O günden sonra, Chu Wanning ve Mo Ran’in özel olarak görüşme fırsatları kalmamıştı. O gece başlayan yağmur, tuhaf bir şekilde aralıksız olarak Sichuan’ı esir aldı. Baidi Şehri’nin dışındaki nehirlerde ölü balıklar ve karidesler yüzmeye başladı, su canavarları nehir kenarlarından şehre sürüklendi ve sokaklarda gezinmeye başladı. Sisheng Tepesi’nin kıdemlileri ve müritleri, köy köy koşturarak sayısız iblis kovma görevi üstlendiler. Hem Chu Wanning hem de Mo Ran güçlü efsunculardı, bu yüzden Xue Zhengyong yeteneklerini boşa harcamamış ve onları ayrı görevlere göndermişti. Biri Üç Boğaz’a, diğeri Yizhou’ya gönderilmişti.
Rufeng’in yüzyıllık varlığı boyunca Altın Davul Pagodası içinde hapsedilmiş sayısız yaratık, tek bir günde serbest kalarak her yerde kaos yaratmıştı. Sichuan’ın dışındaki barışçıl topraklarda, yukarı efsun diyarının koruması altındaki Yangzhou, Leizhou ve Xuzhou’da bile, iblis yaratıkların sivilleri öldürüp yediğine dair kan donduran vakalar ortaya çıkmaktaydı. Sektler o kadar çok üye göndermişlerdi ki, Xu Shuanglin’in nerede olduğunu araştırma süreci yavaşlamıştı.
Mo Ran şaşırtıcı bir ruhani enerjiye sahipti ve iblis kovma konusunda oldukça tecrübeli biriydi. Yizhou’daki vakayı dört gün içinde çözüp hızla Sisheng Tepesi’ne döndü. Chu Wanning’in de döndüğünü duyunca doğal olarak çok sevinmiş ve dinlenmeden Kızıl Nilüfer Köşkü’ne koşmuştu.
Ancak kapılar ona sıkı sıkıya kapalıydı. Sorduğunda, Xue Zhengyong şaşkınlıkla yanıtladı: “Yuheng inzivaya çekildi – sana söylemedi mi?”
“Yine mi?” Mo Ran şaşırmıştı. “Shizun yaralandı mı?”
“Ne demek istiyorsun? Bu onun efsun yönteminden kaynaklanıyor – her yedi yılda bir inzivaya çekilmesi gerekiyor. Geçen sefer ona yardım etmiştin. Çoktan unuttun mu?”
Mo Ran gerçekten unutmuştu. O dönemde Chu Wanning’in müridi olalı yalnızca altı ay olmuştu. Chu Wanning, küçükken efsun sırasında dikkatsiz davrandığını ve kendini yaraladığını söylemişti. Ciddi bir rahatsızlık olmasa da her yedi yılda bir on gün boyunca inzivaya çekilmesi gerekiyordu. Bu süre zarfında, Chu-zongshi’nın efsun gücü zayıflıyor, onu sıradan bir ölümlü kadar savunmasız bırakıyordu. Bedeni iyileşene kadar sessizce meditasyon yapması gerekiyordu ve yalnızca her gün iki saatliğine bu durumdan çıkıp biraz su içip yiyecek bir şeyler alabiliyordu. Bunun dışında, kesinlikle rahatsız edilmemeli, hele ki yaralanmamalıydı. Bu amaçla Chu Wanning, bu ritüele başlamadan önce Kızıl Nilüfer Köşkü’nü en güçlü bariyerleriyle çevrelerdi ve yalnızca Xue Zhengyong, Xue Meng, Shi Mei ve Mo Ran’in içeri girerek onu güvenle bu zorlu süreçten geçirmesine izin verirdi.
Chu Wanning’in son inzivaya çekilişi sırasında, usta ve mürit arasındaki gerginlik, çiçek koparma olayı nedeniyle oldukça yüksekti. Mo Ran, o sırada cezasını yeni çekmiş ve büyük bir hayal kırıklığına kapılmış olduğundan, Chu Wanning’e inzivasında hiç yardım etmemişti. Bunun yerine, kütüphaneyi toparlamasına yardımcı olmak için amcasının yanına gitmişti. Bu anıyı hatırlayınca Mo Ran’in içinde bir huzursuzluk yükseldi. “Gidip ona bakacağım,” dedi aceleyle.
“Gerek yok,” dedi Xue Zhengyong. “İnzivaya çekilmeden önce, geçen sefer yaptığımız gibi yapmamızı söyledi. İlk üç gün Xue Meng bekçilik yapacak, sonraki üç gün Shi Mei ve son dört gün senin olman yeterli olacak.”
“Sadece onu görmek istiyorum…”
“Ne için?” diye gülümsedi Xue Zhengyong. “Geçen sefer Meng-er ve Shi Mei bunu gayet iyi hallettiler. Bu kadar endişelenecek ne var? Ayrıca, eğer Meng-er oradayken gidersen, konuşmaya dalacağınızı biliyorsun. Yuheng’ı bu gürültüyle rahatsız edemeyiz.”
Mo Ran kabul etti ve bekleyeceğine söz verdi. Ama o gece uyuyamadı. Xue Meng ve Chu Wanning’in Kızıl Nilüfer Köşkü’nde yalnız olduklarını düşünmek, yüreğinde katlanılmaz bir kıskançlık yarattı. Elbette Xue Meng’ın masum biri olduğunu ve erkeklere ilgi duymadığını biliyordu, ama yine de rahatsız ve huzursuz hissediyordu – sadece öyleydi işte. Gece yarısına kadar bir o yana bir bu yana dönüp durduktan sonra, ancak gün doğumundan hemen önce birkaç saat uyuyabildi.
Uyandığında, Mo Ran bu şekilde devam edemeyeceğini düşündü. Chu Wanning’i görmeye şiddetle ihtiyaç duyuyordu, uzaktan sadece bir bakış bile olsa.
Kızıl Nilüfer Köşkü kapalıydı ve bariyerlerle mühürlenmişti ama Mo Ran, Chu Wanning’in müridiydi – bariyerler onu durduramazdı. Yeşil bambu kapı, neredeyse sadece bir dekor gibiydi. Mo Ran, qinggong yeteneğini kullanarak parmak uçlarından kendini yukarı itti ve ustalıkla avluya indi.
Chu Wanning’in genellikle nilüfer göleti üzerine inşa edilmiş yeşil bambu çardaklardan birinde meditasyon yapma alışkanlığı vardı. Bu sefer de farklı olmayacağını düşündü. Nilüfer yaprakları ve dalgaların üzerinde yükselen, tülleri rüzgârda dalgalanan o zarif çardağı aradı. Beklendiği gibi, Chu Wanning beyaz giysileri etrafında bir havuz gibi yayılmış halde çardağın ortasında oturuyordu.
Yanında Xue Meng duruyordu. Güneş parlak bir şekilde parlıyordu ve Chu Wanning’i de ısıtabilsin diye kar-beyaz tüllerden birini yukarıya bağlamıştı. Sabahın serin ışığı çardağa dökülüyor, Chu Wanning’in solgun yüzüne vuruyordu. Trans halinde olmasına rağmen, sıcaklığı hissediyormuş gibi yanağında hafif bir kızarıklık belirmişti.
Bir süre sonra, iç enerji dolaşımı yinelenip durdukça Chu Wanning’in alnında ter damlacıkları birikmeye başladı. Xue Meng, yakında tuttuğu kar-beyaz mendille onun terini sildi. Bunu yaptıktan sonra, başını kaldırma gereği hissetti. “Tuhaf,” diye mırıldandı, sağına soluna bakarak. “Sanki birisi bana dik dik bakıyormuş gibi geliyor.”
Mo Ran dik dik bakmıyordu; bakışları sabitti. Sakin görünüyordu, fakat kalbi çılgınca çarpıyordu. Xue Meng, Chu Wanning’in alnındaki teri silerken mendili biraz fazla uzun tutmamış mıydı? Ona biraz fazla yakın değil miydi, bakışları biraz fazla içten değil miydi? İçinde sessizce Xue Meng’a karşı bir sürü asılsız suçlama biriktiriyordu. Sinirliydi, rahatsız olmuştu.
Mo Ran, buna bir dakika daha dayanamadı. Neden kendine böyle bir eziyet çektirsindi ki? Arkasını dönüp gitmeye karar verdi. Ancak, aklı bu düşüncelerle meşgul olduğundan, ayak seslerini bastırmayı unuttu.
Xue Meng, anında bir şey sezmiş gibi parıltılı ruhani enerji dolu bir yıldız fırlattı. “Kim var orada?!” diye bağırdı.
Yıldız bir tehlike arz etmiyordu; Mo Ran onu çıplak elle bile yakalayabilirdi. Fakat Xue Meng’ın bağırışı, kalbinin boğazına tırmanmasına neden olmuştu. Aceleyle bambu ormanından ve nilüfer göletinin üzerinden atlayarak, yumuşak bir inişle çardağa vardı.
Xue Meng’ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Sen ne—”
“Şşş.” Mo Ran, eliyle şap diye ağzını kapattı ve kısık bir sesle konuştu. “Ne gürültü yapıyorsun?”
“Mımm!” Xue Meng, Mo Ran’in tutuşundan kurtulmak için çırpındı. Yüzü kızarmış bir halde, dağılmış saçlarını düzeltti ve sinirle çıkıştı: “Ne cüretle soruyorsun? Ormanda bir hırsız gibi dolanarak neye bakıyordun sen?”
“Bağırmaya başlamanı istememiştim—ki şimdi tam da bunu yapıyorsun.”
“Shizun duyamaz ki!” diye çıkıştı Xue Meng. “Sessizlik büyüsü var burada! Shizun’un çoktan büyüyü kendine yaptığını göremiyor musun? Bu büyüyü bozmadığın sürece kulağına bağırsan bile seni duyamaz…”
Xue Meng gevezeliğe devam ederken Mo Ran hayretle göz kırptı. “Sessizlik büyüsü mü? O zaman amcam neden sizi rahatsız etmememi söyledi ki?”
“Babam, Yizhou’dan döndükten sonra yorgun olabileceğini düşünmüş ve dinlenmeni istemiştir,” dedi Xue Meng, sabırsızca. “Ve sen ona inandın mı? Bir saniye bile düşünmedin mi? Shizun, etrafında rahat hissetmemiz için kendine hep sessizlik büyüsü yapmaz mı? Gerçekten çok aptalsın.”
Mo Ran’in dili tutulmuştu.
Mo Ran’in oturmak üzere olduğunu gören Xue Meng onu durdurdu. “Hey, ne yaptığını sanıyorsun?”
“Öyleyse ben de burada kalırım.”
“Kim seni burada istiyor? İlk üç gün benim nöbetim—yine mi Shizun’un gözdesi olmaya çalışıyorsun? Git buradan, işime konmaya çalışma.”
“Onu tek başına idare edebilir misin ki?”
“Elbette edebilirim. Shizun’un inzivaya çekildiği ilk nöbetimde de tek başıma bakıyordum zaten.”
Xue Meng’ın öfkesini görünce, Mo Ran daha fazla konuşmanın faydasız olduğunu anladı. Dönüp gitmek üzereydi ki, masadaki çay bardağına gözü takıldı. Yapraklar geniş ve koyu renkteydi, koku ise narin ve hoştu. “Kunlun’dan gelen Buz Kokusu Çayı mı?”
“Ha? Nereden anladın?”
Tabii ki anlamıştı. Bu Xue Meng’ın favori çayıydı. Xue Meng, shizununa kendi sevdiği şeyleri getirmeyi çok seviyordu; bu şeylerin shizununa uyup uymadığını veya Chu Wanning’in hoşuna gidip gitmediğini düşünmezdi.
“Buz Kokusu Çayı soğuk bir çay, oysa Shizun soğuğa karşı hassas. Ona bu çayı getirirsen hasta olmaz mı?”
Xue Meng donakaldı, yüzü pembeye döndü. Çaresizce açıklamaya çalıştı, “O kadarını düşünmedim, sadece Buz Kokusu Çayı’nın kaliteli bir çay olduğunu biliyorum, ben…”
“Onun yerine Bengal Gülü Çayı getir ve iki kaşık bal ekle. Uyanana kadar demlemesine izin ver. Şimdi biraz tatlı yapmaya gideceğim—hazır olunca getiririm.”
Onurunu kurtarma telaşıyla Xue Meng, aceleyle cevap verdi: “Tatlı yiyemez. On gün boyunca oruç tutması gerekiyor.”
“Biliyorum, ama amcam biraz yiyebileceğini söyledi.” Mo Ran elini sallayarak çardaktan ayrıldı. “Görüşürüz.”
Xue Meng, onun uzaklaşan siluetine düşünceli bir şekilde baktı. Mo Ran gözden kaybolduktan sonra, başını eğip gizlice Shizun’un ensesine baktı. Dün burada hafif bir morluk fark etmişti. Öğleden sonra güneş ışığında bu daha da belirgin hale gelmişti. Bu, bir sivrisinek ısırığına benzemiyordu ve bir yara da değildi.
Artık bir ergen değildi. Belki bazı deneyimlerden yoksundu ama bu tür şeyleri duymadığı anlamına gelmiyordu. Chu Wanning’in boynundaki bu iz, onu derinden rahatsız etti. O gün ormanda duyduğu sesleri aklında yeniden canlandırmaya başladı. Kendine hep o seslerin sadece rüzgârın sesi olduğunu söylemişti—yalnızca rüzgâr. Ama yine de içinde belirsiz bir kaygı vardı. Sisin dolambaçlı kıvrımlarının ardında, oldukça renkli bir fikir şekillenmeye başladı. Ilık güneş ışığı altında, Xue Meng birdenbire ürperdi, nedeni belirsiz bir soğukluk hissetti. Kaşlarını çattı.
Xue Meng’ın huzursuzluğu bir türlü geçmedi. Chu Wanning’in inzivasının altıncı gününde kararını verdi: Mo Ran’i gizlice gözleyecekti.
Shi Mei’in Chu Wanning’e göz kulak olduğu son gündü. Mo Ran onunla gece yarısında nöbet değişecekti, ancak Mengpo Salonu’nda akşam yemeğini erken yemiş, ardından tatlılarla dolu bir kutu alarak Kızıl Nilüfer Köşkü’ne gitmişti.
Xue Meng, Mo Ran’in Shi Mei ile belirtilen zamandan önce nöbet değişmesini beklememişti. Yemeğini bitirmeden masadan kalktı ve Mo Ran’i gizlice izleyerek Kızıl Nilüfer Köşkü’nün kapılarına kadar takip etti. Xue Meng bir an tereddüt etti, ardından birkaç gün önce Mo Ran’in yaptığı gibi duvarın üzerinden atladı.
Güneş batmış, hilal ufukta yükseliyordu. Gökyüzü o parlak makyajını silmiş, gözlerinin köşelerinde son bir kırmızı leke kalmıştı. Bu göz alıcı akşamın görkemi neredeyse tamamen geri çekilmiş, boyaları ve pudraları gece karanlığına karışmıştı; yıldızlı gökyüzü duru bir su kadar berraktı.
Elinde yiyecek kutusunu tutan Mo Ran, Shi Mei’i uzakta gördü. Shi Mei’in sırtı ona dönüktü; Mo Ran’in yaklaştığını fark etmeden, çardağa girdi ve Chu Wanning’in önünde durdu.
Mo Ran gülümsedi. Ancak el sallayıp seslenmek üzereyken, Shi Mei’in elinde, hâlâ derin meditasyonda olan Chu Wanning’e doğrultulmuş soğuk bir parıltı fark etti. Mo Ran’in zihninde bir şey parladı. “Shi Mei!” diye bağırdı. Omurgasında bir ürperti belirdi, tüylerini diken diken etti. İki hayatında da çok fazla veda görmüştü; bugün, en ufak bir yaprak hışırtı bile onu alarma geçirmeye yetiyordu. Derlerdi ki, yanmış bir çocuk, alev resminden bile korkarmış.1
Kızıl Nilüfer Köşkü bir zamanlar Chu Wanning’in cesedine iki yıl boyunca, Mo Ran’in öldüğü güne kadar ev sahipliği yapmıştı. Mo Ran, burayı hiç sevmiyordu. Ne zaman buraya gelse, geçmiş hayatının o son birkaç ayını, Chu Wanning’in gözleri kapalı, göğsü hareketsiz yatarken gördüğü anları hatırlıyordu. Bilinçaltında, Kızıl Nilüfer Köşkü’nü lanetli bir yer, dünyadaki son kıvılcımı bile yutabilecek dipsiz bir kuyu olarak görüyordu.
Shi Mei dönerek, elindeki o gümüş ışığı kol yeninin içine sakladı. “A-Ran? Neden erken geldin?” dedi.
“Ben—” Mo Ran’in kalbi hızla çarpıyordu. Nefes alamıyordu, düşünemiyordu, kaşları sertçe çatılmıştı ve sordu, “Elinde tuttuğun…”
“Tuttuğum neymiş?” Shi Mei elini kaldırarak şaşkınlıkla cevap verdi. Avucunda, ruhani taşlarla süslenmiş, meridyenleri yatıştırıcı güce sahip gümüş bir tarak yatıyordu.
Mo Ran nutku tutulmuş halde kaldı. Uzun bir sessizliğin ardından güçlükle, “Sen… Shizun’un saçını mı tarıyorsun?” diyebildi.
“Hı-hı. Bir sorun mu var?” Shi Mei baştan ayağa onu süzdü, ardından ince kaşları hafifçe çatıldı. “Çok solgun görünüyorsun, bir şey mi oldu?”
“Hayır, sadece…” Sesi kısıldı, yüzü beyazdan kırmızıya döndü. Neyse ki karanlıktı, bu yüzden yüzündeki kızarıklık fark edilmiyordu. Bir an sonra Mo Ran yana döndü ve boğazını temizledi. “Bir şey yok.”
Shi Mei onu sessizce izledi. Sonra bir şey fark etmiş gibi duraksadı; şaşkın bir ifadeyle tereddütle konuşmaya başladı. “Yoksa düşündüğün…”
“Hayır, düşünmedim,” dedi Mo Ran aceleyle. Shi Mei ona hep iyi davranmıştı; onu ailesinden biri olarak görüyordu. Mo Ran, kendi içindeki bu geçici şüpheden dolayı kendine kızmıştı ve mahcubiyetle hızlıca cevap vermişti.
Shi Mei durdu. Sonunda, “A-Ran,” dedi.
“Hım?”
“Cümlemi henüz bitirmemiştim.” Shi Mei hafifçe boğazını temizledi. “Bu kadar çabuk reddetmene gerek yoktu.”
Shi Mei, Mo Ran’in bir anlığına elindeki gümüş tarağı bir silah zannettiğini anlamıştı. İki hayatta da Chu Wanning’in ölümünü görmüş olmanın yarattığı o kalıcı korku, içten içe onun yüreğinde yer etmişti. Orada kim olursa olsun, ister Xue Meng, ister Xue Zhengyong olsun, Mo Ran yine aynı dehşet dolu korkuyu hissederdi.
Lakin Mo Ran, kalbi hâlâ göğsünde düğümlenmiş olsa bile, Shi Mei’in karşısında kendini toparladı. Kirpiklerini yere indirerek, “Üzgünüm,” dedi.
Tanıdığı Shi Mei her zaman her şeye ve herkese karşı nazik ve şefkatliydi. Nadiren soğuk ya da sert olurdu. Ancak o gece, nilüfer göletinin yanında, Shi Mei uzun bir süre boyunca sessizce Mo Ran’e baktı.
Gece rüzgârı arttı. Nilüfer yaprakları suda kıvrıldı, çiçekleri hafifçe sallandı.
“Arkadaşlığı bile bir kenara bırakıyorum ama — A-Ran, neredeyse on yıldır tanıyoruz birbirimizi. Beni nasıl bu kadar küçük görürsün.” Sesi yumuşaktı, ne öfkeli bir kin ne de hüzünlü bir acı vardı. Mo Ran gözlerine baktı; her şeyi görmüş, ama tartışmaktan ya da şikâyet etmekten kaçınan berrak su kaynakları gibiydi.
Shi Mei, Mo Ran’e o parıldayan gümüş tarağı uzatarak yumuşak bir sesle, “Shizun transa girmeden önce saçını toplamamı istedi. Madem buradasın, sen yapabilirsin,” dedi.
“Shi Mei…”
Ancak o uzun boylu, güzel adam çoktan yanından geçmişti. Adımları sakindi, ama bir kez bile arkasına bakmadan, yalnız figürü Kızıl Nilüfer Köşkü’nün hışırdayan yapraklarını ardında bırakmıştı.
Yazarın Notları:
Mini Tiyatro “Kızdığı Zaman Ne Yapmalı?”
Soru: Chu Wanning kızdıysa ne yapmalı?
Mo Ran 0.5: Ne kızması, ne hakla kızar? Ben hâlâ onun yatakta konuşmayı sevmediğine sinirleniyorum, komik.
Mo Ran 1.0: Hemen Shi Mei’i alıp kaçmalıyım, Chu Wanning kızarsa kim hayatta kalabilir ki?
Mo Ran 2.0: Ben Shizun’u kızdırmam.
Xue Meng: Bittim… Nerede yanlış yaptım? Ben… Hemen düzelteceğim.
Shi Mei: Ben de Shizun’u kızdırmam.
Soru: Mo Ran kızdıysa ne yapmalı?
Chu Wanning: …Hiç kızmış gibi görünmüyor.
0.5: ??? Şaka yapıyorsun, varlığımı unuttun mu?
Xue Meng: Hayvan herif, ona söverim.
Shi Mei: Hemen güzelce yatıştırırım.
Soru: Xue Meng kızdıysa ne yapmalı?
Chu Wanning: Her gün kızmıyor mu?
Mo Ran: Her gün kızmıyor mu?
Shi Mei: Pff, her gün kızmıyor mu?
Soru: Shi Mei kızdıysa ne yapmalı?
Chu Wanning: O kızar mı?
Xue Meng: O kızar mı?
Mo Ran: …O kızar. Bugünkü metinde onu kızdırdım, ama ne yapacağımı da bilmiyorum, insanları yatıştırmada pek iyi değilim…