Peerless 38- Ben ve Sen, Yani Biz

Bölüm 38- Ben ve Sen, Yani Biz 

    Fo Er, Kaan Ishbara’nın emirleri altında, Altı El Zanaatları Şehri’ne tek bir amaçla gelmişti ve bu yeşim değildi, Kaan Apa’nın elçisi ve Sui İmparatorluğu’nun görüşmesini engellemekti.

    Jin Lian, Altı El Zaanatları Şehri’ne varmadan önce Sui İmparatorluğu elçisini öldürmek tabii ki en etkili hamle olurdu ancak Jin Lian’ı geldiğinde öldürdükten sonra, toplantı da önlenebilirdi ve Kaan Apa’nın büyükelçisi olarak öne çıkmak isteyen başka bir cesur asker bulamayacağını boşverin, biri istese bile, kendilerini yabancılaşmış hissedecek ve bu her iki ülke arasındaki ilişkileri sonunda koparacaktı.

    Bu yüzden Jin Lian ve Cui Buqu aynı yerde göründüğünde, Fo Er Cui Buqu’yu terk etmekte tereddüt etmemiş ve hemen Jin Lian’ın hayatını almaya çalışmıştı. 

Jin Lian dövüş sanatlarında eğitim görmüştü – at sırtında ok atma, yaya olarak teke tek dövüş – Göktürkler arasında bile bir kahraman olarak kabul edilirdi, ancak yetenekleri hala Göktürk’ün bir numaralı savaşçısının gerisinde kalıyordu. On hamlenin ardından iyice bastırılmıştı, her iki astı da onu kurtarmak için ileri atıldı, ancak biri göğsüne ölümcül bir yerden darbe aldı, kustu ve oracıkta öldü, diğerinin kolu kırıldı ve bir süre savaşamadı.

    Qiao Xian ve Zhangsun Bodhi aceleyle geri döndüler, Cui Buqu’nun solunda ve sağında durarak, onu korudular ama Jin Lian’ı kurtarmaya çalışmadılar.

    Jin Lian panikledi, yüksek sesle bağırmaktan kendini alamadı, “Beni öldürmek istiyor, sadece izleyecek misiniz?!”

    Cui Buqu yavaşça, “Jin Lian Kedun, şu anda Kaan’ınız Kaan Ishbara tarafından köşeye sıkıştırılıyor, siz olmadan bile Sui İmparatorluğu’nun Kaan Bagha ve Kaan Tardu gibi müttefikleri olacak. Ne sizinle ne de sizsiz, sonuçlar çok farklı olmayacak. Kraliyet subayı olarak rütbem sizin yüzünüzden yükselmeyecek, ancak sizin yüzünüzden düşürülmeyecek de. Neden biraz daha düşünüp taşınmıyorsunuz?”

    Ölümün son nefesiyle ve Fo Er gibi üst düzey bir dövüşçüye karşı koyacak hiçbir şeyi olmadığı gerçeğiyle yüz yüze geldiğinde, tek yapabileceği derin bir nefes almak ve kendini ölümüne savunmaktı. On beş hamleden sonra bir adım geri atmaya devam etti, omzu yaralanmıştı ve acı hiçbir şeyle kıyaslanamazdı ama Fo Er öylece kaldı, gerçekten onu oracıkta öldürmek için her türlü niyeti vardı.

    Göktürkler, Çinlilerden farklı olarak meseleleri ele almakta daha açık sözlü olsalar da, siyasette kendi aralarında entrikalar kuran kraliyet mensupları, bu tür kanlı sonuçların getirdiği taht için savaşan diğerlerinden çok farklı değildi. Kaan Apa ile genç yaşta evlendiğinden beri, bugüne kadar yaşayabilmiş olması bile başkalarının hayal bile edemeyecekleri kadar çok çalışma ve cesaret gösterdiğini kanıtlıyordu. Hayatının bu şekilde sona ermesinden, ölümünün bu kadar komik olmasından asla memnun olmayacaktı.

    “Cui Buqu seni kurtarmayı reddederse, ben yaparım.”

    Hafif, küçük bir kahkaha kulağında çınladı ve hemen önündeki baskının hafiflediğini hissetti, önünde çoktan hafif bir gölge vardı, bir avuç onun yönüne doğru koşmadan önce onu Fo Er’den koruyordu. 

        Her iki dövüş sanatçısı da bir güç savaşına girerken, Jin Lian anında alanın dışına itilmişti.

        Ölümden yeni kurtulduğu için, Jin Lian sırtındaki acıyı pek umursamıyordu, kalbinin gök gürültüsü gibi çarptığını hissetti, şakakları bile kalbinin baskısını hissedebiliyordu, iki bacağı da bulutun üzerine basıyormuş gibi hissettiriyordu, vücudu ve uzuvları güçten yoksundu. Şu anda, ölümden yeni kurtulan birinden farklı değildi.

    Paniği dinmeden önce, Jin Lian’ın bakışları ölü ve yaralı astlarının üzerinde gezindi ve onun yerine şu anda Fo Er ile savaşmakta olan adama indi.

    Gölgeleri hayaletler gibi hızlıydı, Jin Lian’ın dövüş sanatları seviyesi ile savaşlarını net bir şekilde görmesi imkansızdı. Sadece onlardan inanılmaz derecede uzak olduğunu hissetmişti. Yine de savaşlarının rüzgarını hissetti ve birkaç adım daha geriye gitmek zorunda kaldı.

    “Jin Lian Kedun, düşünüp taşınmanızın nasıl gittiğini merak ediyorum.” Cu Buqu usulca konuştu. “Bildiğim kadarıyla Kaan Ishabara, üst düzey dövüşçülerden yoksun değil. Fo Er dışında üst düzey ustalığa ulaşmış iki dövüş sanatçısı daha var, daha fazlasını gönderirse korkarım Göktürk Krallığı’na bile dönemezsiniz.”

    Jin Lian dişlerini gıcırdattı. Cui Buqu’nun kendisini kurtarmak istemediğini çok iyi biliyordu, bu kesin hedef yüzündendi. 

    Ancak dizini bükmeden edemezdi çünkü Cui Buqu tam olarak zayıflığını dile getirmişti. Orta Ovalara gelmiş, adını ve kimliğini saklamıştı. Görünüşünü değiştirmiş, yolculuğunda bile birçok tehlikeyle karşı karşıya kalmıştı, hepsinin üstesinden gelmeyi başarmış olsa da, eve dönüş yolculuğunda o kadar şanslı olamayabilirdi. Başlangıçta Jin Lian her iki ülkenin de müttefik olmasını istemişti ve döndüğünde, Sui İmparatorluğu askerlerini de onunla birlikte gönderecekti, ama tuzağa düşeceğini kim bilebilirdi ki, müzakereyi çözemezse eli boş dönmek zorunda kalacaktı.

    “Hükümler müzakere edilebilir; iki ülkenin ittifakına uzun zaman önce karar verildi. Kaan reddetmeyecek, onun adına teklif verebilirim. Ancak İmparatorluk Mahkemesine verilen haraçlara gelince, bu kararı ben veremem. Efendi Cui neden beni Kaan’ın kampına kadar takip edip Kaan’ı kendi gözlerinizle görmüyorsunuz, belki bu benim tek başıma dönmemden daha etkili olabilir.”

    Cui Buqu, bunun zaten Jin Lian’ın kırmızı çizgisi olduğunu bildiği için sessiz kaldı, bu yüzden onu zorlamak için daha fazla bir şey söylemedi. Başını salladı, “Kanıt olarak Jin Lian’dan bir mektup isteyebilir miyim, Pekin’e teslim edip Majestelerinin okumasına izin verebileceğim?”

    Jin Lian çabucak, “Sorun değil, Göktürk’ten ayrıldığımda zaten Kaan’ın kendisinden bir mektup getirdim, sadece Göktürkçe okuyabilen birine ihtiyacımız var.” dedi.

    Cui Buqu, “Ben okurum.”

    Jin Lian’ın bu kadar basit bir cümleye hayran kalmaması imkansızdı.

    Öte yandan Feng Xiao ve Fo Er’in savaşı bitmemişti.

    Dövüş sanatlarına gelince, Fo Er, Feng Xiao’nun biraz altında olmasına rağmen, onun seviyesinde kazanamasa da kaçması zor değildi. 

    Bu gece iki amaç için gelmişti, ilki birini öldürmek, ikincisi birini kurtarmaktı. Her iki görevi de henüz tamamlanmamıştı, bu yüzden doğal olarak bu kadar kolay gidemezdi.

    Fo Er ünlendiğinde, dövüş sanatçıları dünyasının en tepesindeydi, zamanının en iyi dövüş sanatçıları, ya zaten ustaydılar ya da ormanların derinliklerinde saklanmışlardı, onları takip etmek de bulmak da zordu. Fo Er, Orta Ovalara geldiğinden beri birçok üst düzey dövüş sanatçısıyla savaşmıştı, kendi rakipsiz yetenekleri, Feng Xiao ile tanışana kadar Orta Ovaların dövüş sanatçılarının zayıftan başka bir şey olmadığını düşünmesine neden olmuştu.

    Feng Xiao, Fo Er’in hayatında çok az gördüğü bir düşmandı. Diğerinin hareketleri hafif, hızlı ve tahmin edilemezdi, ancak içsel gücü sağlam bir temele sahipti. Bu, çok genç birinin ulaşabileceği bir dövüş sanatları seviyesi değildi. Fo Er, arkasında doğal olmayan bir şekilde yüksek seviyeli bir ustanın ona ders verdiğinden her zaman şüphelenmişti ya da belki Feng Xiao, kendini yeniden gençleştirmenin bir yolunu bulmuş yaşlı bir adamdı.  Geçen sefer Huyang Ormanı’nda yenildiği için geri çekilmişti ve şimdi tekrar yenilgiyle ayrılmaktan başka seçeneği yokmuş gibi görünüyordu. 

    Qian Xian ve Zhansun’un orada olması bir kenara, Feng Xiao ile tek başınayken bile başa çıkmak zordu. İkisi de henüz harekete geçmemişti ama bilerek Fo Er’in kaçış yolunu bloke ediyor gibiydiler, onu sağa sola bastırıyor, gücünü kullanamaz hale getiriyorlardı.

    Uzakta duran Cui Buqu’yu gözünün ucuyla gördü ve içinden bir plan yaptı.

    Şimşek hızında, hemen havaya sıçradı Fo Er. Uzun boylu ve kalıplı olmasına rağmen, bu sıçrama, tamamen suskun ve neredeyse sessizdi, havada uçan bir turna gibiydi.

    Feng Xiao doğal olarak onu takip etti ama Fo Er’in figürü aniden çatıya düştü – kaçmak için koşmuyordu, müritini kurtarmayı da amaçlamıyordu, çatıya bir tokat atarak çatının çökmesini hedefliyordu.

    Feng Xiao alçak bir sesle “İyi değil” dedi, zamanında hızlanamadı ve sadece çatının altındakiler için bağırabildi: “Koşun, çabuk!”

    Tüm çatı çöktü, hatta tuğlalar ve sütunlar bile, Fo Er’in gücü altında altındakileri ezmek için her şey paramparça oldu.

    Göz açıp kapayıncaya kadar mekan düz bir araziye döndü.

    Dövüş sanatları eğitimi almış olanlar kendilerini kurtarabilirlerdi, tıpkı Jin Lian gibi, tamamen önleyememiş de olsa birçok yarası da olsa, yine de kaçabilmişti. Ancak yaralanan astı o kadar şanslı değildi – korkunç bir manzarada sütunlar tarafından ezilmişti.

    Feng Xiao’nun yüzünün rengi attı. Yüzündeki her zamanki oyunbazlık ifadesi anında kayboldu ve kurtarmak için geri döndü. 

    Pei Jingzhe, başarılı bir şekilde kaçmasına rağmen, neredeyse bir sütun tarafından eziliyordu, yüzünde birkaç yara izi ve kesik vardı, sırtı da yaralanmıştı ve yara yakıcı bir acı yaydı.

    Yine de etrafına baktığında, dövüş sanatlarını hiç bilmeyen Cui Buqu’yu düşündüğü gibi yüzünün rengi de değişti. “Efendim, Cui…”

    Feng Xiao kayan bir yıldız gibi uçtu ve bir direği tekmelemek için eğildi. Hiç güç vermiyormuş gibi görünüyordu ama sütun yuvarlandı ve yığının diğer tarafına düştü.

    Sütunun altında bir el vardı.

    Pei Jingzhe o kadar şok olmuştu ki hemen yardıma gitti. O elin Cui Buqu’ya değil, Qiao Xian’a ait olduğunu keşfetmeden önce diğerinin vücudundaki tüm kalıntıları temizlemek kolay değildi.

    Qiao Xian ve Zhangsun Bodhi, vücutlarının altında Cui Buqu’yu koruyorlardı, bu yüzden hepsi birlikte dışarı sürüklenmişti. İkisinin de birkaç fiziksel yarası vardı ama Cui Buqu tamamen yaralanmamış görünüyordu.

    “Lord Feng’in yetenekleriyle bile Fo Er kaçabildi mi?” Cui Buqu soru sorarcasına tek kaşını kaldırdı.

    Aldığı yanıt Feng Xiao’nun her zamanki neşeli sesiydi, “Bu senin tüm o enkazların altına gömüldüğünü gördüğüm için değil miydi, kalbim ateş gibi çarpıyordu ve sadece seni kurtarmayı düşünebiliyordum? Ah QuQu, intikamın gerçekten çok fazla, gel, göğsüme dokun, hala kalbimin atışını hissedebilirsin!”

    Pei Jingzhe, Ölmediğin sürece, yoksa kimin kalbi atmıyor ki?

    Ama Feng Xiao’nun tarafında olduğunu unutmadı, bu yüzden kendi Lordunu ifşa etmek için ağzını açamadı ve sessiz kaldı.

    Cui Buqu da Feng Xiao’nun saçmalıkları ile oyalanamayacak kadar tembeldi, hemen Jin Lian’a “Kaan’ın yazılı mektubu” dedi.

    Jin Lian’ın kolu yaralanmıştı, bu yüzden mektubu göğsünden çıkarmak için çok güç kullanması gerekti. Qiao Xian onu aldı ve zehirli olup olmadığını anlamak için inceledikten sonra Cui Buqu’ya verdi.

    Cui Buqu elbiselerindeki tozu sildi ve mektubu açmak için başını eğdi.

    Aniden bir kafa uyarı vermeden yanına kaydı ve Cui Buqu mektubu diğerinin yüzüne çarptı.

    “Eee, bunda ne yazıyor? Göktürkçe? Usta Taoist Cui, gerçekten inanılmazsın Göktürkçe bile okuyabiliyorsun.”

    Feng Xiao, Cu Buqu’ya seslenirken QuQu’dan A-Cui’ye ve Usta Taoist Cui’ye kadar, her türlü hitabı birbirinin yerine ve tahmin edilemez bir şekilde, tamamen kendi ruh haline göre kullanırdı, bu yüzden Cui Buqu uzun zamandır buna alışmıştı.

    Cui Buqu bir bakışta on satırın hepsini okudu ve bunun gerçekten de bizzat Kaan Apa tarafından yazıldığını doğruladı, mektubu Feng Xiao’nun eline sıkıştırdı ve Jin Lian’a şunları söyledi: “Sizi Göktürk Krallığına kadar takip edebilir, Kaan Apa ile yüz yüze görüşebiliriz.”

    Jin Lian çok mutlu görünüyordu ama vurgulamak zorundaydı, “Bu harika! Lütfen bir tarih seçin Efendi Cui, böylece daha erken yola çıkabiliriz. Şimdi Fo Er kaçtığı için Kaan Ishbara çok çabuk haber alacak, o zaman korkarım bizi tekrar pusuya düşürmek için birini gönderecek!”

    Cui Buqu’nun onu takip etmeye istekli olması, sadece dönüş yolunda korumaları olacağı anlamına gelmiyordu, aynı zamanda Sui İmparatorluğu’nun bir Komutanını eve getireceği anlamına geliyordu, Jin Lian’ın tanınırlığı kesinlikle aşılmaz bir şekilde artacaktı.

    “Ancak, bu konuyu bir süre daha tartışmamız gerekiyor. Geç oldu, bu gece Kedun şok geçirdi, bu yüzden lütfen biraz dinlenin, yaralarınıza bakması için bir doktor göndereceğim.” dedi Cui Buqu.

    Jin Lian başını salladı, “Çok teşekkürler Lord Cui. Lütfen benimle gelen astları gömün.”

    Daha sonra bir hizmetçi tarafından götürüldü.

    Feng Xiao, Cui Buqu’nun da dönüp gitmek istediğini gördü, onu bileğinden tutmadan önce iki kez düşünmedi, böylece diğerinden derin bir nefes kazandı. 

    Zhangsun ve Qiao Xian tarafından korunmasına ve yara almadan çıkabilmesine rağmen bileği burkulmuştu, bu yüzden Feng Xiao onu tuttuğunda hemen belli olmuştu.

    Qian Xiao, Feng Xiao’ya öfkeyle baktı ve ona saldırdı, bu yüzden diğeri elini hızla bıraktı ve bir adım geri attı.

    “Bir dakika, ‘biz’ dedin, bunun anlamı ne?”

    Cui Buqu dudağının bir köşesini kaldırdı, “Ben ve sen, yani “biz” anlamına geliyor.”

    Feng Xiao: ……

    Yazarın notu:

    Feng Xiao: Seninle gideceğimi  ne zaman söyledim???

    Cui Buqu: Rüzgar da olsa yağmur da olsa seni bekleyeceğim.