ERHA – 206. Shizun, Ben Aslında Kimim?

>> Uyarı! 207. bölüme kadar çoğu bölümde kan, vahşet ve uzuvların parçalanmasını içerir.

            Mo Ran, kabaran ceset denizinin üzerinden uçarak dağın eteklerine doğru ilerledi.

            Bariyerin dışına çıkar çıkmaz bakışları Nangong Si’ya takıldı. Üzerine uyguladığı hapsetme laneti çoktan bozulmuştu. Ye Wangxi onun yanında diz çökmüş, yaralarını sarmasına yardım ediyordu. Mei Hanxue ise Jiangdong Salonu ile onların arasında sakince yere oturmuştu, ifadesi soğuktu. Önünde duran zitherin tellerini tıngırdatıyor, notalar su gibi akıyordu.

            Mei Hanxue, Kunlun Taxue Sarayı liderinin doğrudan baş müridiydi. Bir görünüp bir kaybolur; garip dövüş teknikleri ve tahmin edilemez taktikleriyle bilinirdi. Bir an dimdik ve saygılı görünürken, bir sonraki an karanlık ve acayip bir teknik sergileyebilirdi. Ünü öylesine güçlüydü ki, Jiangdong Salonu’ndan gelen kalabalık, içlerinden gelen Nangong Si’yı lime lime etme arzusuna rağmen, kayalar üzerinde oturup öfkeyle bakmaktan başka bir şey yapamıyordu.

            Mei Hanxue, Mo Ran’i görür görmez tellerden elini çekti. Enstrümanını kaldırdı, ayağa kalktı ve saygıyla başını eğdi. “Dağda durumlar nasıl?” diye sordu.

            “Her şey sahteymiş,” dedi Mo Ran.

            “Sahte mi?” Mei Hanxue kaşlarını hafifçe çattı.

            Jiangdong Salonu’ndakiler konuşmayı duymuş olacak ki yaklaştılar. Huang Xiaoyue, yakınlardaki bir çardakta uzanmış, birkaç öğrencisine bacaklarını ve omuzlarını ovduruyordu. Zayıf görünmeye çalışarak hâlinden şikâyet ediyordu ama Mo Ran ile Mei Hanxue’nin konuşmasını duyunca göz kapaklarını aralayarak dikkat kesildi.

            “Xu Shuanglin dağda değil,” dedi Mo Ran. “Muhtemelen Jiao Dağı’nda. Ben—”

            “Xu Shuanglin Jiao Dağı’nda mı?” Nangong Si, onun sözünü bitirmesini beklemedi. Mo Ran’e bembeyaz kesilmiş yüzüyle baktı.

            “Belki. Emin değiliz,” dedi Mo Ran.

            Nangong Si bir süre afalladı. “Bu imkânsız, Jiao Dağı yalnızca Nangong kan bağına yanıt verir,” diye mırıldandı. “Xu Shuanglin…” Sözcükler boğazında düğümlendi. Gözlerini Mo Ran’e dikti, yüzündeki son renk de çekilmişti.

            Bir anlığına Xu Shuanglin’in de bir Nangong olduğunu unutmuştu.

            Yıllar önce Nangong Liu ile Nangong Xu, gelecek vadeden kahramanlar olarak anılıyordu. Rufeng Sekti’nin bu iki kardeşin ellerinde eşi benzeri görülmemiş bir ihtişama ulaşacağı, geleceğinin öğle güneşi gibi parlayacağı düşünülüyordu. Kim hem kardeşlerin hem de sektlerinin sonunun böyle olacağını öngörebilirdi?

            Nangong Si başını eğdi ve sessizliğe gömüldü.

            O sırada keşif grubu dağın eteklerine ulaşmıştı. Bin kişilik kalabalık, göç eden bir balık sürüsü gibi dağın eteklerindeki açıklığa akıyordu.

            Chu Wanning, arkasında Xue Meng ve Shi Mei ile birlikte doğrudan Nangong Si’nın yanına yürüdü. “Elini nasıl yaraladın?” diye sordu.

            “Önemli değil; kendimi kestim,” dedi Nangong Si. “Nezaketiniz için teşekkür ederim, Zongshi.”

            Xue Meng içini çekti. “Ona neden zongshi diyorsun ki? Shizun demelisin! Yuh artık, Shizun tüm o sözleri senin için söyledi, ama sen…”

            “Benim hiçbir zaman bir öğretmenim olmadı,” dedi Nangong Si, kurumuş ve çatlamış dudaklarıyla. “Aldığım hiçbir eğitimi Zongshi’dan almadım. Annemin isteğini bu kadar ciddiye almanıza gerek yok.”

            Chu Wanning ona sessizce baktı.

            “Affedin. Ama o durduğum üç selamı bile hatırlamıyorum.”

            Chu Wanning daha cevap veremeden, Jiang Xi ve diğer sekt liderlerinin beraberindekilerle yanlarına geldiğini gördü. Chu Wanning, böylesi özel konuları herkesin önünde konuşmaya alışkın değildi; dudaklarını sıkıca kapattı ve konuyu zorlamadı. Qiankun kesesinden küçük bir merhem kavanozu çıkarıp Nangong Si’ya uzattı. “Bunu her gün sür. Üç güne kadar yaran iyileşir.”

            O bunları söylerken kalabalık toplanmıştı. Huang Xiaoyue de müritlerinin kollarına yaslanarak çardaktan çıkmış, sendeleyerek yaklaşmıştı. Jiangdong Salonu, bu gelişmeyi kaçırmak istemiyordu.

            Guyueye, o sırada efsun dünyasının en üst seviyedeki sektiydi, bu yüzden kritik anlarda sözü önce Jiang Xi alırdı. Ancak bakışlarını Nangong Si’ya çevirdiğinde, bu gence nasıl yaklaşması gerektiği konusunda tereddüt etti. Rufeng Sekti yıllarca yetkisini kötüye kullanmış, sayısız düşman biriktirmişti. Artık öfkenin yöneltileceği doğrudan bir hedef kalmamıştı—bütün yük Nangong Si’nın üzerine kalmıştı.

            Ama Nangong Si’nın suçu neydi? Bitan Malikânesi’nin kılıç el kitabını çalan ya da uçuk fiyatları belirleyen o değildi. Kitabın nerede olduğunu bile bilmiyordu. Babası Nangong Liu, bin türlü günahla doluydu, ama bunların hiçbirinin hesabını vermeden ölüp gitmişti. ‘Oğul, babasının borcunu öder’ der halk—ama bu ilke gerçekten ciddiye alınacak olursa, kaç kişi kendini masum sayabilir ki?

            Üstelik şu anda önlerinde duran bu genç adam, Nangong soyunun hayattaki son üyesiydi. Jiao Dağı’nın kapısını açacak tek anahtar da oydu.

            “Sen…” diye söze başladı Jiang Xi, ölçülü bir tonla.

            Ama devam edemeden, yakından titrek bir ses yükseldi. “Nangong-shizhu1, bizimle gelmelisiniz. Bu sıkıntıların kaynağı olan kişi, onları çözmekle yükümlüdür. Rufeng Sekti’nin ardında bıraktığı skandalları görmezden gelemezsiniz.”

            Jiang Xi, sesin sahibine — Wubei Tapınağı’nın başrahibi Üstat Xuanjing’e — yan gözle baktı. İçinden küçümseyerek güldü. Bu yaşlı keşiş, dünyevi işlere o kadar bulanmıştı ki, şimdi bile kendi çıkarı için fırsat kolluyordu. Neyse—zaten Jiang Xi’nin konuşma hevesi yoktu. Sessizce ağzını kapadı ve Üstat Xuanjing’in asasına yaslanarak, sutra okur gibi Nangong Si’ya ahlaki ilkelerle ilgili vaaz vermesini izlemeye koyuldu.

            Nangong Si sözünü kesti. “Tamam, Jiao Dağı’na sizinle geleceğim.”

            Üstat Xuanjing, bu kadar kolay kabul etmesini beklememişti. Gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırarak avuçlarını birleştirdi. “Amitabha, aklın yolunu hemen kabul etmen sayesinde, Buda birkaç günahını affedecektir elbet.”

            Nangong Si konuşacak gibiydi ama dilini tuttu. Naobaijin, ok kılıfından bir iniltiyle dışarı çıkmaya çalıştı; Nangong Si ifadesizce onu geri itti. “Jiao Dağı’na, Rufeng Sekti’nin yüzyıllardır süren müritlik geçmişinin bir başkasının kötü emellerine hizmet eden kuklalar hâline gelmesini engellemek umuduyla gideceğim,” dedi, bastırılmış bir tonla. “Yine de bana doğru yolu göstermek isteyen üstadın niyetini takdir ediyorum.”

            Böylece, Jiao Dağı’nın yaşayan anahtarı da gruba katılmış oldu.

            Dört yüce uğursuz dağın her birinin kendine özgü şartları vardı. Jiao Dağı’na yaklaşmak isteyenlerin — ister doğrudan Nangong soyundan gelsinler ister bir Nangong soyundan biriyle birlikte olsunlar — iki koşulu karşılaması gerekiyordu: İlk olarak, on gün boyunca oruç tutmak, ikinci olarak ise Jiao Dağı’nı çevreleyen Panlong Sıradağları’na ulaştıklarında, yürüyerek ilerlemek. Ne kılıç üstünde ne de atla gitmelerine izin vardı. Samimi niyetlerini göstermek için, Jiao Dağı’ndan önceki üç zirveyi kendi ayaklarıyla geçmek zorundaydılar.

            Xue Zhengyong, kafasında hesap yaptı. “Buradan Panlong Sıradağları’na atla gitmek yaklaşık on gün sürer. Yolda oruç tutabiliriz. Acil bir durum yoksa, kendi sektlerimize dönmemize gerek yok. Hep birlikte yola çıkabiliriz.”

            “Bu iyi bir plan,” dedi Taxue Sarayı’nın lideri. “Birlikte yolculuk edersek, bir sonraki aşamanın stratejisini de yolda tartışabiliriz.”

            Xue Zhengyong uyardı. “Tek sorun, burada en az üç bin kişi var. Bu kadar at bulmak biraz zor olabilir…”

            Tam o sırada, kalabalığın içinden zayıf bir ses duyuldu, ardından bir el havaya kalktı. “Malikânemde herkes için yeterince at var.” Tüm gözler, kenarlarında siyah kedi motifleri işlenmiş kırmızı, gösterişli giysiler içinde, küçük yapılı, fare misali görünümlü ama bakışları kurnaz bir adama çevrildi.

            “Ma-zhuangzhu2?” Jiang Xi’nin kaşları kalktı.

            Söz alan kişi, yukarı efsun diyarının dokuz büyük sektinden biri olan Taobao Malikânesi’nin efendisi Ma Yun’den başkası değildi. Xue Meng’ın bir zamanlar satın aldığı o meşhur Tanrı Bilir Neye Göre Sıralama kitabında üçüncü en zengin olarak anılmıştı — Nangong Liu’nun ölmesiyle birlikte, muhtemelen şimdi ikinci sıraya yükselmişti.

            Zenginler arasında, Ma Yun, Jiang Xi’ye göre çok daha alçakgönüllü bir görüntü sergiliyordu. Adeta bir satıcı gibi içten ve ilgiliydi. Bu ikisi zenginliklerini çok farklı yollarla elde etmişti. Jiang Xi acımasız ve yılmazdı; paha biçilmez hazineler onun elindeydi ve karaborsaya hâkimdi.

            Ma Efendi ise, efsun dünyasında büyük küçük sayısız dağıtım noktası kurmuştu. Her türden kargo ve teslimat bu noktalardan geçiyor, ayrıca ruhani atlar, tekneler ve arabalar da kiralanıyordu. Taobao Malikânesi, hızlı taşıma araçları üretiminde ve taşıma hayvanları yetiştirmekte uzmandı. O kadar geniş bir alanda faaliyet gösteriyordu ki, halk ona şaka yollu “Her işin erbabı Ma-zhuangzhu” ya da kısaca “Erbap Ma”3 diyordu.

            Jiang Xi’nin kibirli ve soğuk bakışıyla göz göze gelince, Erbap Ma biraz sindi. Utanarak geri çekildi. “Yani… Belki Yağmur Çanı Adası’na gitsek daha iyi olur? Eminim Jiang-zhangmen’ın malikânesinde benden daha fazla at vardır, heh heh…”

            Herkes gözlerini ona dikti.

            Jiang Xi, Ma Yun’ün kırışık gülümsemesini görünce bir an için ne diyeceğini bilemedi. “Niyetim sadece Ma-zhuangzhu’nun cömertliğine şükranlarımı sunmaktı, hepsi bu,” diye cevapladı sonunda. “Taobao Malikânesi’ne çok uzak değiliz. Eğer Ma-zhuangzhu bizi ağırlamayı kabul ederse, minnettar oluruz.”

            Ma Efendi derin bir nefes aldı, gülümsedi. “Öyleyse hep birlikte mütevazı malikâneme gidelim! Saat geç oldu, geceyi orada geçirip sabah yola çıkarız.”

            Taobao Malikânesi, Hangzhou’nun Batı Gölü kıyısındaki Gu Dağı’nın zirvesinde yer alıyordu. İsmi dağ olsa da aslında yokuşlu bir tepeydi ve zirvesine çıkmak bir saatten az sürüyordu.

            “İşte geldik!” diye bağırdı Ma Efendi. Kırmızı lakeyle parlayan ana kapıya doğru yürüdü ve elini sallayarak koruyucu bariyeri kaldırdı. “Hepiniz hoş geldiniz!”

            Huang Dağı’ndaki olayların ardından tüm sekt liderleri endişe ve sabırsızlık içindeydi. Bir tek Ma Efendi, eski rahat tavrına hemen kavuşmuş, tüm misafirlerine sıcacık bir gülümseme sunuyordu. Birçok kişi göz göze gelip burun kıvırsa da kimse yüksek sesle bir şey demedi. Kalabalık, büyük bariyerin içinden geçerek Taobao Malikânesi’ne akın ekti. İlk olarak sekt liderleri girdi, ardından kıdemliler, sonra baş müritler ve en sonunda, dev bir dalga gibi geri kalan herkes.

            “Şu Erbap Ma’da ne işler çeviriyor yahu?” diye mırıldandı Xue Meng, Mo Ran’e. “Gülümsemesi tüylerimi diken diken ediyor—sence Xu Shuanglin’le iş birliği yapıyor olabilir mi? Bizi tuzağa mı çekiyor?”

            Mo Ran duraksadı. “Hayır.”

            “Nasıl bu kadar eminsin?”

            “Dokuz büyük sektin tüm liderleri ve en güçlü efsuncuları burada. Herkes tetikte. Gerçekten Xu Shuanglin’le iş birliği yapıyor olsaydı, bizi buraya getirerek hiçbir şey elde edemezdi—sadece kendi maskesini düşürmüş olurdu.”

            “Peki neden bu kadar keyifli?”

            Mo Ran içini çekti. “Çünkü bir servet kazanmak üzere.”

            “Servet mi? Bu işten zararla çıkmayacak mı?” diye sordu Xue Meng, şaşkınlıkla. Bu çocuk tıpkı babası gibiydi: iş zekâsı sıfırdı. Sisheng Tepesi’nde herkes, Wang Hanım’ın küçük Xue Meng’ı bir sokak satıcısından gümüş bir yaprağı bozdurması için gönderdiği hikâyeyi bilirdi. Çocuk geri döndüğünde elinde sadece bir uçurtma ve yağlı üç bakır para vardı—yani fena halde kazıklanmıştı. Ama Xue Meng, o küçük uçurtmayı çok güzel bulmuş ve yaptığı alışverişten gayet memnun kalmıştı. Böyle bir genç efendi, Erbap Ma’nın fırsatçı zihniyetini nasıl anlasındı ki? Düşünüp durdu ama yine de anlayamadı. “Yanlış mı duydun? Bize at ödünç vereceğini söyledi, kiralayacağını değil. Eğer her şeyi bedava veriyorsa, nasıl—”

            Tam o sırada, konukları odalarına götürmekle görevli, alt seviye bir mürit yanlarına geldi. Mo Ran, elini Xue Meng’a doğru sallayarak susması için işaret verdi. İkisi de, pembe kısa ceket giymiş gülümseyen müridin rehberliğinde, geceyi geçirecekleri avluya doğru yürüdüler.

            Misafir avluları yerleşkenin dış kısımlarındaydı ve her biri altı kişiyi barındırıyordu. Alacakaranlık çökerken Mo Ran, odasının penceresinin önünde durmuş, uzak dağların soğuk zeytuni kahve siluetine ve Batı Gölü’nün yüzeyinde gezinen dalgalara bakıyordu.

            Huang Dağı’ndan indiklerinden beri, Mo Ran endişe içindeydi. Şimdi, kapalı kapılar ardına girmişken, o içini kemiren kaygı nihayet yüzeye çıkmıştı. Bir eliyle pencere pervazına tutunurken, diğer eli, farkında olmadan cebinden çıkardığı küçük ve sıcak bir nesneyle oynuyordu.

            Jiangnan manzarası her zamanki gibi güzeldi, ama Mo Ran bir türlü tadını çıkaramıyordu. O anda, bir başkası onun yüzünü görseydi, karşısındaki adamın dürüst ve erdemli Mo-zongshi olduğuna asla inanmazdı. O yüz, geçmiş hayattaki İmparator Taxian-jun’e aitti. Yüzü kinle yoğrulmuştu, gözbebeklerine batmakta olan güneşin kızıl ışığı işlemişti. Gökyüzü karardıkça, Mo Weiyu’nün yüz hatları da çarpılmaya başladı.

            Xu Shuanglin’le birlikte çalışan başka bir yeniden doğmuş kişinin varlığı, içini ürpertiyle kaplamıştı. Sanki boğazına dayanmış bir bıçak vardı—öylesine sıkı bastırılmıştı ki, kenarı deriyi yırtmış, etine işlemişti, kanlar sızıyordu. Ama bıçağı tutan kişi bıçağı henüz indirmemişti ve Mo Ran arkasını dönüp bakamıyordu. Her an canını almaya hazır o kişinin kim olduğunu göremiyordu.

            Mo Ran, bir çöküşün eşiğindeydi. Yeniden doğduğunu artık daha fazla gizleyemeyecek gibiydi. Eğer Jiao Dağı’na vardıklarında gerçek ortaya çıkarsa, ne yapacaktı? Yengesi ve amcası hakkında ne düşünecekti? Ya Shi Mei? Xue Meng?

            Peki ya Chu Wanning? Chu Wanning ne düşünecekti…?

            Geçmiş hayatında işlediği günahlar açığa çıkarsa, Chu Wanning ona ne kadar nefretle bakardı? Bir daha yüzüne bile bakmak istemez miydi?

            Mo Ran’in yüreği, dayanılmaz bir düğümle burkuldu. Soğuk, iliklerine kadar işleyen bir buz gibi içinde donmaya başladı—

            Tıkır diye bir sesle, elindeki nesne döşeme tahtalarına düştü. Mo Ran, dalgın bir şekilde eğilip almak için uzandı. Nesne kirden griye dönmüştü—Taobao Malikânesi’nde bu odalarda uzun zamandır kimse kalmamıştı. Düzgün temizlenmemişti, yerler toz içindeydi…

            Bir an duraksadı.Mo Ran’in yüzü soldu.

            Aniden, elinde neyle oynadığını fark etti. Avucunun içinde pürüzsüz, simsiyah bir taş yatıyordu—bir Zhenlong satranç taşıydı bu.

            Yüzünden bütün kan çekildi.

            Önceki hayatının son iki yılında, Mo Ran, kendini bunalmış ya da stresli hissettiğinde, ruhani enerjisini avucuna odaklayarak enerjisini küçük siyah bir satranç taşına dönüştürme alışkanlığı geliştirmişti. Bu yeni takıntı, saray hizmetkârlarının kalbine korku salıyordu. Bir keresinde, fısıldaşan hizmetkârların insanları öldürüp onlardan kukla yapabilmek için öfkeyle satranç taşları yapıyor olabileceğine dair tartışmalarına kulak misafiri olmuştu.

            “Majestelerinin o hep oynadığı Zhenlong satranç taşlarını üzerinde kullanabileceğinden korkmuyor musun?”

            “Açık konuşayım, o taşlara kıyasla insan kafataslarıyla oynadığını görmeyi tercih ederim.”

            “Korkuyor musun? Ya ben ne yapayım? Ben Majesteleri’nin şahsi hizmetkârıyım—kim bilir kaç kez dizlerimin bağı çözüldü. O satranç taşlarının her biri Majesteleri’nin ruhani enerjisinden büyük bir parçaya mâl oluyor—asla öylesine yapmaz. Mutlaka bir amacı vardır, ya da öfkesini boşaltmak istiyordur… Ya bana patlarsa? O zaman ne yapacağım ben…”

            Bu konuşma, Mo Ran’i konuşamaz hale getirmişti; ama sonradan düşününce, oldukça eğlenceliydi. Ne konuşuyorlardı bu dedikoducu hizmetliler böyle? Onun niyetini çözümlemekte nasıl bu kadar kendilerinden emin olabiliyorlardı? Gerçekte o taşların hiçbir amacı yoktu—sadece İmparator Taxian-jun’ün tuhaf alışkanlıklarından biriydi. Ama o konuşmayı duyduktan sonra, zaman zaman habersizce öne atılır, elinde Zhenlong satranç taşıyla sanki onu bir hizmetçi kıza saplayacakmış gibi durur ve ardından hizmetkârların korkudan titremesini, merhamet dilemesini izlerdi. Bu sahneleri incelerken yüzü daima soğuk kalırdı, ama kalbinin derinliklerinde bir damla eğlence parıldardı. Bu, hayatının son iki yılında sahip olduğu nadir keyif kaynaklarından biriydi.

            Bir Zhenlong satranç taşı yapmasının üzerinden yıllar geçmişti. Yeniden doğduğundan beri, Mo Ran, bu tekniğe hiç dokunmamıştı—sanki geçmişteki kendisiyle tamamen bağ koparmaya çalışıyor gibiydi. Sekiz yıl, göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Bu tekniği unuttuğunu sanmıştı artık, dudaklarının o büyü sözlerinin şeklini hatırlamayacağını düşünmüştü.

            Ama şimdi anlıyordu ki, kaçış yoktu. Ruhunun derinliklerine işlenmiş bir kötülük vardı. O siyah taşa bakarken eli kontrolsüzce titriyordu. Umutsuzluk tarafından yutulmuştu—

            Bir anda, kim olduğunu bilemedi. Taxian-jun müydü o? Yoksa Mo-zongshi mı? Nerede olduğunu da bilmiyordu. Batı Gölü kıyısında mıydı? Yoksa Wushan Sarayı’nın salonunda mı? Gerçekle hayali ayırt edemiyordu. Titremeyi durduramıyordu. O küçük siyah satranç taşı, bir kâbus kadar ağırdı, is renginde bir kirli kan lekesiydi. Kafasının içinde çılgınca bir kahkaha yankılandı, ardından bir ses çığlık attı, “Mo Weiyu! Mo Weiyu! Kaçamazsın! Kurtulamazsın! Sen sadece kötülükten ibaret olacaksın, sadece intikamcı bir hayalet olacaksın! Bu dünyanın başına gelmiş bir musibetsin! Bir musibet!”

            Birisi kapıyı tıklattı.

            Mo Ran, irkilerek şimdiki ana döndü—buz gibi ter içindeydi. Parmaklarıyla satranç taşını sıkıca kavrayarak sertçe seslendi, “Kim o?”

            “Benim,” dedi dışarıdan gelen ses. “Xue Meng.”

Yazarın Notları:

“Erbap Ma’nın Taobao4 Dağ Malikânesi”

Erbap Ma: Hepiniz Taobao Dağ Malikânesi’ne hoş geldiniz derim! Burada hayal bile edemeyeceğiniz efsun aygıtları ve koleksiyonluk ruhani objeler satılmaktadır. Şimdi sözü değerli temsilcilerime bırakıyorum, onlar size ürünlerimizi tanıtacak!

Xue Meng: Kıskanç aşıklar mısınız? Başkalarının dudaklarının öpüşmekten kabarmasına mı imreniyorsunuz? Endişelenmeyin! Wang Ana’nın acı sosundan bir kaşık alın, siz de dil (öhöm) öpücüğü tadında boğucu bir his yaşayın. Wang Ana’nın acı sosu; hayatı sorgulatacak kadar acı, yerde süründürecek kadar acı, bekar kalmaya mahkûm edecek kadar acı.

Shi Mei: Bu dünyada çirkin genç yoktur, sadece bakım yapmayı bilmeyen gençler vardır. Güzelleşmek istiyorsanız, tek bir saç teline bile asla ihanet etmeyin. Shi Mingjing Saç Kremi, size sıfırdan başlama şansı sunuyor. Güçlü ol, Lu Xiaokui, sen en iyisisin.

Chu Wanning: Müşteri hizmeti yok, kedi alırsanız hemen ödersiniz, sevip okşayıp oyalanmak yok. Alıp gidin, kapıdan uğurlamıyorum. Patron işe gelmeyi sevmez; dükkân haftada bir gün çalışır, altı gün kapalıdır, itiraz edeni de dinlemeyiz.

Mo Ran: MoWeiYu5 sıfır mesafe kayganlaştırıcı, patronunuza tam hizmet! Hızlı, güçlü, uzun soluklu. Altı gün çalışır, bir gün dinlenir. Sonsuza dek bağlıyım, hayatım boyunca sadece seni şoförüm kabul ederim.

Dipnotlar

  1. shizhu: 施主 (shīzhǔ) Kelime anlamı: “Faydaları bahşeden kişi / bağış sahibi” Manastır geleneğinde keşişlerin halka hitap şeklidir.
  2. -zhuangzhu: Çoğunlukla bir dağ köşkünün, şato gibi izole bir yerleşkenin ya da küçük bir sekt benzeri topluluğun lideri için kullanılır. Malikâne efendisi, lordu.
  3. İngilizce metinde jack-of-all-trades ve Jack Ma kelimeleri kullanılmıştır. Normalde bu kelime bir online alışveriş sitesi olan Taobao’nun kurucusu Ma Yun’e (马云, ayrıca İngilizce adı Jack’tir) bir göndermedir. Ancak Çince metinde 接客馬 (jiēkè mǎ) denmektedir. Burada jieke kelimesi misafir ağırlayan demektir. Bunun için “her işin erbabı” deyişindeki “erbap” kelimesini isim olarak kullandım. Ayrıca “mǎ” da “at” demektir. Buradaki metinde tam da at sorulurken Ma Efendi’nin bu ihtiyacı karşılaması da Meatbun tarafından bir nükte diye düşünüyorum.
  4. “桃苞” (Táobāo) Çince’de “şeftali tomurcuğu” anlamına gelir; ancak okunuşu, Çin’in ünlü e-ticaret sitesi “淘宝” (Táobǎo) ile benzerdir. Yazar Meatbun burada bilinçli bir kelime oyunu yapmıştır. Ayrıca, Taobao’nun kurucusu Jack Ma’dır (Çince adı: 马云, Mǎ Yún). Bu nedenle, kitaptaki Ma Yun karakteri aslında Jack Ma’ya gönderme yapmaktadır. Yazar notunda da bu yüzden “Taobao Malikânesi” terimi e-ticaret sitesi çağrışımıyla kullanılmıştır.
  5. 抹威欲 “MoWeiYu” olarak okunmasına rağmen, Mo Ran’ın ismi olan Mo Weiyu (墨微雨) ile aynı değildir. Marka adı olarak kullanılan “MoWeiYu”, kelime anlamı olarak “güç arzusunu sürmek” anlamına gelir ve yine bir kelime oyunudur. Ayrıca, Çince’de “araba sürmek” metaforu cinsellik anlamında da kullanılır.