90. Bu Saygıdeğer Kişinin Deyim Açıklaması Gayet İyi

            Chu Wanning nihayet uyandığında çoktan öğlen olmuştu.

            Tapir Kokulu Çiy kesinlikle çok etkiliydi ve gece rüyalar tarafından rahatsız edilmeden tamamen uykusunu alabilmişti. Esneyerek, yavaşça doğruldu.

            “Mo Ran?”

            Müridi uykuyu onun sevdiğinden çok daha fazla seviyordu, bu yüzden onu yer yatağında görememek şaşırtıcıydı. Chu Wanning gözlerini kırpıştırdı, sonra tekrar ona seslenmeyi denedi.

            Cevap yoktu.

            Ayağa kalkıp cübbesini düzeltti, bölünmüş ön odaya doğru yürürken uzun saç tutamlarını bir araya topladı. Üzeri, dağ zirvelerinin arasına örülmüş bulutların içinden süzülen vahşi kuşların resmiyle, zarifçe boyanmış bir paravanın arkasından, sanki arkasında biri banyo yapılıyormuş gibi buhar yükseliyordu.

            “…Mo Ran.”

            Paravanın diğer tarafında duran Chu Wanning tekrar denedi.

            Hâlâ cevap yoktu.

            Şüphelenen Chu Wanning, paravanın ahşap çerçevesine tıklattı. Hâlâ yanıt gelmeyen birkaç denemeden sonra nihayet paravanın diğer tarafına çatık kaşlarla yürüdü.

            Odanın bu kısmı özellikle banyo yapmak ve yıkanmak içindi ve tam ortada kafur odunundan yapılmış bir küvet vardı. Chu Wanning hızlı bir şekilde oraya göz attı—önceden han tarafından hazırlanmış banyo bitkileri ve buharlı, sıcak suyla doluydu ama ortaklıkta kimse yoktu.

            Fakat tekrar etrafa baktığında Mo Ran’in kıyafetleri, ahşap çerçevenin üstünde, düzgün bir şekilde katlanmıştı.

            Banyo yapıp çıplak olarak kaçması imkânsızdı, değil mi?

            Chu Wanning’in şakaklar sanki bu korkunç düşünceyi bir kenara itermiş gibi seğirdi, dudakları sıkıca birbirine bastırılmış ve yüzü hafifçe kül rengine dönmüştü.

            Döndü ve tam gitmek üzereyken arkasından bir “gulug gulug” sesi geldi.

            Chu Wanning geriye baktığında, küvette süzülen bütün o bitkilerin ve çiçeklerin altından, suyun yüzeyinde baloncukların yükseldiğini gördü.

            ––– İçeride biri mi vardı?

            Bu düşünce aklından geçer geçmez, küvetten çıplak, genç bir adam, sudan fırlayan bir ejder gibi, sular sıçratarak ortaya çıktı. Chu Wanning o kadar şaşırmıştı ki farkında olmadan iki adım geriledi.

            Görünüşe göre demin su altında nefesini tutuyordu ve Chu Wanning’in dışarıdan seslendiğini duymamıştı. Artık dayanamadığından sudan çıkmıştı, başını köpek gibi kuruması için sallarken, üst bedeni tamamen gözler önündeydi. Suların hepsi Chu Wanning’in cübbesine sıçramıştı.

            “Mo Ran!”

            “Ah!” Başını sallarken donakaldı, gözleri iri iri açılmıştı, belli ki sudan çıktığında onun orada olmasını beklemiyordu. Zorlukla soluklandı, “Shizun!”

            “Sen…”

            Gözleri, genç adamın, çoktan oldukça genişlemiş omuzlarını, sıkı ve keskin vücut hatlarını, esnek ve dinç bir şekilde gergin olan, düzgün vücudunu süzdü. Su damlacıkları güçlü göğsünün kıvrımlarını takip etti, küçük bir derecik gibi toplanıp yavaşça aşağı damladı, güneş ışığının altında parıldıyor ve göz kamaştırıyordu.

            Güzel bir deniz adamı gibi gözüküyordu, bedeninin yarısı suyun dışındaydı, gözleri ıslaktı ve parıldıyordu, ıslak saçlarındaki birkaç çiçek vücuduna yapışmıştı.

            Mo Ran yüzündeki suyu sildi ve sırıtarak Chu Wanning’e yöneldi, kollarını küvetin kenarlarında katlarken ve neşeyle parlak bir şekilde gülümsemek için başını yukarı doğru eğerken, köprücük kemikleri leopar gibi esnemişti.

            Chu Wanning biraz sersemlemişti ve yüzü biraz sıcaktı, içgüdüsel olarak sordu: “Ne yapıyorsun?”

            “Banyo yapıyorum.”

            “Sabah sabah mı?”

            “Hehe.” Vicdanı biraz sızlıyordu – aslında belindeki ateşi söndürmeyi denemek için soğuk suyla yıkanıyordu; oldukça işe yaramıştı, ama sonra, çoktan soyunmuş olduğundan, banyo da yapabilir diye düşünmüştü. Islanmak onu iyi bir ruh haline soktuğundan nefes tutma egzersizi yapmak için suya dalmıştı. Kesinlikle Chu Wanning’in böyle gezinmesini beklemiyordu.

            “Neden sersem sersem gülümsüyorsun?” Chu Wanning kaşlarını çattı, sesinin soğuk tonuyla beyninde ısınıp tüten buharı örtbas etmeye çalışıyordu, “Madem erken uyandın, beni neden kaldırmadın? Kendi kendine böyle amaçsızca takılıyorsun, kıyafetlerini her yere fırlatıyorsun, terbiyen ne–––“

            “Shizun. Buranda… Biraz su var.”

            Elini, Chu Wanning’in yanağına sıçrayan suyu silmek için kaldırdı.

            “–––rede.”

            Mo Ran güldü; elinin de ıslak olduğunu unutmuştu ve Chu Wanning’in yanağını sadece daha da ıslattı.

            Chu Wanning yerinde donakaldı, etrafındaki hava sıcaklığı birkaç derece düşmüştü. Yüzü gergindi ve dudaklarını birbirine bastırmıştı, sadece kirpikleri ara sıra titriyordu.

            Sanki, kurnaz yavru bir köpek burnunu sürterek sevsin diye bir av köpeğini eğitmeye çalışıyormuş gibiydi.

            “…Defolup giyin. Klana geri dönmek zorundayız.”

            Nihayetinde, soğuk bir ifadeyle bu sözleri fırlattı ve kol yenlerini hızla silkerek oradan ayrıldı.

            Fakat, Mo Ran’in göremediği kulak memeleri kırmızıydı.

            Tıpkı onun, ıslak ve hasretin izini taşıyan, giderken arkasından, köşeyi dönüp kayboluncaya kadar çaresizce bakan darmaduman bir çift gözü göremeyişi gibi.

            Mo Ran’in yüzündeki tatlı gülümseme silinip yerini hayal kırıklığına bıraktı.

            Sinirleri bozularak suya vurdu, sonra birazını alıp kuvvetle yüzünü ovaladı.

            Gerçekten ne halt ediyordu.

            Bugün nesi vardı böyle?

            Tek yaptığı banyo yaparken ona birazcık bakmaktı, kısa bir an için yüzüne dokundu.

            Daha yeni uyarılmasını dindirebilmişti ve şimdi tekrar sertleşmişti…

            “Neden giyinmen bu kadar uzun sürüyor?”

            Chu Wanning, durduğu pencere kenarından ona doğru döndü, rahatsızlıkla azarlarken, cübbesi hafif rüzgârda dalgalanıyordu ve ince saç tutamları, yeşim gibi olan yanaklarını yumuşak bir şekilde okşuyordu.

            Mo Ran öksürdü ve anlaşılmayacak bir şekilde homurdandı: “Büyüyle saçlarımı kurutuyordum ama bunda çok iyi de-değilim, bu yüzden uzun sürdü. Shizun’u beklettiğim için üzgünüm.”

            Alışık olmadığı adaplı sözlerine şaşıran Chu Wanning, ona başka bir bakış atarak konuştu: “Yıkanmayı bitirdiğine göre gidip hazırlan, sonra gidip bir tekne kiralayabiliriz. Kılıç sürmek istemiyorum ve atlardan da sıkıldım, bu yüzden su yolundan gidelim, yolda manzaranın keyfini çıkarırız.”

            “Tamam, kulağa hoş geliyor.” Mo Ran ona uzun süre bakmaya bile cesaret edemiyordu, gizlemek için birkaç kez daha öksürdü.

            Chu Wanning kaşlarını çattı: “Boğazına ne oldu?”

            “…Hiçbir şey.”

            Apar topar, hazırlanmak için döndü. Sonra, tekne kiralamak için rıhtıma gitmeden önce, bir dükkânda durup atıştırmalık ve kuru gıda aldılar.

            Yangtze Nehri’ne indiler ve geçilemez bölgelere geldiklerinde, teknenin odundan kanatlarını genişletip büyü çekişiyle göğe sıçrayabilirlerdi. Yolculuk hızlı değildi ama huzurlu ve rahatlatıcıydı.

            Sekiz gün sonra, Sisheng Tepesi’ne ulaştılar, ağaçtan yapılmış tekne, dağ geçidinden rıhtıma indi.

            Mo Ran Chu Wanning’i arkasından takip etmeden önce, önden geçmesi için kamaranın bambu perdesini kaldırdı. Gece yarısıydı ve ay tepelerinde parlak bir şekilde asılıydı. Kıdemli Yuheng, çoktan Xue Zhengyong’a karşılamaya birilerini göndermemesi için açık talimatları yazmıştı, bu yüzden, girişi koruyan dört müridin olduğu, ana kapının basamaklarını tırmanmadan önce kimseyle karşılaşmadılar.

            “Kıdemli Yuheng!”

            “Mo-gongzi!”

            Bazı nedenlerden, önlerindeki müritlerin yüzünden bir panik dalgası geçti. Tepki dahi veremeden, dördü de yerde dizlerinin üstüne çöktüler, aceleyle yakarırken yukarı bakıyorlardı: “Kıdemli, Gongzi, şu an içeride sizin ceza almanızı isteyen insanlar var! Klan Lideri bir kuşla, şu an için uzak durmanızı söyleyen bir mesajla yolladı, ama görünüşe göre kuş yeterince hızlı değilmiş! Lütfen gidip biraz Wuchan Kasabası’nda saklanın, şu an kesinlikle içeri girmeyin!”

            Chu Wanning gözlerini kıstı: “Sahiden, hepinizi bu kadar panikleten sorun ne?”

            “Yukarı efsun dünyasından insanlar, Kıdemliyi şeytani efsunla suçluyorlar ve sorgulamak için Tianyin Köşkü’ne1 götürmek istiyorlar!”

            “Tianyin Köşkü mü?” Mo Ran tekrarladı, telaşla, “Bu, on büyük klan tarafından ortaklaşa kurulan, özellikle en kötü suçlular için ayrılmış hapishane değil mi?”

            “Evet, o! O-onlar Kelebek Kasabası’ndaki olay yüzünden buradalar!” Dördünün arasından kadın bir mürit endişeyle konuştu, “Kıdemli hâlâ hatırlıyor mu? Ceza olarak sopayla dövüldüğünüz zamanı!”

            “Bu, efsun tekniğinin hatalı kullanımından ya da sıradan insanların karıştırılmasından daha fazlası olamaz, en fazla bu olabilir. Ayrıca, Shizun çoktan bunun için olan cezayı kabul etti. Neden biranda tekrar eski meselelerin bahsini açtılar, bir de Tianyin Köşkü’nü dahil edecek kadar ileri gidiyorlar.” Mo Ran kaşlarını çattı, “Ve şu şeytani efsun konusu da ne?”

            “Biz de ayrıntıları bilmiyoruz ama Kelebek Kasabası’ndaki herkesin bir gecede öldüğünü duyduk, yarı-hayalet, yarı-ilah olan bir şeyler tarafından öldürülmüşler, birinin buyruğu gibi duruyor. Hayalet-ilah aşırı güçlü ve ortalama gezgin bir efsuncu, ona kesinlikle emir veremez, bu yüzden yukarı efsun dünyasındaki insanlar bunu yapanın Kıdemli Yuheng olduğundan şü…Şüpheleniyor!”

            Chu Wanning: “…”

            “Pfft.” Mo Ran güldü, “Ve ben de burada endişeleniyorum. Bu sadece basit bir yanlış anlaşılma, açıklaması kolay, saklanmaya gerek yok.” Sırıtmak için Chu Wanning’e döndü, “Shizun, bu insanlara inanabiliyor musun? Küçük bir şeytanı defetsen, gençlerin fırsatını ellerinden aldığını söylerler, büyük bir şeytanı temizlesen, şeytani efsun çalışmakla ve hayalet-ilahları kendi buyruğun için tutmanla suçlarlar. Böyle giderse, hiçbir şey yapmasak daha iyi, sadece evde oturup onların yaptığı gibi tüm gün meditasyon yapalım.”

            Fakat Chu Wanning gülmüyordu. İfadesi korkunç görünüyordu ve sormadan önce bir süre sessiz durdu: “Kelebek Kasabası’ndaki herkes öldü mü?”

            “Böyle duyduk. Tek bir kişi bile kurtulamamış.”

            “…”

            Chu Wanning gözlerini kapattı.

            Tuhaf ifadesini gören kadın mürit huzursuz bir şekilde sordu: “Kıdemli?”

            “Benim yaptığım bir olay değil ama defetmeyi yeterince iyi yapmadığım için olmuş olabilir. Gerçekten suçlanacak kişi bensem, sorumluluğumdan kaçmayacağım.” Chu Wanning yavaşça gözlerini açtı, “Mo Ran, hadi içeri girelim.”

            Sadakat Salonu’nda, kenarlarda kıvrımlı bronzdan on iki lamba sıralanmıştı, her biri, ortadaki ayaklıktan uzanan dokuz katlı dallarda, üç metre yükseklikteydi, üstü kısa ve altı uzundu, Sisheng Tepesi’nin ana salonunda toplam üç yüz elli altı adet mumdan fener, ışıl ışıl parlıyor, neredeyse gündüz gibi görünüyordu.

            Tamamen dövüş giysilerine bürünen Xue Zhengyong, salonun yüksek platformunda uzun figürüyle duruyordu, yırtıcı hayvana benzeyen gözleriyle aşağıdaki insanlara bakarken dökme demirden yapılmış bir heykele benziyordu.

            “Li-zhuangzhu, son kez söylüyorum. Kıdemli Yuheng şu anda klanda değil ve dahası, Kelebek Kasabası’nda olanların, onun işi olmadığını kendi hayatımla garanti edebilirim. Bu yüzden böyle şeyleri yaymayı bırak, böyle asılsız… Ne zımbırtıydı o…”

            Yanındaki Wang Hanım kol yeniyle ağzını örterek gizlice fısıldadı: “Suçlamalar.”

            “Ahem, böyle asılsız suçlamaları yaymayı bırak!” Xue Zhengyong görkemli bir şekilde elini öne doğru uzatarak beyan etti.

            Wang Hanım: “…”

            Sisheng Tepesi’nin nöbetçi müritlerini saymazsak, salonda otuz küsur kişi vardı, mavimsi-yeşil cübbeler giymişlerdi, kollarında at kuyruğu fırçası taşıyorlardı ve başlarında jinxian2– tarzı şapkalar vardı – yukarı efsun dünyasının yeni kurulmuş, gelecek vaat eden Bitan Klanı’ndan müritlerdi. Başlarındaki adam ellilerindeydi, yan taraflarına sıkıştırdığı bir çift uzun fırçayla hava akışında kedi balığı gibi süzüldü – bu Bitan Klanı’nın lideri, Li Wuxin’den3 başkası değildi.

            Li Wuxin küçümseyerek gülerken fırçasını fırıl fırıl döndürdü: “Xue-zhangmen, burada olmamın tek sebebi, klanın doğrucu bir klan olarak düşünüldüğü halde seni ikna etmeye çalışmak için. Kelebek Kasabası’ndaki trajedi, Kıdemli Yuheng ve müritleri defetme yaptıktan hemen sonra gerçekleşti. Chen ailesi, o üçünden başka hiçbir efsuncuyla iletişim kurmadı. Hem kanıt hem de görgü tanığı var, bu konudaki hatanızı kabul etmenizden başka bir seçeneğiniz yok.”

            Babasının yanında duran Xue Meng daha fazla dayanamadı ve azarladı: “Ve sen ne sikime kendinde konuşma hakkı buluyorsun? Ne zamandan beri aşağı efsun dünyasının sorunlarını kendi üstünüze vazife edindiniz? Tek yaptığınız elinizi kolunuzu bağlayarak ölümsüzlük için efsun yapmak ama bir şey olduğu anda hemen suçu shizunumun üstüne atmaya çalışıyorsunuz, bu adil değil!”

            “Xue-gongzi.” Li Wuxin sinirlenmek yerine anlamlı bakışlarla ona bakıp gülümsedi, “Daha önce insanların sizden, zümrüdüanka kuşunun oğlu diye bahsettiğini duymuştum. Ancak bugün sizinle şahsen tanıştığımda, heh, duruşunuz ve soğukkanlılığınız, kesinlikle, nasıl desem, şaşırtıcı bir deneyim.”

            “Seni–––!”

            Li Wuxin gözlerini devirdi ve tekrar Xue Zhengyong’a döndü: “Xue-zhengmen, biz yukarı efsun dünyalılar, yasalara sıkı bir şekilde bağlıyız ve bu konunun derinine inmeye niyetliyiz. Gerçekten iş birliği yapıp Yuheng, Mo Ran ve yanındakileri teslim etmeyecekseniz, gidip efsun dünyasının önde gelen klanı, Rufeng Klanı’ndan, gelip soruşturmayı üstlenmesini rica etmekten başka şansım yok!”

            Xue Zhengyong’un her zaman sert bir öfkesi vardı. Tehdidi duyunca alay etti: “Hoh. Siz Bitan Klanı’nın, Rufeng Klanı’yla canciğer olduğunun epey farkındayım, fakat Nangong Liu’nun kendisi bile önümde dursa, aynı şeyi söylerdim ––– Onları teslim etmeyeceğim, bunun Yuheng’le bir ilgisi yok.”

            Xue Meng da sürdürdü: “Peki o halde, Li-zhuangzu, kendi yolunuzu kendinizin bulmasını rica ediyorum.”

            “Gördünüz mü? Herkes gördü mü! Ne kadar zor ve mantıksız olduklarına bakın, yardım ve yaltaklık bu!” Kalabalığın önünden, aniden bir adamın titreyen sesi duyuldu, “O Mo denen adam arkadaşımın eşyalarını çaldığı ve nazikçe adaleti aramak için geldiğimiz zaman da aynı şey olmuştu, tıpkı bunun gibi bizi kestirip attılar ve dışarı kovdular! Li-zhuangzhu, gördün değil mi? Sisheng Tepesi yasanın üzerinde fazla saldırganca davranmaya devam ederse, aşağı efsun dünyası hapı yutar!”

            Girişten sessiz bir kıkırdama geldiğinde konuşmayı henüz bitirmişti.

            Herkes aynı anda kapıya döndü – orada, ışığın ulaşmadığı gölgeli alanda, hafif zırhıyla mavi cübbeli genç bir adam duruyordu, karmaşık oymalı, zincifre kapı çerçevesine yaslanmış, cansız bir ifadeyle salondaki manzarayı izliyordu.

            Aşırı yakışıklıydı, mum ışığının altında cildi yumuşak ve sıkıydı, neredeyse parlıyordu.

            “Chang-gongzi, diyorum ki, arkadaşından tam olarak ne zaman bir şey çaldım?” Gülümsemesi yumuşak ve büyüleyiciydi, “Rica ederim söyle, o Rong San… Yoksa Rong Jiu’muydu? Hatırlayamıyorum. Her neyse, o hoş çocuk senin arkadaşın mı yoksa metresin mi? Daha ziyade onu aldattın mı, hm? Ya onun duygularını incitirsen?”

            Acıklı şikayetleri olan kişi, Yizhou’dan olan tüccar Chang’dan başkası değildi, daha önce Sisheng Tepesi’yle hiçbir ilişkisi olmadığını beyan eden kişinin ta kendisiydi.

            Chang-gongzi hızla başını çevirdi, başta Mo Ran’i görünce afallamıştı ama sonra gözlerinde bir şey parladı ve acıyla ulumaya başladı:

            “Mo Weiyu, seni piç, Jiu-er ve arkadaşım, havan ve tokmak4 gibiydi, tamamen masumlardı. Çoktan, senin zalim ellerinde trajik bir şekilde can verdi, ama sen–––sen hâlâ onun ismini karalamaya cüret ediyorsun!”

            “Ne?” Mo Ran’in yüreği ağzına geldi, gözleri hafifçe irileşti, “Rong Jiu öldü mü?”

            Chang-gongzi öfkeyle ve yaşlı gözlerle konuştu: “Ebeveynleri Kelebek Kasaba’sındandı ve birkaç gün önce evini ziyaret ederken başına bu talihsizlik geldi. Bu şekilde senin ve shizununun kötü niyetini keşfettim! Ve adalet için Li-zhuangzhuya gittim!”

            Fakat Mo Ran’in Rong Jiu hakkındaki fikri olumlunun aksineydi, bu yüzden baştaki afallaması geçtikten sonra ters bir şekilde elini salladı: “Havan ve tokmağın arkadaşlığı mı? Yani, sen tokmaksın ve o da havan mı, pat pat pat? Bunun nasıl masum olabileceğinden şüpheliyim ama peki.”

            “M-Mo Ran!” Chang-gongzi bunların hiçbirini beklemiyordu ve epey hakarete uğramıştı: “Se-seni cahil namussuz! Sen,sen–––“

            “Öhöm…” Bu, Wang Hanım için de biraz fazlaydı.

            Bir tek Xue Zhengyoung gözlerini kırpıştırdı ve bir şey söylemedi. Bu havan ve tokmak neyse, iyi bir şey olamazdı; yeğeninin sözlerinin aslında oldukça mantıklı olduğunu düşünüyordu, yanlış hiçbir şey yoktu.

            Gecenin karanlığından, dağların derinlikleri ve yeşimin parçalanması gibi bir görüntü geldi, sanki buz tutmuş bir göl eriyordu, derin ve tanımlanamaz derecede hoştu ve sonra, ince, güzel biçimli bir el…

            Teklifsizce Mo Ran’in yüzüne bir tokat indirdi.

            “Ne edepsizlik. Havan ve tokmağın arkadaşlığı demek, statü ve varlığı umursamadan arkadaşlık etmek demek, tıpkı Gong Shamu ve Wu You gibi.” Chu Wanning, kapıda karanlık bir ifade ve çarpık bir tonla belirdi, “Kapıda durup utanç kaynağı olarak ne yapıyorsun, defol içeri!”

            “Shizun!”

            “Shizun!”

            Şaşıran ve neşelenen Xue Meng ve Shi Mei, karşılamak için öne çıktı.

            Ama Xue Zhengyong’un gözleri hem rahatsızlık hem de öfkeyle genişledi: “Yuheng, neden bir anda geri döndün?”

            “Gelmeseydim daha ne kadar kendi başına idare etmeyi planlıyordun?” Chu Wanning sakince ve uzun adımlarla Sadakat Salonu’na girdi, yakışıklı yüzü mum ışığının altında neredeyse bir ölümsüz gibi zarif ve hoş görünüyordu. Salondaki altın tahta gelmeden durdu ve geniş kol yenlerini savurarak dönmeden önce Xue Zhengyong’la birbirlerine başlarıyla selam verdiler.

            “Sisheng Tepesi’nden Chu Wanning, Kıdemli Yuheng unvanının mütevazi taşıyıcısı. Görünüşe göre bana soracak sorularınız var; yanıtlamayı reddetmek istemem.” Li Wuxin şok içinde bakıyordu, fakat Chu Wanning, duman gibi anka gözleriyle ona sadece tek bir bakış ayırıp düz bir sesle konuşmaya devam etti.

            “Beni aydınlatmanızı rica ediyorum.”

            Yazarın Notları:

            Mini tiyatro [Her karakter aydınlatılmayı rica eder]

            Chu Wanning: Herkesin, yeterince yüksek enerjim olmadığını düşündüğünü duydum, heh, lütfen beni aydınlatın.

            Weiyu: Herkesin, yatak odası hünerlerimin iyi olmadığını düşündüğünü duydum, heh, lütfen beni aydınlatın.

            Xue Meng: Herkesin, yeterince hetero olmadığımı düşündüğünü duydum, heh, lütfen beni aydınlatın.

            Shi Mei: Herkesin, kara-kalpli bir nilüfer çiçeği olduğumu düşündüğünü duydum, heh, lütfen beni aydınlatın.

            Ye Wangxi: Herkesin, kız olduğumu düşündüğünü duydum, heh, lütfen beni aydınlatın.

            Mei Hanxue: Herkesin, çoktan romanda göründüğümü düşündüğünü duydum, heh, lütfen beni aydınlatın.

            Meatbun: Sondaki Mei soyadlı kardeş, kimse senin çoktan göründüğünü düşünmüyor, heh, eğer bu konuda mutlu değilsen, gel bana vur.

Dipnotlar

  1. Tianyin: Gökleri Sesi / Göklerin Ezgisi.
  2. Jinxian böyle bir şey.

  3. Wuxin: “Kalpsiz” demek.
  4. Statü ya da varlığı önemsemeyen arkadaşları tanımlayan bir deyim ama cümlenin esas okunuşu, havan ve tokmak arkadaşlığı. Deyimin geldiği yerin hikâyesi: Doğu Han Hanedanlığı zamanında, Gong Shamu isimli bir âlim, İmparator Kolejine katılmak adına yeterince para biriktirmek için, sade kıyafetlerini kuşanmış ve Wu You adında bir memurun evinde çalışmaya, pirinç dövmeye (havan ve tokmak kullanarak) gitmiş. Wu You, onu görgülü ve hoş sözlü bulduğundan onunla arkadaş olmuş ve eğitimine devam etmesi için para ödemiş. Gong Shamu, prensipli ve başarılı bir memur olmuş.