önce çoğu kıyafetlerini çıkarmışlardı bile. Mo Ran, Chu Wanning’i şilteye bastırdı; ilk seferindeki o utangaç ve ihtiyatlı halinden eser yoktu artık, ilkel ve kaba bir ihtiyacın pençesinde şehvetle hareket ediyordu.
Chu Wanning’in iç giysilerini açarak sertleşmiş ucunu öptü ve ağzına aldı; yukarı baktığında, mum ışığında Chu Wanning’in dağılmış bakışlarını içine çekti; Chu Wanning başını geriye atmış, boğuk bir solukla inliyordu.
Böyle kaç kez daha birlikte olabilirlerdi? Bir? İki? Sabah olunca Jiao Dağı’na doğru yola çıkacaklardı; orada belki de tüm bu işlerin ardındaki kötü adamla hemen karşılaşacaklardı. Eğer o kişi gerçekten Zhenlong Satranç Düzeni’ni kullanabiliyorsa, durumu çözebilecek tek kişi Mo Ran’di. Gerçek er ya da geç ortaya çıkacaktı.
Ama birbirlerinde kaybolurlarken hem shizununu hem de umutsuzluğa kapılmış kendisini ikna etmeye çalıştı—böylesi anları yaşayacak daha nice nice fırsatları olacaktı. Hep birlikte olacaklardı. Nasıl ki aşk ve arzu gecenin karanlığından günün parlaklığına dek sonsuzca iç içe geçiyorsa, o da Chu Wanning’i, bedenleri birbirine dolanmış halde uykuya dalıncaya, tan ağartısı ufku boyayıncaya dek, durmaksızın istiyordu. Sonra onun sıcak kollarında uyanacak, yeniden çarşafların arasında onu kucaklayacak, parlak güneşin altında kendilerini zevke bırakacak, kirin, aşkın ve ihtirasın içinde boğulacaklardı.
Mo Ran, kendi ağır ve sertleşmiş halini Chu Wanning’inkine bastırdı, birbirlerine sürterek boşalmalarını sağlamaya çalıştı. Chu Wanning’in anka gözleri puslu arzuyla doluydu. Dudakları aralıktı, Mo Ran’in ellerinin ritmine uyumlu hafif iniltiler kaçıyordu aralarından, bakışları odağını kaybedip bulanık bir hal alıyordu.
Sarhoş edici bir tutkunun içinde kaybolmuşken, aniden kapıda bir tıklatma duydular.
Chu Wanning irkildi, yüzünün rengi soldu. Mo Ran hemen elini onun ağzına kapadı, ses çıkarmasını engelledi. Oda sessizdi, fakat Mo Ran’in diğer eli o çılgın hızını kesmemişti; kendisini ve kollarındaki adamı zevkin eşiğine sürüklüyordu.
Chu Wanning başını sallamaya çalıştı, fakat Mo Ran’in sıkı tutuşu onu kıpırdayamaz hale getirmişti. Yalnızca anka gözlerini kullanabiliyordu. Zevk ve acı, karşı koyma ve çaresizlik arasında sıkışıp kalmıştı.
“Shizun, orada mısınız?”
Chu Wanning gözlerinde parlayan öfkeyle Mo Ran’e baktı. Yatağın başlığına parmak boğumlarıyla hafifçe vurdu.
Mo Ran yutkundu, boğazındaki çıkıntı yukarı aşağı oynadı—cazibeli bir görüntüydü. “Mn. Biliyorum, Xue Meng,” diye kısık sesle fısıldadı.
“Shizun?” Bir dakika sonra, cevap alamayınca Xue Meng mırıldandı: “Tuhaf, mum yanıyor… Shizun?”
Ama Mo Ran neden ona kulak assındı ki? Hâlâ Chu Wanning’in üzerindeydi, şehvetin doruklarında kaybolmuştu. Mum yanıyor olmasına rağmen, odadaki loşluk yüzünden Chu Wanning’in öfke dolu bakışlarını doruğa ulaşmış arzu sanmıştı.
“Shizun?”
Kapıdaki mürit gitmeye niyetli değildi, yataktaki mürit ise durmaya. Chu Wanning’in tek çaresi, Mo Ran’in parmaklarını dişleriyle ısırmak oldu. Acının şokuyla Mo Ran onu serbest bıraktı; gözlerinde kısa bir an için incinmişlik belirdi.

“Ah, bu bayağı sertti…” Mo Ran’in sesi kısık ve ateşliydi.
“Hak ettiğini buldun.” Chu Wanning ona öfkeli bir bakış fırlattı, sonra derin bir nefes alıp kapının önündeki Xue Meng’a seslendi, “Yatıyorum ben. Bir sorun mu var?”
“Ah, hayır, her şey yolunda,” dedi Xue Meng. “Sadece… İçimi kemiren bir şey var, uyuyamıyorum, o yüzden Shizun’la konuşmak istedim…” Sesi giderek kısılmıştı.
Chu Wanning, kapının dışında boynu zavallıca düşmüş küçük bir anka kuşunu neredeyse gözünde canlandırabiliyordu. Havada bir şey mi vardı? Bu gece iki müridi de neden böylesine kaygılarla boğuşuyordu?
Endişelenen Chu Wanning, Mo Ran’in omzuna hafifçe dokundu. “Kalk ve giyin,” diye fısıldadı.
Mo Ran’in gözleri büyüdü, terk edilmiş bir köpek yavrusu gibi hüzünlü bir ifade belirdi yüzünde. “Onu içeri mi alacaksın?”
“Ciddi bir şey gibi görünüyor…”
“Peki ya ben?”
Chu Wanning duraksadı. Utancını yutarak, “Giyin ve yatağın altına saklan,” dedi.
Yazarın Notları:
Mo Ran: (diklenerek) Niye yatağın altına girecekmişim! Ben yan komşu Lao Wang1 değilim ki! Kılımı kıpırdatmam! İçeri girsin, bekliyorum!
Chu Wanning: Tamam, sen öylece otur, ben açarım kapıyı.
Mo Ran: … (anında yelkenleri suya indirir)