On günlük oruçları sona erdiğinde, Nangong Si ve Ye Wangxi, Jiao Dağı’na doğru yola koyuldular. Naobaijin ağır yaralanmıştı ve efendisini bu uzun yolculukta taşıyamazdı. Kocaman ruhani kurt, kendini bir adamın avuç içi kadar küçük bir yavru köpeğe dönüştürmüş, Nangong Si’nın ok kılıfına kıvrılıp girmişti; tüylü kafası dışarı sarkıyordu.
Mo Ran, sektin ana kapısında onlara veda etti. Yanında getirdiği atın yelesini okşayarak sırıttı: “Jiao Dağı’na gitmek uzun bir yolculuk, kılıç üzerinde yolculuk yapmak da fazlasıyla yorucu. Bu atları alın. Ruhani otlarla yetiştirildiler, bir günde yüzlerce mil gidebilirler. Naobaijin’le boy ölçüşemezler belki ama sizi dağa güvenle ulaştırırlar.”
İkili atlarına atladı. Nangong Si, eyerin üstünden ellerini birleştirerek saygıyla başını eğdi. “Teşekkürler, Mo-xiong. Bize daha fazla eşlik etmene gerek yok. Umarım yollarımız yakında yine kesişir.”
“Mn, kendinize dikkat edin. Güvende kalın.”
Mo Ran, kapıda durup Nangong Si ve Ye Wangxi’nin uzaklaşan siluetlerini izledi. Tam arkasını dönüp ayrılacakken, solundaki ormandan bir çıtırtı duydu; sanki bir dal kırılıp yere düşmüştü.
“Miyav…”
Mo Ran gözlerini kıstı. “Bir kedi mi?” diye mırıldandı.
Ye Wangxi ve Nangong Si yan yana dağdan aşağı iniyor, atlarını Wuchang Kasabası’na doğru kıvrılarak uzanan dar patikada sürüyordu. Güneş ışığı, üstlerini örten yoğun ağaç gövdesinden sızıyor, toynakların kaldırdığı tozları dans ederek parlayan zerreciklere çeviriyordu.
Nangong Si, Ye Wangxi’ye döndü. Daha ağzını açar açmaz, Naobaijin’in tüylü kafası ok kılıfından dışarı fırladı; ardından kar beyazı, altın pençeli iki patisi göründü. Küçük kurt yavrusu, başını geriye atarak acıklı iki uluma savurdu.
Nangong Si, dizginleri sertçe çekerek sıçradı. “Dikkat et!”
Dört bir yandan üzerlerine fırlayan oklar vızıldarken, atlar korkuyla kişnedi. Nangong Si ve Ye Wangxi aynı anda kılıçlarına davrandı, küçüklüklerinden kalma alışkanlıklarla tek kelime etmeden havaya sıçradılar. Nangong Si’nın kılıcı sola savrulurken, Ye Wangxi’ninki sağda dans etti. Metalik çınlamalarla, zehirli armut çiçeği iğneleri yere düştü. Ye Wangxi bir tılsım fırlatıp etraflarına bir bariyer indirdi.
“Kim var orada?!” diye haykırdı Nangong Si.
Üstlerinde bir gölge belirdi, oysa gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Başlarını kaldırdıklarında bir adamın, bir ağaç dalının ucunda dikildiğini gördüler. Geniş kol yenleri rüzgârda dalgalanıyor, uzun sakalı uçuşuyordu. Parlak gökyüzünün önünde siluet gibi beliren adam, onlara yukarıdan, nefret dolu gözlerle bakıyordu.
Nangong Si, onun Jiangdong Salonu’nun eski liderinin kuzeni Huang Xiaoyue olduğunu hemen anlamıştı.
Huang Xiaoyue, Ye Wangxi’ye buz gibi bakışlar atıyor, yukarıdan kibirle sessizce bakıyordu. Etraflarından yaprak hışırtıları yükseldi; ormandan yüz kadar Jiangdong Salonu müridi çıktı. Her birinin alnında kırmızı bir halka vardı; bu, sektin seçkin öğrencisi olduklarının göstergesiydi.
Huang Xiaoyue sakalını parmağıyla döndürerek konuştu. “Sisheng Tepesi’nde kaldığınız zaman çok hoş geçmiş anlaşılan. Tam on gün oraya tıkıldınız—bu yaptığınız hiç hoş değil doğrusu.”
“Huang Xiaoyue, yine mi sen?” diye öfkelendi Nangong Si.
“Ne olmuş yani?” dedi Huang Xiaoyue sakinlikle. “Jiangdong Salonu’yla Rufeng Sekti arasındaki husumetten haberin olmadığını söyleme.”
“Linyi ile Sichuan arasında sektinizin dört saldırısını da püskürttük, ama hâlâ peşimizi bırakmıyorsunuz,” dedi Nangong Si dişlerini sıkarak. “Hangi husumetten bahsediyorsun—yetmedi mi? Yengen, kardeşini öldürdü, bunu da açığa çıkaran Xu Shuanglin’di. Ama hâlâ bizimle kavga ediyorsun—hiç mi utanman yok?”
“Utanmak mı? Asıl utanması gereken sensin, küçük gongzi,” diye hırladı Huang Xiaoyue. “Rufeng Sekti Jiangdong Salonu’nu mahvetti. Bunu inkâr mı ediyorsun?”
“Eğer Rufeng Sekti’nden intikam almak istiyorsan, adalet açık şekilde tecelli etsin,” dedi Ye Wangxi. “Ama sen yol ortasında pusu kurup suikast girişiminde bulunuyorsun.”
“Sessiz ol. Erkekler konuşurken kadınlar lafa karışmaz.” Huang Xiaoyue kol yenlerini savurdu. “Sırf o boktan yaşlı herif seni erkek gibi yetiştirdi diye kendini bir şey sanma. Ne yaparsan yap, salak bir cadalozdan fazlası olamazsın. Kadının yeri mutfaktır—kim olduğunu sanıyorsun da benimle böyle konuşmaya cüret ediyorsun?”
“Huang Xiaoyue, ağzını topla!” diye kükredi Nangong Si.
“Heh, ağzımı mı toplayayım? Haydi gerçekleri ortaya koyalım, olur mu?” Huang Xiaoyue parmağını tehditkâr biçimde Nangong Si’ya doğrulttu. “Senin baban evli bir kadını ayarttı, o kaltak da kardeşimi zehirleyip onun konumunu ele geçirdi. Ya şu kadın?” — Hışımla parmağıyla Ye Wangxi’yi gösterdi. — “Onun piç yifusu Jiangdong Salonu’nun tüm kirli çamaşırlarını dünyaya duyurdu, itibarımızı lekeledi. Bugün buraya, Jiangdong Salonu ve dünya adına adaleti sağlamak için en iyi dövüşçülerimizi getirdim!”
Gösterişli bir hareketle yere atladı, ardından alaycı ifadelerle dolu kalabalık müritler Nangong Si ve Ye Wangxi’ye doğru hücum etti.
Ama daha onlara ulaşamadan, yollarını kocaman bir alev duvarı kesti. Şiddetli rüzgârlar ağaçların arasından geçerek müritleri birkaç metre geriye savurdu.
“Mo-xiong?” diye haykırdı Nangong Si.
Gerçekten de bizzat Mo Ran’di bu. Elinde söğüt kırbacıyla Huang Xiaoyue’ye bakan bir ağacın üzerine indi ve buz gibi bakışlarını onun üzerine dikti.
Huang Xiaoyue bu karşılaşmayı beklemiyordu. İfadesi çirkinleşti, karşılık arar gibi etrafına bakındı. “Mo-zongshi, bugün dağdan inme sebebiniz nedir? Curcunayı izlemeye mi geldiniz?”
“Zongshi, müridinize neden bir ağaçta kedi taklidi yaparak saklandığını sormak istemez misiniz?”
Huang Xiaoyue’nin kaşları çatıldı, yüzü kendi adını çağrıştıran1 sarımsı bir renge büründü. Dişlerini sıkarak, “Zongshi bu sözleriyle ne demek istiyor?” dedi.
“Aslında bu soruyu ben size sormalıyım, Huang-qianbei2,” diye karşılık verdi Mo Ran. “Sisheng Tepesi’nin misafirlerine bizim topraklarımızda saldırdınız. Sektimizin toprağı çok mu temiz geldi de üzerine kan serpmek istediniz?”
“Artık dağın eteklerindeyiz; sektinizin burada söz hakkı yok. Ben ölmüş kardeşimin intikamını alıyorum—Mo-zongshi, fikrinizi soran olmadı!”
“Huang-qianbei’nin dediği doğru,” dedi Mo Ran. “Artık dağdan indik. Sisheng Tepesi, özel meselelerde araya girmemeli.”
Huang Xiaoyue burnundan soludu. “O hâlde çekil kenara!”
Ama Mo Ran kımıldamadı. Jiangui daha da parladı, kızıl yaprakları kan damlaları gibi ışıldıyordu. “Ama ya ben araya girmek istiyorsam?”
“Sen!”
Mo Ran’in yetenekleri konusunda hiçbir yanılsaması yoktu ama kan davası söz konusu iken geri adım atamazdı. “Mo-zongshi, Jiangdong Salonu’nu kendinize düşman etmeye mi niyetlisiniz?” diye tehditkarca homurdandı.
“Hiç de bile. Sadece misafirlerimin Sichuan’dan sağ salim çıkmasını sağlamak istiyorum,” dedi Mo Ran. “İster Jiangdong Salonu olsun, ister Jiangdong Duvarı—karşımda kim olursa olsun fark etmez.”
Huang Xiaoyue gözlerini kıstı. Gözlerinde öyle bir nefret vardı ki sanki alev alıp Mo Ran’i ve üstünde durduğu selvi ağacını küle çevirecek gibiydi. “Bu iki Rufeng Sekti haşeresini korumakta ısrar mı ediyorsun?”
“Haşere mi?” Mo Ran soğuk bir tonla sordu. “Qianbei, lütfen beni aydınlatın: Ye Hanım ile Nangong-gongzi’nın Jiangdong Salonu’nun başına gelenlerle ne ilgisi var?”
Huang Xiaoyue cevap vermedi.
“Jiangdong Salonu’nun iktidar kavgalarını onlar mı başlattı? Skandallarını onlar mı ortaya çıkardı?” Mo Ran, Huang Xiaoyue’ye bakarak devam etti. “Önceki sekt liderini onlar mı öldürdü? Kardeşine tuzak kuran onlar mıydı?”
“Ne fark eder?!” diye kükredi Huang Xiaoyue öfkeyle. “Oğul, babanın borcunu öder! Dünya düzeni böyledir!”
“Öyle mi?” dedi Mo Ran umursamazca. “Daha fazla laf kalabalığına gerek yok, Huang-qianbei. Bırakalım silahlarımız konuşsun.”
“Mo Weiyu!” Huang Xiaoyue öfkeyle bağırdı. “Bu yaptığın tamamen mantık dışı!”
Tam o anda, dağ yolundan keskin ve kibirli bir ses yükseldi: “Ne ilginç—burada mantıksız olan kim acaba?” Xue Meng, elinde Longcheng’ı savurarak ormandan çıktı; buz gibi gümüş kılıcı güneşte göz kamaştırıyordu. “Sanki istediğinizi öldürebileceğinizi sanıyormuş gibi kapımın önünde katliam çığlıkları atıyorsunuz—Jiangdong Salonu Sisheng Tepesi’ndeki herkesin öldüğünü mü zannediyor? Belanızı mı arıyorsunuz?”
Huang Xiaoyue, Mo Ran’le bire bir dövüşte galip gelemeyeceğini biliyordu ama Mo Ran başkalarıyla savaşırken, Nangong Si ile Ye Wangxi’yi öldürmek için fırsat kollayabilirdi. Fakat şimdi Xue Meng da ortaya çıkmıştı—Ruhani Dağ Turnuvası’nda birinci olmuş, göklerin sevgilisi. Elindeki Longcheng kılıcının korkunç kudretini bilmeyen mi vardı?
Bu iki kuzen, Nangong Si ve Ye Wangxi’yi savunmak için sektlerinin dışına kadar gelmişti. Huang Xiaoyue’nin ne kadar gizli kozu olursa olsun, artık ikisini de gafil avlaması imkânsızdı.
Ancak Xue Meng’ın gelişiyle Mo Ran’in yüzü ciddileşmişti. “Geri dön,” dedi Xue Meng’a.
“Yardım etmeye geldim—”
“Bunu kendi irademle yapıyorum; bunun Sisheng Tepesi’yle bir ilgisi yok. Karışma.”
Mo Ran kaşlarını çattı. Bu çocuk neyin peşindeydi? Jiangdong Salonu’nun gücü zayıflamış olsa da yukarı efsun diyarı arasında hâlâ dokuz büyük sektten biriydi ve hafife alınmamalıydı. Üstelik, Jiangdong Salonu’nun eski liderinin yeğeni, Huohuang Köşkü’nün kıdemli müritlerinden biriyle evliydi. Eğer Xue Meng, Mo Ran’e yardım ederse, bu Sisheng Tepesi’nin yalnızca bir değil, iki yukarı efsun diyarı sektiyle düşman olması anlamına gelirdi. Bu kabul edilemezdi.
“Geri dön,” dedi Mo Ran bir kez daha.
Ama Xue Meng bu tür incelikleri anlayamayacak kadar toydu; Mo Ran’in yardımını istememesine içerlemişti. Onlar birbirlerine bakarken, uzakta bir toz bulutu yükseldi. Bembeyaz bir at, sırtında pırıl pırıl beyaz giysilere bürünmüş ve arkasına bir pipa asmış güzel bir süvariyle birlikte onlara doğru ilerliyordu—Kunlun Taxue Sarayı’ndan kadın bir efsuncuydu bu.
“Acil! Acil haber var!” diye seslendi kaşları çatık bir halde, atını daha da hızlandırmıştı.
Dörtnala köşeyi döndü ve kendisini beklenmedik bir gerilim anının ortasında buldu. Atını sertçe dizginleyip durdurdu, eyerin üzerinden onlara şaşkınlıkla göz kırptı. “Acil—şey… Siz… Siz burada ne yapıyorsunuz?”
Bu habercinin ani gelişi, Mo Ran ile Huang Xiaoyue’nin dövüşünü başlamadan sona erdirmişti. Xue Zhengyong’un davetiyle, Huang Xiaoyue Sisheng Tepesi’ne çıktı, ardından Nangong Si ve Ye Wangxi de onu takip etti.
Sadakat Salonu’nda, Taxue Sarayı’nın habercisi saygıyla eğildi. Vermilyon rengi dudakları aralanırken duyurdu, “Size acil bir haber getirdim—Xu Shuanglin’in yerini bildiren bir iz bulduk.”
Ye Wangxi’nin yüzünün rengi soldu.
“Sektimiz, Xu Shuanglin’in izini sürebilmek için on bin yeşim kelebeği gönderdi,” diye devam etti haberci. “Bu sabah, ikisi geri döndü. Huang Dağı civarında bir ruhani çalkantının izlerini keşfettiler. Saray liderimiz, Xu Shuanglin’in oraya sığınmış olabileceğini düşünüyor. Hemen büyük sektlere haber verilmesini emretti ki bir araya gelip bu durumu görüşebilesiniz.”
Xue Zhengyong’un ağzı kulaklarına varmıştı. “Onu buldunuz mu?”
“Henüz kesin bir şey yok,” dedi haberci. “Ama yeşim kelebekleri son günlerde Huang Dağı’nda inatçı bir kan kokusunun dolaştığını tespit etti. Xu Shuanglin’in orada saklanıyor olma ihtimali yüksek.”
Xue Zhengyong ellerini bir kez çırptı ve ayağa fırladı. “Harika! Şimdi elimizde bir ipucu olduğuna göre, kaybedecek zaman yok. Saray liderinin düşüncesi neymiş?”
“Sizinle aynı fikirde, Sekt Lideri. Zaman çok değerli, bir an önce araştırma yapılması gerektiğini düşünüyor.”
“Mükemmel!” Xue Zhengyong, Huang Xiaoyue’ye döndü. “Huang-daozhang, neden birlikte gitmiyoruz? Başınıza gelenlerin asıl sorumlusu Xu Shuanglin. Onu yakalarsak, kardeşinizin intikamını alabilirsiniz.”
Huang Xiaoyue’nin kalbi göğsünde sertçe attı. Xu Shuanglin’i kendi başına öldürmesi neredeyse imkânsızdı. Üstelik, kardeşiyle ilgili şu intikam sözleri aslında tamamen bahaneydi. Sonuçta, genç Nangong Si ile Ye Wangxi’nin, kardeşinin ölümüyle doğrudan bir ilgisi yoktu. Huang Xiaoyue sürekli kardeşi için adalet istediğini söylüyordu ama asıl amacı farklıydı. Son kriz, Jiangdong Salonu’nun gücünü epeyce azaltmıştı ve Huang Xiaoyue uzun zamandır Rufeng Sekti’nin gizli bir defineye sahip olduğu söylentilerini duymuştu. Nangong Si ile Ye Wangxi’yi ele geçirip, atalarının mührünü açmaya zorlayabilirse, bu hazineler onun olabilirdi.
Kol yenlerinin içindeki yumruklarını sıktı. Bir süre düşündükten sonra, zoraki bir şekilde gülümsedi, yüzü kurumuş mandalina gibi kırışmıştı. “Xu Shuanglin’in gerçekten Huang Dağı’nda olup olmadığı henüz belli değil,” dedi. “Jiangdong Salonu ile Rufeng Sekti arasındaki köprüler çoktan yıkıldı. Bu artık sadece benim kişisel meselem değil, tüm sektlerin itibarı söz konusu. Bu da dikkatli bir değerlendirme gerektiriyor.”
“Makûl,” dedi Xue Zhengyong. “Önce Xu Shuanglin’i bulup sizin meselenizi çözelim, Rufeng Sekti’nden alacağınız hesapları sonra halledersiniz.”
“İlginç bir teklif, Xue-zhangmen. Ama Rufeng Sekti artık sadece kavruk bir toprak parçası. Hesabımı almak için nereye gitmeliyim sizce?”
“Orasını bilemem—Huang-daozhang, o sorunun cevabını siz bulmalısınız,” diye güldü Xue Zhengyong. “Madem Rufeng Sekti artık bir moloz yığınından ibaret, bu iki genci ortadan kaldırmak için neden bu kadar acele ediyorsunuz?”
“Seni!” diye tısladı Huang Xiaoyue, somurtarak kol yenlerini savurdu. “Bu benim meselem.”
“Az önce tüm sektlerin itibarından bahsediyordunuz, şimdi ise benim meselem diyorsunuz?” dedi Xue Meng gülümseyerek. “Jiangdong Salonu, yukarı efsun diyarının dokuz büyük sektinden biri—biraz daha tutarlı olsanız daha iyi olmaz mı?”
Huang Xiaoyue hatalı olduğunu biliyordu ama söyleyecek bir karşılık bulamayınca, sessizce Xue Zhengyong’a öfkeyle bakmakla yetindi. Sonunda kollarını silkeleyerek dönüp kapıya doğru yürüdü, arkasından Jiangdong Salonu’nun müritleri onu takip etti. Kılıcına atlayarak kalabalığı Sisheng Tepesi’nden çıkarıp Huang Dağı’na doğru yönlendirdi.
Ye Wangxi pişmanlıkla ezilmişti. “Xue-zhangmen, bu sıkıntı için çok üzgünüm. Biz—”
“Bir avcı, ağına düşen yavru bir kuşu öldürmez,” dedi Xue Zhengyong. Jiangdong Salonu’nun grubu uzaklaşırken yüzündeki gülümseme silindi ve gözleri soğuklaştı. “Jiangdong Salonu haddini aştı.” Salonun dışındaki güneş ışığına bakarken kaşlarını hafifçe çattı. Sonunda iç çekti. “Hadi, Huang Dağı’na gidelim.”
Sisheng Tepesi’nden gelen grup, uzun bir kılıç yolculuğuyla Huang Dağı’na doğru yola çıktı. Dağa vardıklarında, diğer dokuz büyük sektten çok sayıda efsuncu dağın eteğinde toplanmıştı bile. Belirsiz yüzler bir sazan sürüsü gibi oradan oraya koşturuyordu, telaşlarının sebebi açık değildi.
Chu Wanning kılıcından ilk inen kişi oldu. Yere ilk adım attığında hafifçe sendeledi, yüzü bembeyazdı. Neyse ki teni zaten solgundu, bu yüzden kimse bir tuhaflık fark etmemişti—Mo Ran dışında. Kimse bakmazken Chu Wanning’e yanaşıp elinin arkasını hafifçe okşadı. “Shizun, gerçekten çok iyi uçtun.”
“Hım?”
“Gerçekten,” diyerek gülümsedi Mo Ran.
Chu Wanning boğazını temizledi ve başka tarafa baktı. Gözlerini Huang Dağı’nın zirvesine kaldırdığında, tepenin gözle görülür şekilde uğursuz bir qi sisine bürünmüş halde olduğunu gördü. Şu anda, diğer sekiz sekten liderler dağın eteğinde öne geçmişti. Ellerini kaldırmış, önlerindeki devasa bir bariyere ruhani enerji aktarıyorlardı. Xue Zhengyong yere inip yardım etmek için aceleyle koştu.
Sisheng Tepesi’nin diğer efsuncuları da birer birer geldi. Xue Meng, Mo Ran ve Chu Wanning’in yanına çevikçe indi, önlerindeki manzaraya kaşlarını çatarak baktı. “Ne yapıyorlar? Neden dağa çıkmıyoruz?”
“Çıkmıyoruz değil—çıkamıyoruz,” dedi Mo Ran.
“Neden çıkamıyoruz?” diye sordu Xue Meng, kafası karışmış halde.
“Huang Dağı, efsun dünyasının dört büyük uğursuz dağından biridir,” dedi Chu Wanning. “Garip bir yerdir, öyle kolayca girilemez.”
Xue Meng afallamıştı. “Dört büyük kutsal dağı duymuştum ama dört büyük uğursuz dağ diye bir şey bilmiyordum. Hangi dağlar bunlar?”
“Jiao Dağı, Kabuk Dağı—”
“Kabak Dağı mı?” dedi Xue Meng inanamayarak.
“…Kabuk, Xuanwu’ya—Ebon Kaplumbağası’na atıfta bulunuyor.”
“Oohhh.” Xue Meng’ın yanaklarına bir kızarıklık yayıldı. “Hı-hı.”
“Liao Dağı ve işte burası—Huang Dağı.” Chu Wanning duraksadı. “Bunlar, efsun dünyasının kanlı geçmişinin kalıntıları. Günümüzde artık pek konuşulmazlar. Ben de ancak bazı eski, unutulmuş kayıtlarda rastladım.”
“Ama zaten uğursuz dağlar neden var ki?”
Chu Wanning kendi sorusuyla yanıt verdi. “Rufeng Sekti’nin kurucusunun uğursuz jiao ejderhasını nasıl alt ettiğini hatırlıyor musun?”
“Hatırlıyorum,” dedi Xue Meng. “Jiao, Doğu Denizi’ne musallat olmuştu. Rufeng Sekti’nin kurucusu bu canavarı yendi, onu Altın Davul Pagodası’na mühürleyip kendi çıkarlarına alet edebilmek için bir kan akdi yaptı. Kurucunun ölümünden sonra jiao bir dağa dönüştü. Kasları toprağa, kanı nehirlere, kemikleri kayalara, pulları ise yamaçlardaki ormanlara dönüştü. Tepe, Rufeng müritlerinin nesiller boyu mezarlarını korur; bu yüzden Jiao Dağı’na kahramanların mezarı derler.”
Chu Wanning başını salladı. “Kesinlikle. Jiao Dağı, Gökmavisi Ejderha’nın kötü ruhundan oluşmuştu. Dört uğurlu canavardan3 oluşan takımyıldızları biliyorsun—Gökmavisi Ejderha, Vermilyon Kuş, Beyaz Kaplan ve Ebon Kaplumbağa. Bu canavarlar dört ana yönün efsanevi koruyucularıdır, ama soylarından gelen bazıları dünyaya felaket saçan kötü varlıklardır.”
Xue Meng’ın yüzünde bir anlayış ifadesi belirdi. “Yani diğer uğursuz dağlar da habis ruhlardan mı oluşmuş, tıpkı Jiao Dağı gibi?”
“Mn.”
“O zaman Huang Dağı… Vermilyon Kuş’un soyundan mı geliyordu?” Xue Meng hızla dönüp dağın üzerindeki uğursuz sisin içinde çömelmiş bir canavar gibi duran zirveye baktı. Merkez zirve dik ve sarp, ama yanlarındaki yamaçlar alçaktı—tıpkı boynunu uzatarak öten bir anka kuşu gibi.
“Evet,” dedi Chu Wanning. “Dört uğursuz dağın her biri kendine has tehlikeler taşır. Örneğin, Rufeng soyundan gelen biri eşlik etmedikçe Jiao Dağı’na kimse tırmanamaz. Ejderha kası sarmaşıkları izinsiz girenleri çamura sürükler ve canlı canlı gömer. Huang Dağı da buna benzer.”
“Garip.” Xue Meng bariyerin önünde sıralanmış sekt liderlerine, aralarında babası da olan kalabalığa baktı. “Herkes Jiao Dağı’nın Rufeng’e ait olduğunu biliyor. Peki Huang Dağı? Vermilyon Kuş’u alt edenin soyundan geleni bulup getirmemiz yetmez mi?”
Mo Ran sonunda sessizliğini bozdu. “Eğer o soy hâlâ yaşıyor olsaydı, evet. Ama kısa süre önce bir kazada hayatını kaybetti.”
Xue Meng gözlerini kırpıştırdı. “Onu tanıyor muydun?”
“Tanıyordum,” dedi Mo Ran kayıtsızca. “Hepimiz tanıyorduk.”
Yazarın Notları:
Mini Tiyatro: “Yarın Biri Ölecek”
Mo Ran: Büyük final bölümü için ön ısınma olarak, yarın biri ölecek.
Xue Meng: Ölen ben değilim.
Nangong Si: Ölen önemli bir karakter değil.
Ye Wangxi: Figüran biri. Belki kim olduğunu bile artık hatırlamıyorsunuzdur.
Chu Wanning: Özür dilerim, ona laflar söylemiştim. Benim hatam. İnsanları dış görünüşe göre yargılamamalıyım, özür dilerim.
Xue Zhengyong: Bence kimse onun için üzülecek değil.
Wang Hanım: Sonuçta, onun repliği benimkinden bile azdı.
Mei Hanxue: …Aslında bir şey demeyecektim ama yukarıdaki cümleyi görünce açıklama yapmam gerektiğini düşündüm: O az repliği olan kişi ben değilim.
Dipnotlar
- 黃 “Huang” aynı zamanda sarı demektir.
- “Qiánbèi” (前輩) kelimesi, bir kişiden yaş, deneyim, kıdem veya statü açısından daha büyük ve daha tecrübeli birini saygıyla ifade etmek için kullanılır.
- Çin mitolojisinde Dört Semavi Muhafız (四象 / Sì Xiàng) ya da bazen Dört Uğurlu Canavar olarak bilinen bu figürler, dört ana yönü, mevsimleri, elementleri ve zodyak burçlarını temsil eder. Yönleri ve elementleri:
Gökmavisi Ejderha: Doğu, Ağaç
Beyaz Kaplan: Batı, Metal
Kara Kaplumbağa: Kuzey, Su