ERHA – 191. Shizun, Xue Meng ve Ben…

               Chu Wanning dışında, Mo Ran için en önemli kişi Shi Mei idi. Mo Ran, bir zamanlar Shi Mei’e duyduğu şeyin aşk olduğunu sanmış, ancak sonra bunun böyle olmadığını anlamıştı. Yine de ona değer verip onu koruma niyeti hiç değişmemişti. Shi Mei’in yavaş yavaş yabancılaştığını hissetse de – bu güzel adam anılarındaki gençten tamamen farklı biri gibi görünse de – ve Shi Mei ilk wonton kâsesini sadece Chu Wanning’in emriyle getirmiş olsa da, Shi Mingjing hâlâ Shi Mingjing’di. Mo Ran karanlık ve hayal kırıklığı içinde boğulurken küçük bir gülümsemeyle ona el uzatan yol arkadaşıydı. Mo Ran yalnız ve üzgün olduğunda onu teselli eden shixiong’uydu.

               Düşününce, Shi Mei de bir yetimdi; dünyada ailesi yoktu. Xue Meng, Shi Mei ile dost canlısı olmasına rağmen kibirli ve gururluydu; onca yıl boyunca Shi Mei ona adıyla hitap etmemiş, yalnızca saygılı bir şekilde Genç Efendi unvanını kullanmıştı. Shi Mei’e gerçek anlamda arkadaşlık eden tek kişi Mo Ran’in ta kendisiydi.

               Ama ona zarar vermişti.

               Bambu ormanında saklanmış olan Xue Meng, kolları bağlı halde uzun bir süre izledi. Mo Ran, zihninde çok şey varmış gibi gümüş tarakla oynamaktaydı, hareketsiz duruyordu.

               Neredeyse bir saat bekledikten sonra hiçbir şey olmayınca, Xue Meng aptal olanın kendisi olup olmadığını merak etmeye başladı. Ne yapıyordu ki? Nasıl Shizun ile Mo Ran’in böyle yakın olduğunu düşünebilirdi? Beyni mi yok olmuştu…? Ne kadar uzun süre durursa o kadar tuhaf hissediyor, yaptıklarına anlam veremiyordu.

               Sonunda, Xue Meng dönüp gitmeye karar verdi—ama bu iki savaşçı kardeş aynı hamurdan yoğrulmuştu. Xue Meng de Mo Ran’le aynı hatayı yaptı: Gevşeyip adımlarına dikkat etmeyi unuttu.

               Mo Ran yerinden fırladı, sesi asılı tüllerin arasından yankılandı. “Kim var orada?”

               Ay ışığında, Xue Meng isteksizce ortaya çıktı, gözlerini kaçırarak boğazını temizledi.

               Mo Ran ona baktı. “Burada ne yapıyorsun?”

               “Çifte standart ha?” Xue Meng, Mo Ran’in gözlerinin içine bakamadı. Çok ikna edici konuşuyordu ama gözlerini kaçırıyor, yanakları kızarıyordu. “Ben de Shizun’u görmek istedim, o kadar.”

               Mo Ran, Xue Meng’ın onu takip etmiş olabileceğini aniden fark etti; bir an durakladı, ardından Xue Meng fark etmeden ifadesini düzeltti. “Madem buradasın, neden oturmuyorsun?” dedi.

               Xue Meng teklifi geri çevirmedi. Mo Ran’le birlikte bambu çardakta oturdu.

               “Çay mı, şarap mı?” diye sordu Mo Ran.

               “Çay,” dedi Xue Meng. “Şarap beni sarhoş eder.”

               Masada hem çay hem de şarap vardı. Mo Ran, küçük bir kırmızı kilden demliği ateşin üzerine koydu. Karanlıkta, ateşin ışığı biçimli yüz hatlarına yansıyordu. Sekiz hazine çayını demliğe koyup ocağa yerleştirdi. Kuzenler—biri bankın üzerine oturmuş, diğeri sütuna yaslanmış halde—suyun kaynamasını beklediler.

               “Niye bu kadar erken geldin?” diye sordu Xue Meng. “Shi Mei gece yarısına kadar kalmalıydı.”

               “Yapacak başka bir işim yoktu, neden olmasın.” Mo Ran gülümsedi. “Sen de aynı şeyi yapmadın mı?”

               Düşündüğünde, Xue Meng kabul etmek zorundaydı. Mo Ran de muhtemelen Shizun için endişelenmişti. Kuzeni, Semavî Yarık’taki savaştan sonra değişmişti. Onca yılın ardından, o eski kaba saba gençle alakası kalmamıştı. Chu Wanning’in kendi hayatını riske atarak kurtardığı mürit sonunda düzgün bir delikanlı olmuştu.

               Xue Meng kirpiklerini indirip bir an sessiz kaldı, ardından gülümsedi.

               “Ne oldu?” diye sordu Mo Ran.

               “Hiçbir şey. Sadece Shizun’un inzivaya çekildiği son seferi düşündüm. O zamanlar Shizun’a çok kızgındın. O on gün boyunca ona yalnızca bir kez bakıp onunla ilgilenmek için yeterince yetenekli olmadığını söylemiştin, sonra da kütüphanede babama yardım etmeye kaçmıştın. O zaman sana bu yüzden kinlenmiştim. Yedi yılda bu kadar değişeceğin aklıma gelmezdi.”

               Mo Ran sessiz kaldı. Sonunda, “Herkes değişir,” dedi.

               “O zamana geri dönsen yine kaçar mıydın?”

               “Sence?”

               Xue Meng ciddi ciddi düşündü. “Muhtemelen tüm o on gün boyunca Shizun’un yanında kalmaya çalışırdın.”

               Gözlerini aşağıya indiren Mo Ran güldü.

               “Hıh, neye gülüyorsun ki?” Xue Meng, bankın üstüne bir ayağını koyup dizine dirseğini dayayarak pozisyon değiştirdi. Başını arkaya yaslayıp kuzenine yan gözle baktı. “Şimdi ikimiz de Shizun hakkında aynı şeyleri hissediyoruz. Senin düşüncelerin benimkinden çok farklı değildir.”

               Mo Ran gözlerini indirdi. “Mn.”

               Xue Meng gözlerini kısarak ona baktı, sonra gözlerini saçakların köşelerinde sallanan çanlara çevirdi. “İyi, iyi. Shizun vefat ettiğinde, senin onun hayatı pahasına kurtulmana o kadar öfkelendim ki. Ama şimdi bakıyorum da, vicdansız biri değilsin.”

               Mo Ran nasıl karşılık vereceğini bilemedi, yine yalnızca “Mn,” dedi.

               Rüzgârın etkisiyle çanlar şıngırdadı.

               Bir süre sessiz kaldıktan sonra, Xue Meng kendini Mo Ran’e dönüp bakarken buldu. Gözleri parlıyor, kaşları çatılıydı. “Öhöm, aslında sana bir soru sormak istiyorum,” dedi.

               “Sor bakalım.”

               “Bana doğruyu söyle. O gün, o arka ormanda, siz…”

               Mo Ran, Xue Meng’ın bu soruyu uzun zamandır sormak istediğini biliyordu. Sürekli etrafında dolaşmış ama sonunda kaçamamıştı. Mo Ran, Xue Meng’ın devam etmesini bekledi. Ancak ne kadar mırıldanıp kekelediyse de, yüzü pembeleşip solgunlaşarak bir türlü soruyu dile getiremedi. Sonunda dikkatle Mo Ran’e bakarak, “Gerçekten… Osmanthus pirinç keki ruhu mu arıyordunuz?” dedi.

               Çaydanlıktaki su kaynamaya başladı ve soğuk gece havasına buhar bulutları yükseldi. Göz göze geldiler. Xue Meng’ın gözbebekleri ateşler saçarak alev alev yanarken, Mo Ran’in siyah gözleri derin ve anlaşılmazdı, sanki eski bir kuyu kadar durgundu.

               “Çay hazır.”

               Xue Meng, Mo Ran’in kolunu yakaladı, gözlerinin içine bakarak, “Gerçekten osmanthus pirinç keki ruhu mu arıyordunuz?!” diye ısrar etti.

               Mo Ran, Xue Meng’ın elinden kurtulup masadaki demlikten iki fincan çay koydu, sonra başını kaldırarak, “Pirinç keki ruhu aramıyorsak, ne yapıyor olabilirdik?” dedi.

               “Sen—”

               “Shizun sana yalan söylemez. Bana inanmasan bile, en azından ona inanmalısın.”

               Xue Meng boğazından yakalanmış küçük bir yılan gibi durdu; dizinin üzerindeki eli sıkıldı ve başını eğdi. “Ona inanıyorum,” dedi.

               “Öyleyse biraz çay iç,” diye iç çekti Mo Ran. “Neden sürekli fazla düşünüyorsun?” Gözlerini indirerek kaynar çay bardağına üfledi. Buharın içinde yüzü adeta bir serap gibi görünüyordu—yakışıklı ama bulanık, odaklanmak neredeyse imkansızdı.

               Sekiz hazineli çay sıcak ve zengindi. Xue Meng bu çayı yudumlayarak, yüreğinin çarpıntısını yatıştırmasına izin verdi. Bitirdiğinde, bardak hâlâ sıcaktı; ortasından buhar yükseliyordu. Başını öne eğerek, yarı Mo Ran’e yarı da kendisine fısıldar gibi, “Fazla düşünüyorum çünkü onu çok önemsiyorum. Gerçekten. En ufak bir sorun bile beni…” dedi.

               “Biliyorum,” dedi Mo Ran. “Ben de aynı şekildeyim.”

               Xue Meng ona baktı. Mo Ran, çayını bitirmemiş, sütuna yaslanmıştı; bir yudum daha aldı. “Az önce, aynı sebepten Shi Mei ile bir yanlış anlaşılma yaşadım. Sen en azından benden iyisin, bu kadar fevri değilsin.”

               Xue Meng’ın merakı uyanmıştı. “Shi Mei pek bir şey söylemeden ayrıldı, demek bu yüzdenmiş. Ne oldu?”

               “Önemi yok.” Mo Ran yüzünü buruşturdu. “Ben senden bile fazla düşünüyorum.”

               Xue Meng burnunu büzdü. “Onun hayatı hiç kolay olmadı. İnsanlar kıtlıkta yeterince çaresiz kalırlarsa çocuklarını bile yer—babam onu kurtarmasaydı, muhtemelen bir güveçte et olurdu… Shi Mei sana hep iyi davrandı, sakın ona kötü davranma.”

               “Mn,” dedi Mo Ran. “Biliyorum, sadece bir şey beni kızdırdı. Bir daha olmayacak.”

               İkisi çardakta oturmuş, sohbet edip Chu Wanning’e göz kulak oluyorlardı. Bu garip bir deneyimdi. Mo Ran, ay ışığında Xue Meng’ın yakışıklı, mağrur yüzüne baktı. Bu, önceki yaşamında göğsünde bir delik açan ve sonraki her karşılaşmada gözyaşları ve kanla buluştuğu aynı adamdı. Bir gün böyle sakin bir şekilde konuşabileceklerini hiç düşünmemişti.

               Ay ışığı, çaylarını demleyip şaraplarını ısıtırlarken nilüfer göletine dökülüyordu. Evet, şarap. Çay bitmişti ama Xue Meng henüz gitmeye hazır değildi. Mo Ran bir şişe ısıtıp birkaç kadeh doldurdu. Sohbetlerine küçük bir eşlikti. Sarhoş olmadıkları sürece bir zararı yoktu.

               Ancak Mo Ran, Xue Meng’ın dayanıklılığını biraz fazla abartmıştı. Chu Wanning ve üç müridi arasında, Chu Wanning bin bardak dikleyebilirdi, Mo Ran de fena sayılmazdı, Shi Mei ise kolay sarhoş olan biriydi. Ama Xue Meng tam bir felaketti. İki küçük kadeh armut çiçeği şarabıyla başı dönmüş, saçmalamaya başlamıştı.

               Bir felaket yaşanmaması için Mo Ran hızla şarabı masadan kaldırdı. Xue Meng hafifçe sarhoş olmuştu ama o kadar da kötü değildi. “İyi yaptın, kaldır onu,” dedi kıkırdayarak, yanakları kırmızıya dönmüştü. “Yeterince… Yeterince içtim zaten.”

               “Mn,” diye onayladı Mo Ran. “En iyisi hemen gidip dinlen. Yürüyebilir misin? Yürüyemiyorsan bir sesli haber yollayıp amcama gelip seni almasını söyleyeyim.”

               “Ah, almasına gerek yok, gerek yok,” diyerek el salladı Xue Meng, sırıtarak. “Yolu daha unutmadım; kendim yürüyebilirim.”

               Şüpheyle, Mo Ran bir parmağını Xue Meng’ın gözlerinin önüne uzattı. “Bu kaç?”

               “Bir.”

               Sonra Chu Wanning’i işaret etti. “Bu kim?”

               Xue Meng gülümsedi. “Ölümsüz-gege.”

               “…Ciddi ol biraz.”

               “Ha ha, Shizun! Tanırım tabii.” Sütuna tutunarak güldü Xue Meng.

               Mo Ran kaşlarını çattı. Bu adamın alkol toleransı her yıl daha kötüye gidiyordu. Yine de tam emin olamayıp kendisini işaret etti. “Peki ya ben? İyi bak, şaka yapmaya çalışma. Ben kimim?”

               Xue Meng ona bakarken Mo Ran, Mengpo Salonu’ndaki o yılbaşını hatırladı. O zaman da Xue Meng sarhoştu. Shi Mei’i tanımış, Chu Wanning’e Ölümsüz-gege demiş, sonra Mo Ran’e bakıp onu bir köpeğe benzeterek kahkahalar atmıştı.

               Mo Ran sakin bir şekilde ona baktı. Eğer Xue Meng tekrar ona köpek derse, onu yere serip biraz dövüp ardından Xue Zhengyong’u çağırıp bu sarhoşu eve götürmesi için hazırdı.

               Ama Xue Meng sadece ona uzun süre baktı, ifadesi okunamıyordu. Sonunda, dudakları neredeyse bir serzenişle kıpırdandı, sanki yine “köpek” kelimesini söyleyecekmiş gibi.

               Mo Ran, ağzının üzerine elini kapatmak için elini kaldırdı.

               “Ge…”

               Dondu kaldı. Xue Meng, gözlerinde puslu bir bakışla ona baktı. Yavaşça, sessizce tekrar söyledi: “Ge.”

               Mo Ran sersemlemişti. Bu kelime, bir arının sokması gibiydi; bıçak gibi bir acı, zamanla sızlayarak zehrin verdiği uyuşukluğa dönüştü. Boğazına bir şey düğümlenmiş gibiydi—Xue Meng’ın yüzüne bakarken hiçbir şey söyleyemedi; o genç, gururlu ve dik başlı yüze. Bu yüzde nefret, öfke ve küçümseme görmüştü, ama böylesi bir duyguyu asla.

               Xue Meng, belindeki Longcheng’a dokundu; bu kılıç, Mo Ran’in bir ruhani canavarı yok etmek için hayatını riske atarak ona gönderdiği ay kristaliyle süslenmişti. Bu kılıç olmadan, belki de Ruhani Dağ Yarışması’nda birinciliği kazanamayacaktı. Bu kılıç olmadan, belki de zamanın unutulmuş sayfalarında kaybolmuş, ebedi bir pişmanlığın taşıyıcısı olacak isimsiz bir efsuncu olarak kalacaktı.

               Mo Ran’e bu hediyesi için çeşitli sebeplerden ötürü hiç doğru düzgün teşekkür edememişti; gururu, onuru buna engel olmuştu. Ancak bu hep içini kemirip durmuştu. Longcheng’ı her temizlediğinde, yüreğinde ve zihninde bu ağırlığı taşırdı.

               Rufeng Sekti’nden döndüklerinde, Xue Meng onu Xu Shuanglin’den kurtaranın Mo Ran olduğunu öğrendiğinde ise içindeki azap daha da arttı. Uyandığında Mo Ran ve Chu Wanning’in kayıp olduğunu duyunca hıçkırıklarla kendini yiyip bitirmişti. Herkes onun shizunu için ağladığını düşünmüştü. Ama Xue Meng, o gece hasta yatağında Longcheng’a sarılıp karanlığa bakarken kısık bir sesle “Ge, özür dilerim,” dediğini yalnızca kendi biliyordu.

               Neredesiniz… Sen ve Shizun… İyi misiniz?

               Mo Ran, tek kelime bile edemedi, tek bir adım atamadı. Adeta kök salmış gibi hareketsiz kalmıştı. Geçmişten sahneler zihninde hızla belirdi.

               Önceki yaşamındaki Sisheng Tepesi. Xue Meng’ın Wushan Salonu’nun soğuk havasında tek başına dağa tırmanışı. Gözleri kıpkırmızı halde, Chu Wanning’e ne yaptığını sormuştu.

               “Mo Weiyu,” demişti Xue Meng. “Geçmişi düzgünce hatırla.”

               İmparator Taxian-jun olduğunda ve Xue Meng, Mei Hanxue ile ona karşı koymak için güç birliği yaptığında. Gündüz vakti, Mei Hanxue onun kaçış yolunu keserken, Xue Meng’ın yüzü öfkeyle bükülmüş, o kılıcı Mo Ran’in göğsüne saplarken haykırmıştı. Kanlar fışkırmıştı.

               “Mo Weiyu,” demişti Xue Meng. “Sana kurtuluş yok; bu dünya senden artık bıktı!”

               O nefret dolu garezler, şiddetle etrafında dönüyordu.

               Bu hayatta Chu Wanning öldüğünde, Xue Meng kükreyerek Mo Ran’i duvara yapıştırmıştı. Boynundaki nabzı şiddetle atıyor, kapana kısılmış bir hayvan gibi bağırıyordu: “Nasıl olur da seni kurtarmadığını söylersin? Nasıl olur da seni kurtarmadığını söylersin?!

               Bir başka hatıra, sönük bir ışık gibi gözünün önünde belirdi. Belki de Mo Ran uzun süre taş gibi kalmıştı, eski, bulanık anıların ona ulaşmasına yetecek kadar uzun.

               İki genç gördü. Biri, terkedilmiş bir köpek gibi, bir sonraki dayağını beklerken titreyen, bir deri bir kemik kalmış biriydi. Mürit yatakhanesindeki masalardan birine büzülmüş, küçük bir taburede oturuyordu; elleri dizlerinin üzerinde sıkıca yumruk yapılmış, kımıldamıyordu. Onun kendisi olduğunu anladı.

               Diğer genç ise, teni saf yeşim veya kar kadar pürüzsüz, tıpkı kanatlarını açmaya hazırlanan bir tavuskuşu yavrusu gibi değerli ve gururluydu. Belinde zarif bir kılıç asılı, bir ayağı yakınlardaki bir sandalyeye dayalı duruyordu. Berrak siyah gözleri göz kırpmadan Mo Ran’e bakıyordu. “Annem seni ziyarete gelmemi söyledi,” diye mırıldandı küçük Xue Meng. “Sen benim yeni kuzenim misin?” Bir an durdu. “Biraz acınacak haldesin, değil mi?”

               Mo Ran sessiz kaldı, başını önüne eğmişti, böylesine yoğun bir ilgi görmeye alışık değildi.

               “Hey, adın ne?” diye sordu Xue Meng. “Mo… Imm… Mo bir şeydi, değil mi? Söylesene, unuttum.”

               Mo Ran cevap vermedi.

               “Sana bir soru sordum; cevap vermeyecek misin?”

               Yine sessizlik.

               “Yoksa dilsiz misin?!”

               Üçüncü denemeden sonra, genç Xue Meng sabırsız bir kahkaha patlattı. “Kuzenim olduğunu söylüyorlar ama ne kadar da ürkek birine benziyorsun. Rüzgâr esse savrulacaksın neredeyse. Bu kadar utanç verici bir gege’m olamaz benim—ne komik şey!”

               Mo Ran, başını daha da eğdi, sessiz kaldı. Önünde kırmızı bir bulanıklık belirdi. Bunun şeker kaplı alıçtan yapılmış bir tanghulu çubuğu olduğunu fark etmesi birkaç saniye sürdü. Çubuğu öyle sert bir şekilde Mo Ran’e uzatmıştı ki, neredeyse burnuna batacaktı.

               “Al,” dedi Xue Meng. “Zaten ben yiyemem.” Aynı zamanda yanında bir kutu şeker getirmişti ve şimdi onu, bir dilenciye atılan bir bozuk para gibi, masaya gelişi güzelce bırakmıştı.

               Mo Ran sadece sersemlemiş bir şaşkınlıkla izleyebildi. Xue Meng’ın çok cömert olduğunu, inanılmaz bir cömertlik sergilediğini düşündü—hiç kimse ona, dizlerinin üstünde yalvarsa bile, aynı anda bu kadar çok yiyecek teklif etmemişti. “Ben… Bu…”

               “Ne oldu?” Xue Meng kaşlarını çattı. “Ne demek istiyorsun—Ne söylemeye çalışıyorsun?”

               “Bütün çubuğu alabilir miyim?”

               “Ha?”

               “Sadece bir topu bile yeter… Ya da eğer bitiremeyeceksen, belki ben…”

               “Senin derdin ne? Köpek misin? Artık yemek mi istiyorsun?” Xue Meng’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı, ses tonu hayretle doluydu. “Tabii ki hepsi senin! Bütün bu çubuk da, bütün o kutu da hepsi senin!”

               Cilalı kutu zarif bir şekilde işlenmişti; üzerinde bulutların arasında uçuşan turnaların tasvir edildiği altın renkli çizgiler vardı. Mo Ran daha önce böyle bir lüks eşyaya hiç rastlamamıştı. Kutuya uzanmaya cesaret edemedi ama gözleri öyle bir yoğunlukla kutuya takılmıştı ki, Xue Meng’ın teninde ürpermeler oluştu. En iyisinin, kutuyu Mo Ran için açmak olduğunu düşündü.

               Kapağın açılmasıyla birlikte krema, meyve ve fasulye ezmesinin zengin kokuları havaya karıştı, burnunun dibinde dans etti. Şekerlemeler, üçe üç olarak düzenlenmiş düzgün bir ızgarada sıralanmıştı; toplamda dokuz adet vardı. Bazıları altın-kahverengi ve çıtır çıtır, bazıları yumuşak ve narinken, diğerleri ise güzel, yarı saydam bir zarla sarılmış, içindeki yumuşak kırmızı fasulye ezmesinin hafif bir görüntüsünü sunan parlayan ve kırılgan şekerlemelerdi.

               Xue Meng, kutunun içindeki tatlılara göz ucuyla bile bakmadan, kutuyu Mo Ran’in önüne itti ve sabırsızca, “Hadi, ye bakalım. Eğer bu yetmezse, daha fazlası var. Ben bunları bitiremiyorum, bu yüzden sana vermek tam yerinde olur,” dedi. Küçük gongzi kötü bir tavır sergiliyor ve kindar bir tonla konuşuyordu; sürekli olarak duru gözlerini kibirli bir alaycılıkla devirmişti. Ama sunduğu tatlılar tatlı ve yumuşaktı.

               Acı ve kanla geçen iki ömürden sonra, o uzak tatlılık Mo Ran’in diline geri dönüyormuş gibiydi. Mo Ran, ay ışığının altında Xue Meng’ın şarapla kızarmış yüzüne baktı ve Xue Meng da ona gözlerini kısarak yanıt verdi.

               Bir süre sonra, Xue Meng, o kadar sarhoştu ki neye güldüğünü bile bilmiyordu. Mo Ran’in omzuna dostça bir şaplak atmak istercesine sütunu bıraktı, ama bacakları dengesizdi. Sendeleyerek Mo Ran’in kollarına düşüverdi. “Mmph… Ge…”

               Hâlâ şaşkın bir şekilde bakan Mo Ran, nazikçe kirpiklerini indirip Xue Meng’ın sırtını dikkatlice sıvazladı. Akşam esintisi, perçemlerini savurmuş ve yakışıklı yüzünü gizlemişti. Mo Ran’in takındığı yüz ifadesini, sadece gökler bilirdi.

               Uzun bir süre sonra, zavallıca sarhoş olan Xue Meng kollarında horuldayarak uykuya daldığında, Mo Ran nihayet konuştu; sesi boğuktu, “Xue Meng, özür dilerim. Ben senin gegen olmaya layık değilim…”

Yazarın Notları:

Mini tiyatro: “Bu Gerçek Bir Olay”

Bugün bir arkadaşım bana bir pasta gönderdi, pastanın üstüne “Chu Wanning en yakışıklıdır” yazdırmış.

Ben pek memnun olmadım ve onu ciddi bir şekilde uyardım, hikâyenin en yakışıklısı saldırgan köpektir, itiraz kabul etmiyorum.

O da bana şöyle dedi: “Yani İki Numaralı Köpek en yakışıklıdır’ mı yazmam gerekiyor?”

Ben: “……”

O: “Ya da ‘Mo Ran en yakışıklıdır’ mı yazmalıyım?”

Ben: “Neden olmasın?”

O: “Yeter artık, ilkokuldan beri böyle bir Jack Sue1 karakter adı görmedim. Sanki Qidian2 yeni kurulduğunda çıkan romanların erkek karakterleri gibi. Bunu dükkândaki satıcıya söylemek istemem, yüzüm var sonuçta.”

……Tüh.

Az önce onunla bir konuştum, ondan izin alarak eski ismini açıklıyorum:

Zhuang Fa3. (Cinsiyet: Kadın)

Ortaokula kadar bu ismi kullandı.

Yani ona köpeğin ismini eleştirme hakkı nereden geliyor!!!

Dipnotlar

  1. Jack Sue: genellikle erkeğin aşırı çekici ve romantik özelliklere sahip olduğu, çoğunlukla klişe bir karakteri tanımlamak için kullanılır. Her kadının hayalindeki erkek. Mary Sue’nun erkek versiyonu.
  2. Qidian: Qidian, Çin’de popüler bir çevrimiçi edebiyat platformudur. 2002’de kurulan site, özellikle genç yazarlar ve okurlar arasında çok sayıda fantastik, bilim kurgu, dövüş sanatları (wuxia ve xianxia), romantizm gibi türlerdeki romanlarıyla tanınır.
  3. Zhuang Fa: Güçlü Saç. Bu isim kulağa sağlam, dinç veya güçlü bir anlam taşıyan, geleneksel olarak daha erkeksi çağrışımları olan bir isim gibi gelir.