ERHA – 194. Shizun, Artık Sevdiğin Ran-Mei Değil Miyim?”

>> Yorumlarda spoiler vermek yasaktır!

               Chu Wanning bu saçmalıkla uğraşamayacak kadar doluydu. “Ne karısı? Sen bir adamsın, nasıl yüzün kızarmadan böyle şeyler söylersin…”

               Mo Ran daha da parlak bir şekilde gülümsedi. “O halde, sen beni karın yapmadıysan, ben mi seni yaptım?”

               Bu, Chu Wanning’i öfkeden deliye döndürdü. Ancak sadece öfkelenmekle kalmadı, utanmıştı da. Mo Ran’e, şehvet kabağının aldığı şeklin, Chu Wanning’in rüyalarına giren o solgun tenli hayalet, yani o Mo Ran olduğunu söyleyemezdi. Dahası, o rüyalarda yaşadıkları yoğun ve müstehcen bağları da açığa vuramazdı.

               Derler ya, ağaca nasıl kabuk gerekse insana da yüz gerek. Kıdemli Yuheng’ın onuru her şeyden önemliydi. Chu Wanning kol yenlerini savurdu: “Eğer böyle saçmalamaya devam edeceksen, defolabilirsin. Yasaklandın.”

               Beklendiği gibi, Mo Ran hemen uslu durdu. Dudaklarını büzdü, karanlık ve ışıl ışıl gözlerle Chu Wanning’e üzgün bir şekilde baktı, ardından yanağını okşadı. Sesi yumuşak ve şımarık bir mırıldanma gibiydi. “Tamam, tamam, artık soru sormayacağım. Canım Shizun’um, beni kovma.”

               “Shizun de, canım deme.” Mo Ran’in bu şefkat dolu hitabı, Chu Wanning’in kalbini eritiyordu; buna katlanamıyordu. Yine de ifadesiz bir şekilde Mo Ran’i kendinden uzaklaştırdı. “Rasgele lakaplar takmayı bırak.”

               “Ama sadece Shizun demek hiç sevgi dolu değil.”

               “Öyle mi?”

               Mo Ran onu ikna etmeye çalıştı. “Bak, başkalarının önünde sana Shizun diyorum, ama yalnızken de Shizun demem çok sıkıcı olmaz mı? Sence de öyle değil mi?”

               Chu Wanning bu oyuna gelmiyordu. “Değil.”

               Mo Ran başka bir yola başvurdu, Chu Wanning’in kollarını çekiştirerek, “Shizun, Shizun, Shizun,” dedi. Ses tonu baldan tatlıydı ve Chu Wanning’in tüylerini diken diken etti.

               Sabrının sonuna gelen Chu Wanning, bir kitabı Mo Ran’in yüzüne vurdu. “Kes sesini.”

               Kitap kalındı ama o kadar hafif vurmuştu ki, hiç acıtmamıştı. Mo Ran gülümseyerek kitabı indirip o eşsiz yakışıklılıktaki yüzünü ortaya çıkardı. “Endişem şu ki, eğer sana böyle hitap etmeye fazla alışırsam, bir gün başkalarının önünde kazara böyle derim. Bu yüzden başka bir terim kullanmak daha iyi.”

               Chu Wanning kaşlarını çattı. “Peki ya başka bir terime alışıp onu da başkalarının önünde kullanırsan?”

               Mo Ran iç çekti. “Neden hiçbir zaman oltaya gelmiyorsun?”

               Chu Wanning’in sabrı taşmak üzereydi. Hoşnutsuz bir şekilde tamamen kendi kitabına döndü, masanın üzerine yayılmış, saçlarını üfleyen müridini görmezden geldi. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra, Mo Ran hüzünlü bir tablo çizerek konuştu. “Sadece Shizun’dan biraz özel muamele istemiştim.”

               “Hım?”

               “Hem Shi Mei hem de Xue Meng sana Shizun diyor. Ben de Shizun dersem, hiçbir farkımız kalmaz. Çok… Çok bir şey istemiyorum… Sadece başka bir isim istiyorum, yalnızca benim sana söyleyebileceğim bir isim.”

               Chu Wanning fırçasını bıraktı ve sırtını dikleştirerek ona döndü. 

               “Zaten çok sık kullanacak değilim,” dedi Mo Ran, uzun kirpiklerini indirerek burnunun üzerinde bir gölge bıraktı. “Sadece bazen… Bu da mı olmaz?” 

               Chu Wanning onu sessizce süzdü. 

               “Tamam, sorun değil.” Mo Ran hayal kırıklığı içinde görünüyordu. “Yapmam. Önemli değil.” 

               Sonunda, Chu Wanning pes etti. On yıllık kıdemi bile bu genç adamın bitmek bilmeyen şımarıklığına ve yalvarmalarına karşı koyacak gücü ona verememişti. 

               Onay işareti üzerine Mo Ran’in yüzünde beliren parlak gülümsemeyi izlerken, Chu Wanning bir anda kandırıldığını hissetti. Sanki her zaman pençelerini gösteren sert ve korkutucu olan oydu, ama ne olursa olsun sonunda hep teslim olup Mo Ran’in her isteğini yerine getiriyordu. Bir balık gibi daireler çiziyor, sonunda ise bu Mo Ran isimli yemi yutuyordu. 

               “Ne dememi istersin?” diye sordu oltadaki yem. 

               “Ne istersen,” dedi Chu Wanning, yorgunca. 

               “Olmaz! Bu çok önemli.” 

               Mo Ran uzun uzun buna kafa yordu, ama hem zekâsı sınırlıydı hem de pek yaratıcı sayılmazdı. Bir süre düşündükten sonra risk alarak denedi: “Bebeğim?” 

               Chu Wanning o rüyayı hatırladı ve buna katlanamadı. “Hayır.” 

               “Chu-lang?” 

               Buna da dayanamadı. Yüzü karararak sordu: “O zaman sana Ran-mei1 mi diyeyim?” 

               “Ha ha, haklısın,” diye güldü Mo Ran, başını kaşıdı ve yeniden kaşlarını çatarak düşünmeye başladı. Ne yazık ki, kısıtlı ilhamını daha da zorlamış ve daha kötü bir öneriyle gelmişti: “Chu-lang bebeğim?”

               Bu öneri Mo Ran’e bile saçma gelmişti. Umutsuz bir şekilde alnını elleriyle kapattı. 

               Chu Wanning istemsizce gülümsedi. “Çabalamayı bırakabilirsin. Bu kadar çok düşünmenin ne anlamı var? Bu tür şeyler doğal gelmeli.” 

               Mo Ran içten içe katılıyordu, ama pes etmek istemiyordu. Sonunda gülümsedi. “O zaman ileride iyice düşüneceğim ve sana en uygun ismi bulacağım.” 

               Chu Wanning’in kitapları düzenlediği yerden onu çekip dizine oturttu. Elini Chu Wanning’in ensesine koyarak ona uzun uzun baktı. 

               Tedirginleşen Chu Wanning sordu: “Ne yapıyorsun…” 

               Mo Ran iç çekti. “Kendime engel olamıyorum,” diye mırıldandı. “Ne kadar bakarsam bakayım.” 

               “Saçma… Mıngh…” 

               Chu Wanning, daha fazla konuşamadan, dudakları ele geçirilmişti. Mo Ran’in ağzı onunki üzerinde hareket ediyor, tatlı dudakları alttaki ıslak sıcaklıkla harmanlanıyordu. Dizlerindeki adamı kollarına sarıp adeta yiyip yutarcasına tutkuyla öptü. 

               Dışarıda yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, dudaklarının ve dillerinin çıkardığı utanç verici sesleri bastırıyordu. Ayrıldıklarında, Chu Wanning ıslak gözlerini açtı. Hem Mo Ran’e bakmak istiyor hem de bakmaya cesaret edemiyordu. 

               Mo Ran gülümsedi. Onun çekingen olduğunu biliyordu; Chu Wanning’i kollarına çekip okşamaktan kendini alamadı. Kalp atışları birbiriyle uyum içinde bir melodi oluşturuyordu. “Sana ne dediğimin bir önemi yok.” 

               “Hım?” 

               “Hiçbir şey,” dedi Mo Ran, gülümseyerek. “Shizun en iyisi.” 

               Chu Wanning başını Mo Ran’in omzuna yasladı. Bu his tatlıydı ama aynı zamanda bir o kadar da kırılgandı. Mo Ran’in dizinde otururken, altındaki sıcak ve sert şeyi net bir şekilde hissedebiliyordu. Kulaklarından duman çıktığını düşündü. 

               Uzun bir sessizliğin ardından fısıldadı: “Gerçekten…” 

               Mo Ran boğazını temizledi. “Önemli değil.” 

               “Sana yardım edebilirim…” derken Chu Wanning’in yanakları alev alev yanıyordu. 

               “Gerek yok,” diye aceleyle araya girdi Mo Ran. “Shizun’un birazdan kıdemli toplantısına gitmesi gerekiyor.” 

               Chu Wanning su saatine baktı. “Henüz on beş dakikam var, sanırım…” 

               “Yetmez,” dedi Mo Ran, rahatsız bir şekilde. 

               “Ha?” 

               “O kadar çabuk gelemem.” 

               Chu Wanning ona baktı. Anladığında, saç diplerine kadar kızardı. Hemen Mo Ran’in dizinden kalkıp bir adım geri çekildi. Sonra bu davranışı kendine kızmasına neden oldu; bunu çok korkakça bulmuştu. Tekrar ileri adım attı. 

               Mo Ran onu sevimli buldu. Hiçbir şeyi saklamadan sandalyeye oturdu; kıyafetleri üzerindeyken bile, pantolonundaki çıkıntı şaşırtıcı derecede belirgin ve sanki bir adamın hayatını alacak kadar tehditkârdı. 

               “Daha fazla bulaşmayacağım.” Mo Ran, Chu Wanning’in bileğini yakaladı. Onu kendine çekip tekrar dudaklarını öpmek istemişti ama Chu Wanning’in tadı öylesine baştan çıkarıcıydı ki, tek bir ödün vermenin bile iradesini yok edeceğinden korktu. Dolayısıyla, yalnızca Chu Wanning’in elini tuttu, dudaklarına götürdü. Gözleri Chu Wanning’e sabitlenmişti; kirpiklerini indirip içten bir öpücük kondurana kadar bakışlarını hiç ayırmadı.

               Mo Ran, Chu Wanning’in elinin arkasını yaladı. “Shizun, çok tatlısın.” 

               Sichuan’da yağmur iki hafta daha yağmış, ardından bulutlar dağılıp güneşli bir gün açmıştı. 

               Mo Ran, bambu ormanındaki bazıları sığ, bazıları derin olan göletlerin sularından yürüyerek geçti. Bugün sabah eğitimi yeniden başlamıştı, ama Chu Wanning ortalıkta yoktu. Hızlı bir soruşturmayla onu ormanın arka tarafında buldu; görünüşe göre, Xuanji’nin bazı kalın kafalı müritlerine yıldız fırlatma sanatını öğretmeye gitmişti. 

               Mo Ran, eğitim alanına varmadan önce Chu Wanning’in sert sesini duydu. “Ellerinizi rahat bırakmalısınız. Yıldızı işaret ve yüzük parmaklarınızın arasında tutun. Ruhani enerjinizi parmak uçlarınızda yoğunlaştırın. Işık altın bir renkle parladığında, hedefinize doğru bırakın.” 

               Şırrrk.

               Ses bile Mo Ran’e müritlerin başarısız olduğunu söylemek için yeterliydi. Yürek parçalayıcı bir şekilde iç çekmişlerdi. 

               “Ah, bu çok zor.” 

               “Kıdemli, tekrar gösterebilir misiniz?” 

               “Işık altın rengini aldığında, yıldızın yüzeyinin ısındığını hissedeceksiniz,” dedi Chu Wanning. “Bunu hissedin, görmeye çalışmayın.” 

               “Hiç bakmadan hedefi vurabilir misiniz?” 

               Neşeli bir ses arkasından cevap verdi. “Tabii ki vurabilirsin.” 

               Chu Wanning döndü. “Burada ne yapıyorsun?” 

               “Mo-shixiong,” dedi yeni müritler hep bir ağızdan. 

               Aralarında oldukça güzel bir kadın mürit de vardı. Mo Ran’i görür görmez yüzü kızardı, diğerleriyle birlikte aceleyle selam verdi. 

               Mo Ran, Xuanji’nin müritlerini pek umursamadan doğrudan Chu Wanning’e doğru yürüdü. “Shizun, neden gözlerini bağlayıp onlara nasıl yapıldığını göstermiyorsun?” 

               Chu Wanning tereddüt etti. “Olur.” 

               İzni alan Mo Ran, kendi açık mor, üç parmak genişliğindeki saç kurdelesini çıkardı ve Chu Wanning’in gözlerine örttü. Kurdeleyi sıkıca, ama acıtmadan bağladı; kurdelenin ipeksi dokusu akan su gibi hissettiriyordu. Uçları rüzgârda dans ediyordu. 

               “Uçan yıldız,” dedi Chu Wanning. 

               Kıdemli Xuanji’nin müritlerinden biri öne çıkıp Chu Wanning’e bir uçan yıldız verdi. 

               “Üç tane,” diye ekledi Chu Wanning. 

               “Ha?” Şaşıran mürit, silah kesesinden iki yıldız daha çıkararak Chu Wanning’e uzattı. 

               Chu Wanning, ince ve solgun parmaklarıyla soğuk metal yüzeyini okşadı, dudaklarını birbirine bastırdı. Hiçbir kelime etmeden ya da duraksamadan, yıldızlar bilek hareketiyle ve anlık bir parıltıyla parmaklarının arasından fırladı.

               Kıling! Kılang! Çarpışmalarının sesi yankılandı. 

               “Aiya, tam hedefi vurdu! Tam ortadan! Ama… Sadece biri.” 

               Chu Wanning hiçbir şey söylemedi, ancak Mo Ran sakin bir şekilde cevap verdi: “Diğer ikisi arkanızdaki hedeflerde.” 

               Yeni müritler inanamayarak arkalarına baktılar. Kalan iki yıldız, karşıt yönlerdeki hedeflerin tam ortasına saplanmıştı. Sabah güneşi, yaprak hışırtısı sesleri gelen bambu ormanından aşağı süzülüyordu. Xuanji’nin müritleri nutku tutulmuş bir halde donakalmışlardı. 

               Chu Wanning, göz bağını çıkarmak için elini kaldırdı ve yarı kapalı anka gözleriyle titreyen kirpiklerini ortaya çıkardı. Kurdeleyi Mo Ran’e geri verdi. “Duyduğunuz ilk ses, üç uçan yıldızın havada çarpışmasıydı. Ruhani enerjinizi düzgün bir şekilde kontrol ederseniz, iki tanesini sektirip zıt yönlere uçmalarını sağlayabilirsiniz. Savaşta, bunu rakibinizi gafil avlamak ve ilk saldırı avantajını elde etmek için kullanabilirsiniz.” 

               Müritler birbirlerine bakışlar attılar. Gençlerden biri, heyecanla yüzü ışıldayarak haykırdı: “Kıdemli, b-bunu nasıl öğrenebiliriz? Bir püf noktası var mı?”

               “Mo Ran,” dedi Chu Wanning. “Onlara ellerini göster.”

               Mo Ran gülümseyerek ellerini uzattı. Müritler, kendilerine gösterilecek püf noktasını öğrenmek için birbirlerini itip kakarak onun etrafında toplandılar.

               Uzun bir süre bakmalarına rağmen, hiçbir şey anlayamadılar. Fakat kadın müritlerden birinin kalbi hızla çarparken gözleri parlıyordu. O ve arkadaşları sekte yeni katılmışlardı. Henüz kendilerini tam olarak eğitime vermemişlerdi ve çoğu zaman dağdan inip keyif için kitaplar satın alıyorlardı. Onlar da bir keresinde Chu Wanning’in okuduğu o Tanrı Bilir Ne Sıralaması kitabını karıştırmışlardı. Kızlar boyut sıralamalarını gördüklerinde şok olmuş, kıkırdayarak birbirlerini dürtmüş ve birbirlerine takılmışlardı. Ancak utangaçlıkları, yatakhanelerinde fısıldayarak içeriği tartışmalarını engellememişti.

               “Duyduğuma göre bir erkeğin parmakları ne kadar uzunsa, o şey de o kadar büyük olurmuş,” demişti göğüslerinin büyüklüğü cesaretiyle denk olan yürekli bir shijie. “Bir fırsat bulduğumda, Mengpo Salonu’nda Mo-shixiong’un arkasına sessizce geçeceğim. Ellerinin ne kadar büyük olduğunu görmek istiyorum.”

               Sonrasında bu shijie gerçekten planını uygulamıştı. Ancak Mo Ran’in arkasında sıraya girebilmek için öyle bir hızla koşmuştu ki yanlışlıkla sıcak çorba dolu bir kâseyi devirmiş ve yarısını onun üzerine dökmüştü. Şok ve utanç içinde dudakları aralanmıştı.

               Ayakta titrerken, nazik ve zarif bir el kâseyi yerden alıp yerine koymuş, ardından ona yeni bir kâse uzatmıştı.

               “Dikkat et. Güzel yemeği ziyan edersen yazık olur.”

               Derin ve boğuk sesi müritte başını kaldıracak hal bile bırakmamıştı. Yanakları kızarmış, hem yüzü hem de kâsesi buharla dolmuştu. Olan biten boyunca, Mo Ran’e yalnızca gizlice bakmaya cesaret edebilmişti; beline, kaslı ve düzgün hatlarına, geniş göğsünü çevreleyen yakalarına ve tabii ki en çok ellerine…

               “Şahane.” Döndüğünde, Mo Ran’in ellerini tanımlamak için bir sözlük dolusu kelime bile yeterli olmazdı. Tek uygun sıfat buydu. Odadaki tüm shimeiler sessizliğe gömülüp dudaklarını büzmüşlerdi. Kalpleri alev almış, vahşi ve müstehcen hayallerle yanıyordu.

               Şimdiki zamanda ise kadın müritlerin hayalleri, bir anda soğuk bir sesle kesildi. “Ne fark ettiniz?”

               Bir diğer öğrenci telaşla konuştu: “Kıdemli, lütfen bağışlayın. Bu mürit aptal ve hiçbir şey fark edemedi.”

               “Mo-shixiong’un eli özellikle güçlü görünüyor olabilir mi?”

               Herkes tahminde bulundu, lakin sıra ona geldiğinde ne diyeceğini bilemedi. Yüzü kızararak, “Parmakları çok uzun,” diye söyleyiverdi.

               Mo Ran şaşkına dönmüştü. Bu gençler neye bakıyordu böyle? Ellerini geri çekti ve başını kaşıyarak Chu Wanning’e döndü.

               Chu Wanning, Mo Ran’in parmaklarıyla ilgili yapılan yorumun ne anlama geldiğini bilmiyor olabilirdi ama aptal değildi—kadın müridin kızaran yüzüne tek bakış, bunun iyi bir şey olmadığını hemen anlamasını sağlamıştı. Yüzü karardı ve kol yenlerini geri savurdu. “Neye bakıyorsun sen öyle?”

               Bu görünür öfke, müritlerin korkuyla başlarını eğmesine neden oldu. Mo Ran, Chu Wanning’den sert biri olarak bahsedilmesini istemiyordu. Oluşan gerginliği hissettiğinden gülümseyerek durumu açıklamaya gönüllü oldu: “Nasır bunlar.”

               Chu Wanning’e bir bakış attı ve devam etti: “Parmak uçlarınızı defalarca yaralamanız, nasırların oluşmasına izin vermeniz ve tekrar tekrar kanatmanız gerekiyor. Yaklaşık yüz kez yaptıktan sonra, ruhani enerjinizi doğru bir şekilde kontrol edebileceksiniz. Bunun kestirme bir yolu yok.”

               Chu Wanning, öğlene kadar müritleri eğitti. Çoğu temel bilgileri az çok kavradığında, gitme vakti gelmişti. Bunlar başka bir kıdemlinin müritleriydi ve fazla detaya girmek Kıdemli Xuanji’yi gücendirebilirdi. Chu Wanning artık o dağlardan yeni gelmiş on beş yaşındaki ergen değildi; böyle toplumsal kuralların inceliklerini nihayet anlıyordu.

               O ve Mo Ran bambu ormanından çıkıp Naihe Köprüsü’ne vardılar. Birlikte, omuz omuza köprüyü geçtiler. Sarkan manşetlerinin altında, her adımda ellerinin sırtları hafifçe birbirine değiyordu. Bu kısa bir dokunuştu, ama kalplerini yumuşatıp eritiyor, baharın narin filizlerini ortaya çıkarıyordu.

               Etraflarında kimse yoktu. Mo Ran nihayet uzandı ve parmaklarını Chu Wanning’in parmaklarıyla birleştirdi. Ne yazık ki yakında ellerini ayırmak zorunda kalacaklardı, ancak her ikisinin de kulakları pembeleşmiş, boğazları kuru ve sıcaktı. Wuchang Kasabası’ndaki o yağmurlu geceden beri, birlikte yalnız kalma fırsatları pek olmamıştı. Kırmızı Lotus Köşkü’ndeki nadir buluşmalarında bile, sürekli olarak Xue Zhengyong’un aniden içeri girmesinden korkuyorlardı. Bu noktada, ellerin bir anlık teması, Mo Ran’in göğsünde alevleri tutuşturmak için yeterli olmuştu. “Shizun,” diye mırıldandı, “Bu akşam, gidebilir miyiz…”

               Henüz konuşurken, birinin kendilerine doğru koştuğunu gördü. Mo Ran hızla dikeldi, dudaklarını sıktı ve sessizleşip kenara çekildi.

               Yeni gelen kişi, hiçbir gariplik fark etmeden onlara yaklaşarak selam verdi. “Kıdemli Yuheng, acil bir durum var. Sekt lideri sizi hemen Sadakat Salonu’na çağırıyor.”

               “Ne oldu?” diye sordu Chu Wanning.

               “Misafirler geldi, Xu Shuanglin ile ilgili önemli bir bilgi getirdiler. Xue-zhangmen, tek başına nihai kararı veremiyor, bu yüzden tüm kıdemlileri sabah bir araya topladı. Bir siz kaldınız.”

               Xu Shuanglin’in adı, Chu Wanning’in aklındaki tüm duygusal düşünceleri silmişti. Hemen Sadakat Salonu’na doğru koşmaya başladı.

               Mo Ran bir adım geriden onu takip etti. “Beni bekle. Xu Shuanglin ile daha önce dövüştüm. Belki yardımcı olabilirim.”

               İki kişi hızla qinggong ile atlayarak Sadakat Salonu’na ulaştılar. Kapıyı açtıklarında, sessizlikle karşılaştılar. Xue Zhengyong ve kıdemliler dışında salonda kan içinde iki kişi duruyordu. Mo Ran’in bakışları, birinin sırtındaki tanıdık bir kını fark etti. Bir an sonra gözleri şokla genişledi ve yüzü anında soldu. “Ye Wangxi?!”

Yazarın Notları:

Mini Tiyatro “Fikrimi Değiştirdim”

Chu Wanning: Aşık olanlar nasıl böyle yapış yapış ve iğrenç lakaplar bulabiliyor, buna gerçekten dayanmak zor.

Mo Ran: +1

Chu Wanning: Shizun denir, en fazla isim söylenir, diğer tüm lakaplar gerçekten garip değil mi?

Mo Ran: Katılıyorum.

Chu Wanning: …Cidden katılıyor musun?

Mo Ran: Evet, fikrimi değiştirdim. Bence yatakta “Shizun, çok sıkı” “Shizun, rahat mısın?” “Shizun, tamamen ıslanmışsın” demek oldukça cezbedici bir anlam taşıyor.

Chu Wanning: …

Pebbles’tan Not: X’te (Twitter) Erha topluluğu açmayı düşünüyorum. Hepinizi beklerim. 🙂 Profilim için tık!

Dipnotlar

  1. Lang ve Mei: “-lang” ve “-mei” her ikisi de sevgiliye yönelik sevgi dolu hitaplar olup, sırasıyla erkekler ve kadınlar için yaygın olarak kullanılır.