>> Uyarı! 207. bölüme kadar çoğu bölümde kan, vahşet ve uzuvların parçalanmasını içerir. Bu bölüm son birkaç paragrafa kadar geçmiş yaşamı içerir.
Ama Chu Wanning ne durdu ne de başını çevirdi. Çeviremezdi zaten. Acıya dişlerini sıksa da gözyaşları yüzünden süzülüyordu.
Çok canı yanıyordu.
Ama başka ne yapabilirdi ki? Meramını mı anlatsaydı? Öfkesini mi kussaydı? Olanlardan sonra, Mo Ran’e gerçeği söyleyecek cesareti nasıl bulabilirdi? Mo Ran’in alayları ve aşağılamaları arasında zavallıca bir açıklama girişiminde mi bulunmalıydı? Bir de üstüne, rezil bir taklitçi lafına ek olarak değersiz bir sahtekâr damgası mı yemeliydi?
Bu yüzden dönüp gitti.
O gece Naihe Köprüsü’nün altında usta ile müridin ettiği kelam, Sarı Pınarlar’ın sularına karışıp dağdan çağlayan derelerden süzülerek nehirlere akmış ve öte dünyaya kadar varmıştı belki de. Eğer Pınarların altında duran, lotus yaprağı kadar nazik o genç bu sözleri duysaydı, belki de bu ikisinin arasındaki gerginlikten dolayı kalbi sızlardı.
Mo Ran, nehrin kenarında tek başına dikiliyordu. Belki de kaderdi bu, diye düşündü. Chu Wanning başkalarından şüphelenmişti ama ondan şüphelenmemişti. Karşılaşmaları tesadüftü—Chu Wanning ormanın içinde devriye geziyordu, küçük bir hayaleti bertaraf etmek için Tianwen’i çağırmış ama kutsal silahı geri kaldırmamıştı. Tianwen, Chu Wanning’in beyaz cübbesine sarılı hâlde belinde asılı duruyordu, altın gibi parlıyordu. Gerçeği itirafa zorlayabilen bu salkım, geleceğin İmparatoru Taxian-jun’ün boynuna daha tahta çıkmadan dolanabilecek bu kırbaç, konuşmaları boyunca durmaksızın parıldamıştı. Ama Chu Wanning onu sorguya çekmek için kullanmamıştı.
Tianwen’i de atlatmayı başarmıştı. Mo Ran nehir kıyısından ağır adımlarla uzaklaştı. Hışırdayan yaprak seslerini işittiği bambu ormanının derinliklerine, gecenin en karanlık gediklerine doğru yürüdü ve kendini karanlığın yutmasına izin verdi.
Bu olaydan sonra Mo Ran, yeni bir amaç duygusuyla satranç taşları üretmeye başladı. Önce iki, sonra dört, sonra on—sayı giderek artıyordu. Bunları birer birer Sisheng Tepesi müritlerinin bedenlerine yerleştirdi, onları gözleri ve kulakları, pençeleri ve bıçakları hâline getirdi.
Ancak başlangıçtaki tatmin duygusu yavaş yavaş silinmişti. Mo Ran öfkeli ve içe kapanık biri hâline gelmişti. Her zamankinden daha çabuk sinirlenip patlıyor, sabırsız davranıyordu. Bu çok yavaş ilerliyordu. Bu taşlar yeterli değildi. Chu Wanning’in şüphelenmesinden korktuğu için, ilk denemedeki gibi tüm enerjisini Zhenlong satranç taşlarına harcamaya cesaret edemiyordu. Her seferinde yalnızca bir taş yapıyor, enerjisinin yarısını saklıyordu.
Aynı zamanda açıkça gösterdiği düşmanlığını da bir kenara bırakmıştı; pençelerini geri çekmiş, Chu Wanning’den efsun öğrenmeye dönmüştü. Uzun düşüncelerden sonra şu sonuca varmıştı: Efsun gücünü mümkün olduğunca hızlı artırmak için anahtar Chu Wanning’di. Chu Wanning, onun canlıların bedenlerini çiğneyerek tırmanacağı ilk basamağı inşa etmesine yardımcı olabilirdi. Böylesi bir nimet ayaklarına gelmişken, neden sorgulasındı ki?
Bir gün, kazara kendini fazla zorlamıştı. Bir ağacın ince dallarının ucunda dengede durmaya çalışırken kontrolünü kaybetmiş ve taş gibi aşağıya düşmüştü.
Bir anda, Chu Wanning beyaz cübbeleriyle rüzgâr gibi savrularak ona doğru atıldı. Mo Ran’i yakalamıştı ama bir bariyer açacak vakti yoktu; ikisi birlikte ağacın altındaki toprağa yuvarlandılar, Mo Ran doğrudan Chu Wanning’in üzerine düştü. Chu Wanning acı içinde inledi. Mo Ran gözlerini açtığında, Chu Wanning’in elinin düşerken sıyrıldığını ve ardında kanlı bir yara bıraktığını gördü.
Mo Ran yaraya baktı. İçinde acımasız bir heyecan kabardı; kişiliği artık bozulmaya başlamıştı ve ne minnet ne de suçluluk duyuyordu. Aksine, bu kan hoşuna gitmişti—neden biraz daha akmasındı ki?
Ama zamanı henüz gelmemişti. Maskesinin altındaki kötü niyetli yüzünü açığa vuramazdı, bu yüzden Chu Wanning’in yarasını temizleyip sardı. İkisi de tek kelime etmeden kendi düşüncelerine daldı. Mo Ran, Chu Wanning’in eline bembeyaz bandajı birkaç kez sardıktan sonra, anlamlı bir şekilde, “Teşekkür ederim, Shizun,” dedi.
Bu teşekkür sözü Chu Wanning’i hazırlıksız yakalamıştı. Başını kaldırıp Mo Ran’in yüzüne baktı. Güneş ışığı dalların arasından süzülüyor, Mo Ran’in yüzünü ve karanlık gözlerini aydınlatıyordu.
Mo Ran merak içindeydi—Chu Wanning bu teşekkürünü nasıl karşılayacaktı? Yoldan çıkmış bu çocuk sonunda uslanıyor muydu? Aralarındaki gerginlik nihayet azalmaya mı başlamıştı?
Ama Chu Wanning hiçbir şey söylemedi. Sadece kirpiklerini indirdi ve yaralı elinin üzerine cübbesinin kolunu çekti.
Bir esinti geçti, güneş toprağı ısıttı.
Geçmiş yaşamında Mo Ran, shizununu asla anlayamamıştı, aynı şekilde shizunu da onu fena hâlde yanlış değerlendirmişti.
Zaman akıp geçti. Mo Ran’in ruhani gücü büyük sıçramalarla artıyordu. Doğuştan gelen yeteneği olağanüstüydü ve enerjisinin sadece yarısıyla bile arıtmayı başardığı satranç taşı sayısı birden ikiye, dörde çıktı. Ama hâlâ yeterli değildi. Onun ihtiyacı olan şey, milyonlarca askerin gücüydü—Sisheng Tepesi’ni tek darbede ezip geçecek, Chu Wanning’i topuğunun altında öğütecek kadar bir güç.
Matematik ise yetenekli olduğu bir alan değildi. Xue Meng onu ziyarete geldiğinde, geleceğin İmparatoru Taxian-jun’ü elinde bir abaküsle hesap yaparken buldu. Boncuklar tıkır tıkır ses çıkarıyordu. Merakla yaklaştı: “Hey, ne üzerinde çalışıyorsun?”
“Dengeleme üzerinde çalışıyorum.”
“Nasıl bir dengeleme?”
Mo Ran duraksadı, gözleri gölgede kaldı. Gülümsedi. “Tahmin et,” dedi.
“Hiçbir fikrim yok.” Xue Meng yanına gelip defteri aldı, mırıldanarak okudu: “Bir… Üç yüz altmış beş gün… Üç yüz altmış beş… Dört… Üç yüz altmış beş… Bu da ne böyle?”
“Şeker almak istiyorum,” dedi Mo Ran kayıtsız bir ses tonuyla.
“Şeker mi?”
“Ay Işığı Şekerlemecisi’nin en iyi şekerinin tanesi bir bakır değerinde. Günde bir bakır biriktirirsem, yılda üç yüz altmış beş şeker alabilirim. Günde dört bakır biriktirirsem…” Başını eğdi, parmaklarıyla hesapladı ama sonuca ulaşamadı. Başını sallayıp yeniden abaküsün boncuklarını tıkırdatmaya başladı. “Bin…”
Xue Meng zihinden hesap yapmada çok daha iyiydi. “Bin dört yüz altmış tane,” dedi.
Mo Ran başını kaldırdı, gülümsemesi parladı. “Ne hızlı hesapladın.”
Mo Ran’den övgü duymaya alışık olmayan Xue Meng gözlerini kırpıştırdı, ardından kahkahayla güldü. “Tabii ki. Küçüklüğümden beri anneme ilaç ölçmede yardım ediyorum.”
Mo Ran bir süre sessizce düşündü. Sonra sırıttı. “Ben beceremiyorum. Bana yardım eder misin?”
Shi Mei’in ölümünden beri böyle iyi bir ruh hâlinde nadiren bulunuyordu. Xue Meng, güneşi arkasına almış oturan Mo Ran’e bakarken içinde bir acıma duygusu yükseldi. Başını salladı ve yanına bir sandalye çekti. “Tamam, devam et.”
“Eğer her gün on tane şeker alacak kadar para biriktirirsem, bir yılda kaç tane olur?”
“Üç bin altı yüz elli. Bunu hesaplamak için abaküse gerek yok—çok kolay.”
Mo Ran iç çekti. “Peki ya daha fazlası? On beş…” Bir an durdu; belki o kadar çok satranç taşı yapmak fazla olurdu. Sonra fikrini düzeltti: “Günde on iki tane. O zaman kaç eder?”
“Dört bin… Dört bin üç yüz seksen.”
“Eğer beş bin tane istesem, bu kaç gün daha gerektirir?”
“Gereken gün sayısı…” Xue Meng başını kaşıdı, soruyla boğuştu. “Niye bu kadar çok şeker istiyorsun? Hepsini yiyemezsin ki.”
Mo Ran kirpiklerini indirerek gözlerindeki karanlığı sakladı. “Sisheng Tepesi’nin otuzuncu yıl dönümü gelecek yıl. Herkese birer tane şeker vermek istiyorum, bu yüzden bugünden biriktirmeye başlamam gerek.”
“Düşündüğün bu muydu?” Xue Meng şaşkına döndü.
“Mn.” Mo Ran gülümsedi. “Şaşırdın mı? Sana da bir tane vereceğim.”
“Ben istemem.” Xue Meng ellerini salladı. “Senden şeker istemiyorum. Gel, ben hesabı yapmana yardım edeyim. Bakalım beş bin şeker alman ne kadar sürecek.”
Penceredeki çiçek açmış ağaçların gölgesinde Xue Meng abaküsü eline aldı ve büyük bir ciddiyetle Mo Ran’e hesaplamalarda yardım etti. Mo Ran yanağını eline dayamış, gözleri parıldayarak onu izliyordu. Bir süre sonra kıkırdadı ve “Teşekkür ederim,” dedi.
Xue Meng homurdandı, işiyle o kadar meşguldü ki Mo Ran’e pek dikkat etmiyordu. Gözleri, parmaklarının arasından kayan siyah abaküs boncuklarını takip ediyordu; sanki birer birer üst üste dizilen siyah satranç taşları gibi.
Xue Meng yaptığı hesapların şekerleme değil de insan hayatlarıyla ilgili olduğunu nereden bilecekti ki—Sisheng Tepesi’ni devirmek için gereken ruhların sayısıydı aslında. Ayrıca, pencere kenarına oturmuş ve yardım eli uzatmış hâliyle Mo Ran’in kalbinde kalan son iyilik kırıntısına dokunduğunu da fark edemezdi. Mo Ran’in Xue Meng’ı o beş bin piyonun arasına koymaktan vazgeçmesi, işte bu duygudan kaynaklanıyordu.
Xue Meng son sayıyı yazdığında, Mo Ran başını salladı. “Bu kadar sürecek mi? Bu çok fazla.”
“Sana biraz para versem olmaz mı?” diye sordu Xue Meng.
Mo Ran gülümsedi. “Hayır, teşekkürler.”

Xue Meng gittikten sonra, Mo Ran düşüncelere daldı. Parşömenlerini karıştırırken kalbinde bir plan şekillenmeye başladı. Bu plan, sonradan İmparator Taxian-jun’ün Ortak-Kalp Dizilimi’nin ilk prototipi hâline gelecekti.
O gece Mo Ran on adet satranç taşı arıttı. Kusurluydular, tamamlanmamışlardı. Fazla emek harcamamıştı, bu yüzden yaşayanları kontrol edemezlerdi; azıcık gücü olan bir cesede bile etkileri sınırlıydı.
Bu taşları eline alarak dağdan aşağı, Wuchang Kasabası’nın dışına doğru yola çıktı. Yol boyunca mırıldanarak yürüdü ve kısa sürede varış noktasına ulaştı: Turna Dönüşü Tepesi. Efsanelere göre bir kişi öldüğünde, bir turna uçarak onu göklere taşırmış. Halk bu güzel hayale tutunmuştu ama gerçekte burası mezarlıktı. Wuchang Kasabası’nın ölüleri burada toprağa veriliyordu, kemikleri bu çamurun içinde yatıyordu.
Mo Ran vakit kaybetmedi. Mezar sıraları arasında sessizce ilerledi, gözleri mezar taşlarının üzerindeki isimleri taradı. Derken bir mezar önünde durdu—önüne taze meyve ve buharda pişmiş çörekler konmuştu, üzerindeki yazılar hâlâ yeniydi. Elini uzattı, parmaklarını yumruk yaptı. Toprak çatladı, yer yarıldı ve kumlu zeminin altında basit bir tabut ortaya çıktı.
Küçükken yaşadığı bir deneyim nedeniyle Mo Ran cesetlerden ne korkuyordu ne de ölülere bir saygı besliyordu. Toprak yığınının üzerinden aşağı atladı, kutsal silahını çağırdı, tabutun kapağını kaldırıp tekmeyle yana itti.
Ay ışığı, ölü adamın yüzüne vuruyordu. Mo Ran boynunu uzattı, sanki kasaptaki domuz etini inceler gibi cesedi dikkatle inceledi. Yaşlı biriydi, yeni gömülmüştü; cenaze giysileriyle sarılıydı, yüzü solgun ve buruşuktu, yanakları çökmüştü. Mezarlığın konumu pek iyi değildi, ailesinin cesedin korunmasına gücü yetmemişti, bu yüzden tabut fena hâlde kokuyordu. Etinin bazı kısımları çoktan çürümeye başlamıştı, kıpır kıpır kurtçuklarla doluydu.
Mo Ran kaşlarını çattı, kokuyu umursamayarak zincir örgülü eldivenlerini geçirdi. İhtiyarın boynundan tuttuğu gibi onu tabuttan çıkardı. Cesedin başı sertçe öne düşmüştü. Mo Ran’in gözleri buz gibiydi. Şimşek hızında bir hareketle elini uzattı ve Zhenlong satranç taşını ihtiyarın göğsüne sapladı.
“Sakin ol, sakin ol.” Mo Ran cesedin yanağını neredeyse şefkatle okşadı, sonra aniden sert bir tokat attı. “Neden böyle asık suratlısın?” diye sırıttı. “Doğrul bakalım, tatlım.”
Bu kusurlu siyah taş güçlü cesetleri kontrol edemezdi ama böylesine zayıf bir ihtiyarı kolaylıkla kuklaya dönüştürebilirdi. Ceset titreyerek canlandı, eklemleri çatırdadı. Sıkı sıkıya kapalı göz kapakları aralandı ve yaşlı, puslu gözbebekleri ortaya çıktı.
“Adın ne?” diye sordu Mo Ran.
“Adımı söyleme hakkı bende değil.”
“Neredesin?”
“Yerimi söyleme hakkı bende değil.”
“Kaç yaşındasın?”
“Yaşımı söyleme hakkı bende değil.”
Mo Ran gözlerini kıstı, elindeki dokuz satranç taşına baktı. Eğer böyle cesetlerden piyon yapabilirse, bu saf siyah taşları üretmek için o kadar ruhani enerji harcamasına gerek kalmazdı. Yüzündeki gamzeleri derinleştiren o büyüleyici sırıtışıyla gülümsedi. Son soruyu yavaşça sordu: “Ne istiyorsun?”
“Ölüm cezası pahasına, çaba göstermekten kaçınmayarak senin piyonun olmayı.”
Mo Ran kahkahalara boğuldu. Bu sonuç onu fazlasıyla memnun etmişti. Elinde kalan satranç taşlarını kavrayarak dokuz ceset kuklası daha yaptı. Yalnızca eti henüz bozulmamış, çürümemiş taze gömülmüş cesetleri seçti.
Bu bedenler yaşlı ve zayıftı, en ufak bir rüzgârda devrilecek gibiydiler. Hiç güçleri yoktu, ama Mo Ran onlara bakarken gözlerinde delilik ve coşku kıvılcımları parladı. Qiankun kesesinden küçük kutulardan oluşan bir deste çıkardı ve birini açtı. İçinde biri dişi, biri erkek olmak üzere iki kıpkırmızı böcek kıvrılmıştı. Kuyruklarından ısırıp birbirlerine kenetlenmişler, ayrılmaz bir döngü oluşturmuşlardı.
“Pekâlâ, yeterince eğlendiniz. Artık bir ara verin— İşe yaramanın zamanı geldi,” diye gevşek bir ses tonuyla söylendi Mo Ran, çiftleşmekte olan böcekleri ayırırken. Erkek olanı aldı ve ilk yaptığı piyona, yaşlı adama döndü. “Beyefendi, o pis kokan ağzınızı bir zahmet açın lütfen.”
Yaşlı adam itaatkâr bir şekilde ağzını açtı, çürümüş dili göründü. Mo Ran erkek böceği ağzına attı. “Yut.”
Ceset hiç tereddüt etmeden, direnmeden ruh-yiyiciyi yuttu.
Mo Ran kalan erkek böcekleri de aynı şekilde diğer cesetlere yedirdi. “Tamam, şimdi tekrar uzanın ve dinlenin.”
Ertesi gün Mo Ran, yine kusurlu, çok az ruhani enerji gerektiren on tane siyah satranç taşı daha arıttı. Dişi ruh-yiyicileri bu taşların üzerine sabitledi ve bunları gizlice bazı düşük rütbedeki müritlerin bedenlerine yerleştirdi. Bu müritler sadece bel çevrelerinde hafif bir kaşıntı hissetmişlerdi—pek de endişe verici bir şey değildi. Artık Mo Ran’in tek yapması gereken beklemekti—ama sabırsız değildi. Kısa sürede dişi ruh-yiyiciler yumurtlayacak ve larvaları müritlerin kalplerinde büyüyecekti. Bu larvalar, cesetlerdeki erkek böceklerle rezonans hâline girecekti.
Bu şekilde, başta hiçbir bağlantısı olmayan iki satranç taşı eşleşmiş bir “ebeveyn-çocuk kukla çifti”ne dönüşecekti. Bu, uçurtma uçurmaya benziyordu: güçsüz cesetler ip görevi görüyordu, ipin bir ucu Mo Ran’in elindeydi, diğer ucu ise daha güçlü olan yaşayan müritlerdeydi. Mo Ran erkek böcekle cesedi yönlendirdiğinde, larva taşıyan canlı piyon da tıpkı onunla aynı hareketleri yapacaktı—”ortak kalp” dediği şey işte buydu.
Bu dehşet verici tekniği Mo Ran’in kendisi icat etmişti. Ondan önce Zhenlong Satranç Düzeni’ni denemeye kalkışanlar, ruhani enerjiden yana hiçbir eksiği olmayan, binlerce ya da on binlerce piyonu gözünü kırpmadan yaratacak kadar delirmemiş büyük zongshilardı. Böyle aşağılık hilelere ihtiyaçları yoktu.
O zamanlar Mo Ran, karanlık büyüye olan takıntısıyla öylesine kördü ki, ne kadar korkunç bir şey başardığının farkında bile değildi. Tüm efsun dünyası tarihinde kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmıştı—dağları yerle bir edebilecek kadar şeytani bir tekniği, herkesin uygulayabileceği bir hale getirmişti. Artık herkes bu gücü kendi çıkarı için kullanabilirdi.
“Ge!”
Yanından gelen bir bağırışla—Mo Ran kendine geldi. Gözlerinin önünde kan kırmızısı bir ışık çaktı. Huang Dağı’nda yuvalanan uğursuz zümrüdüanka ruhunun sarmaşıkları yine çoğalmıştı; ölümcül bir girdap gibi savrulup ona doğru atıldılar. Zümrüdüanka kuşu göklerin yaratığıydı, rüzgâr kadar hızlıydı. Mo Ran son anda kaçabilmişti; kolunda bir kesik açılmıştı, kan fışkırıyordu.
“İyi misin?!” diye bağırdı Xue Meng.
“Yaklaşma!” diye soludu Mo Ran. Kırmızı sarmaşıklar birer dokunaç gibi dalgalanıp, yeni saldırıya hazırlanırken gözleri soğuk ve keskindi. “Shizun’a git! Hemen!” diye haykırdı. “Ona durmasını söyle! Herkese durmalarını söyle!”
Kolundan kanlar süzülürken, Mo Ran elinde hem cesedin kalbini hem de satranç taşını sıkıca tutuyordu. Aklı karmakarışıktı, bin bir düşünce birbiriyle yarışarak dikkatini ele geçirmeye çalışıyordu. Artık şüphesi kalmamıştı: Bu, Ortak Kalp Dizilimi’ydi—önceki hayatında uyguladığından çok daha gelişmiş bir hâldeydi. İyileştirmelere rağmen temel kavram aynıydı: Larva beden, yalnızca ana beden hayatta tutulduğu sürece verilen komutlara itaat ederdi.
Mo Ran elindeki Zhenlong taşını tutarken tir tir titriyordu—kolundaki acıdan değil, bedenine tırmanan o soğukluk ve dehşetten ötürüydü. Artık emindi, bir başkası daha yeniden doğmuştu. Ama acaba bu yeniden doğmuş kişi, onun da mezardan tırnaklarıyla kazıyarak dönen bir hayalet olduğunu biliyor muydu? Eğer biliyorsa, o zaman…
Omurgasından yukarı buz gibi bir ürperti yükseldi; umutsuzluk, onu yutmakla tehdit ediyordu.
Taxian-jun’ün solgun yüzü gözlerinin önünde beliriyor gibiydi; imparatorluğun boncuklu tacı, kötü niyetli bir sırıtışla birlikte çıngırdıyordu. Tahtın en tepesinde oturuyordu, yanağını eline dayamış aşağıyı izliyordu. Soğuk ve alaycı bir sesle şöyle diyordu: “Haydi, kaç Mo-zongshi. Nereye kaçabileceksin ki?”
Hayaletimsi silüetler gelgit gibi yükseldi. Geçmiş hayatında katlettiği herkes, biriktirdiği tüm günahlar… Kanlar içindeki Shi Mei’i gördü; buz gibi solgun Chu Wanning’i gördü, beyaz ipek urganlarını yerde sürükleyen asılmış kadınları, bağırsakları dışarı taşmış hâlde yerde yatan parçalanmış adamları gördü.
Hepsi onun canını istiyordu.
“Ebediyen saklanamazsın. Başka biri daha biliyor—sen yalnızca iğrenç bir ruhun gizlendiği boş bir kabuksun. Affa layık değilsin, asla olmayacaksın.”
Mo Ran gözlerini kapattı. Eğer bütün bunların arkasındaki kişi onun yeniden doğduğunu biliyorsa… Eğer geçmişte yaptıklarının hepsini ortaya dökerse… O zaman… Ne yapardı?
Düşünmeye dahi cesaret edemedi.
Yazarın Notları:
Boss: Bayılıyorum buna ya—ben seni net olarak görüyorum ama sen beni bir gram göremiyorsun!
Köpekçik: Sen de kimsin?!
Boss: Ben mini minnacık bir yeşil ejderhayım~ Bir ton minnoş sırrım var~
Köpekçik: …Defol!