ERHA – 192. Shizun Bana Hayatımı Verdi

               Chu Wanning’in inzivasının sona erdiği gün, Sisheng Tepesi’ne davetsiz bir misafir gelmişti.

               Chu Wanning’in sabahın erken saatlerinde giyinmesine yardım eden Mo Ran, Kızıl Nilüfer Köşkü’nün kapısında hızlı bir tıklama duydu. On gün süren derin bir meditasyonun ardından, Chu Wanning hâlâ sersemlemiş ve şaşkındı. Gayet kayıtsız bir tavırla, “Girin lütfen,” dedi.

               Mo Ran genizden bir güldü.

               “Ne gülüyorsun?”

               “Shizun, kapıya bariyerler kurdun. Ben, Xue Meng ve birkaç kişi dışında başka kim içeri girebilir ki?”

               Ancak o zaman Chu Wanning büyüleri hatırladı ve bir elini kaldırarak bozdu. Yoğun bir şarap kokusuyla sarılı, paniğe kapılmış bir haberci mürit başsız bir tavuk gibi içeri daldı. “Kötü haber, Kıdemli Yuheng! Sadakat Salonu’nda güçlü bir iblis karmaşa çıkarıyor!”

               Mo Ran ve Chu Wanning hızlı bir bakışma ile anlaşıp vakit kaybetmeden dışarı fırladılar.

               Henüz biraz daha mesafe varken, Mo Ran avluda daireler çizen devasa bir kabak gördü. Etrafında çaresiz bir öfkeyle bakan kıdemliler ve müritler birikmişti.

               “…Güçlü bir iblis mi?” diye sordu Mo Ran.

               Şişman kabak guruldayarak cevap verdi.

               Chu Wanning ve Mo Ran’i gören Xue Zhengyong’un gözleri parladı. Dizlerini döverek: “Ah! Yuheng! Tam zamanında uyandın! Çok şükür, çok şükür!”

               Chu Wanning şaşkındı, ancak yüz hatları kayıtsızlığa o kadar alışkındı ki şaşkınlığı bile bilgece görünüyordu. “Mn?”

               “Altın Davul Pagodası’ndan kaçan başka bir iblis.” Xue Zhengyong yüzünü buruşturdu, hem eğlenmiş hem de hoşnutsuz bir ifadeyle. “Gitmiyor—Sefahat Kabağı!”

               Chu Wanning, avluda azgınca koşturan devasa kabağa baktı. İki adam boyunda, inci gibi bir parıltıyla parlıyordu; ağzından pembe bir sis ve şarap fışkırıyordu. Evet, bu, efsanevi Sefahat İblisi Kabağı’ydı.

               “Zararsızdır,” dedi Chu Wanning.

               “Ama insanları içmeye zorluyor!”

               Bu doğruydu. Kabağın şu anda bir grup müridin peşinde olduğu ve anlaşılmaz guruldamalar çıkardığı görülüyordu. Birini yakaladığında, yan tarafında bir delik beliriyor ve kurbanının ağzına şarap püskürtüyordu.

               Chu Wanning hiçbir şey söylemedi.

               “Görünüşe göre sadece kendisinden daha iyi dayanıklılığı olanlara boyun eğiyor,” Xue Zhengyong acıklı bir sesle ekledi. “Yuheng, sen…”

               Chu Wanning, başı zaten ağrıyormuş gibi, elini şakağına götürdü. Avluya atlayarak Tianwen’i çağırdı ve söğüt salkımını kabağın önünde tuttu.

               “Dur,” dedi. “Seninle içeceğim.”

               Şişman kabak sevinçle sallandı. Hemen bir delik açıldı ve Chu Wanning’in zarif yüzüne bir şarap akıntısı fışkırttı. Chu Wanning bundan kaçmıştı; altın bir ışık parıltısı ve Tianwen şişman kabağı sıkıca sardı.

               “Neden başka bir yol denemiyoruz? Bardağın var mı?”

               Guluk guluk! Delikten, içinde berrak şarap dolu küçük bir kabak kepçe fırladı.

               Kalabalığın dikkatli bakışları altında, Chu Wanning oturup Sefahat Kabağı ile içmeye başladı.

               Guluk guluk şıpır!

               “Fena değil. Bir tane daha ver.”

               Şıpır!

               “Armut çiçeği beyazın var mı?”

               Şıpır şupur!

               “Yuheng,” Xue Zhengyong hayretle seslendi. “Ne dediğini anlayabiliyor musun?”

               “Mn,” diye cevapladı Chu Wanning. “Bu tür iblislerin dilinden biraz anlarım.”

               Şıpır! dedi kabak.

               Mo Ran gülümsedi. “Shizun, ne dedi?”

               “Sadece sohbet ediyor—uzun zamandır güneşi görmediğini söyledi.”

               Kabak sevinçten deliye döndü; sebebi her neyse, Chu Wanning’i de anlıyor gibiydi. Yanına yanaşıp aşırı özenerek ona bir kepçe dolusu daha koymak üzereydi.

               “Bu sefer armut çiçeği beyazı mı?”

               Şıpır!

               “Nü’erhong sevmem.”

               Şuploş… Kabak şarabı döktü ve başka bir tane doldurdu.

               Herkes sessizce şok içinde izledi. İnsan-iblis ikilisi öğlene kadar içti; insan ayık, iblis ise coşkuluydu. Gün ilerledikçe Sadakat Salonu’nun önündeki kalabalık büyüdü. Hatta Xue Meng ve Shi Mei de gelip baktılar.

               Mo Ran, Shi Mei’i görür görmez aralarındaki önceki yanlış anlaşılmayı hatırladı. İçindeki suçluluk duygusu ağır basarak hemen özür dilemeyi düşündü. Ancak Shi Mei onu görür görmez dönüp uzaklaşmıştı.

               Bunu Xue Meng da fark etti ve Mo Ran’i dirseğiyle dürttü. “Sanırım hâlâ üzgün.”

               “Peki, ne yapmalıyım?” diye sordu Mo Ran, kederle.

               “Git onunla konuş. Siz ters düştünüz diye ben de arada kalıyorum. Yapabileceğim bir şey yok,” dedi Xue Meng. “Hadi, nasıl olsa burada bir işe yaramıyorsun.”

               Mo Ran, hâlâ şarap kabağıyla kadeh tokuşturmakta olan Chu Wanning’e göz attı. Onsuz ciddi bir şey olmayacaktı. “O zaman Shi Mei’in peşinden gideceğim. Burada kal ve Shizun’u gözle. Eğer bir şey olursa hemen bana haber vermelisin.”

               Mo Ran kısa sürede yetişti. Kılıç Dansı Platformu’na ulaştığında seslendi: “Shi Mei!”

               Bir cevap yoktu.

               “Shi Mei!”

               Sonunda Shi Mei durdu ve düşünceli bir şekilde ona döndü. “A-Ran, ne oldu?”

               “Hiç…” Mo Ran ellerini sallayarak kaşlarını çattı. “Sadece söylemek istedim ki—geçen sefer olanlar. Hepsi benim hatamdı.”

               “Hangi zamandan bahsediyorsun?”

               Mo Ran donakaldı, gözleri büyüdü. “Ne?”

               Shi Mei’in ifadesi hâlâ yumuşak ve sakindi. Rüzgâr eserken bir tutam saçı kulağının arkasına aldı. “Kızıl Nilüfer Köşkü’nde Shizun’a zarar vereceğimi düşündüğün zamandan mı, yoksa Yuliang Köyü’nde akşam yemeğinde ikinizin benimle oturmadığınız zamandan mı? Ya da daha öncesi, Shizun ilk uyandığında ve Wuchang Kasabası’nda sana şarap getirmek için seni gördüğümde, tüm yemek boyunca neredeyse benimle konuşmadığın zamandan mı? Hangi zamandan bahsediyorsun?”

               Mo Ran, Shi Mei’in bu kadar eski olayları gündeme getirmesini beklemiyordu. Bir an için cevap veremeyecek kadar sersemledi. “Sen… Tüm bu zaman boyunca bana kızgın mıydın?”

               Shi Mei başını salladı. “Kızgın demezdim, ama evet, rahatsız etti.”

               Mo Ran hiçbir şey söylemedi.

               “A-Ran, Shizun geri döndüğünden beri beni kendinden uzaklaştırıyorsun.”

               Bu noktada, Mo Ran ne diyeceğini bilemedi. Shi Mei’i gerçekten de kendinden uzaklaştırıyordu. Bir zamanlar aralarında öyle bir yakınlık vardı ki, Chu Wanning bile bunu gün gibi aşikâr görebiliyordu. Ancak her zaman bir şeyler eksikmiş gibi hissetmişti. Eskiden aralarındaki o ince perde bir türlü aralanmamıştı. Daha sonra, Mo Ran gerçek duygularını fark ettiğinde, Shi Mei ile olan ilişkisini nasıl idare edeceğini bilememişti.

               Açıkça Shi Mei’e söylemeyi düşünmüş ama bu fikri bir kenara atmıştı. Shi Mei’e hiç itiraf etmemişti. Shi Mei’in kendisine olan duygularının mahiyeti konusunda da tam anlamıyla emin değildi; aceleyle gidip romantik bağları kesmek istediğini söylese, bu çok ani, çok kibirli olmaz mıydı? Sonunda, paylaştıkları şeyin zamanla kaybolmasına izin vermeye karar vermişti.

               Shi Mei, bir süre sessizce Mo Ran’e baktıktan sonra devam etti. “Sisheng Tepesi’ne ilk geldiğinde, benim de pek arkadaşı olmayan bir yetim olduğumu ve o andan itibaren aile olacağımızı söylemiştim.”

               “…Mn.”

               “Peki neden değiştin?”

               Mo Ran yıkılmıştı. Birden kendini kaybolmuş gibi hissetti; Shi Mei’i neden bu kadar uzaklaştırmıştı ki? Hayalet aleminden döndüğünden beri aralarında yüz kelime bile geçmiş miydi? Bir zamanlar ayrılmaz bir ikiliydiler, ama şimdi aralarına mesafe girmişti. Belki de gerçekten bunu fazla abartmıştı.

               “Üzgünüm,” dedi.

               “Üzgün olacak bir şey yok.” Shi Mei, bakışlarını uzaklara çevirdi. “Boş ver, önemli değil.”

               “Kızma lütfen. Eğer kızarsan, ben de… Ben de kendimi çok kötü hissederim. Bana hep iyi davrandın.”

               Shi Mei sonunda hafifçe gülümsedi. “Sana iyi davrandım, ama bu Shizun’la karşılaştırılabilir mi ki?”

               “O farklı.”

               Shi Mei, uzaklardaki belirsiz dağlara doğru baktı. “Bir keresinde bana, sana çok sıcaklık verdiğimi, iyi davrandığımı söylemiştin. Peki ya Shizun?”

               “O bana hayatımı verdi,” dedi Mo Ran.

               Shi Mei, uzun bir süre konuşmadı. “Anlıyorum.”

               Mo Ran, onu bu halde görmekten dolayı yüreğinde keskin bir acı hissetti. “Zaten karşılaştırılacak bir şey yok. Herkes farklı, sen—”

               Shi Mei onun sözünü bitirmesini beklemeden, yüzünü çevirdi, rüzgâra karşı durarak elini kaldırıp Mo Ran’in göğsüne hafifçe vurdu. “Tamam, açıklamana gerek yok. Ne demek istediğini anlıyorum. Aslında, o kadar da alıngan değilim. Ama senin benim hakkımda öyle düşünebilmene gerçekten kırılmıştım.”

               “Mn…”

               “Her şeyi geride bırakalım. Köprünün altından çok sular aktı.”

               Mo Ran’in gözleri koyuydu ve parlıyordu. Kısa bir duraksamadan sonra minnetle başını salladı ve “Tamam,” dedi.

               Kılıç Dansı Platformu’nun yeşimden korkuluklarına yaslanmış duran Shi Mei, bilhassa uzun ve ince görünüyordu. Aşağıda uçuşan yapraklara baktı. Sessizlik uzadı, ta ki Mo Ran konuşana kadar—

               “Hadi geri dönelim.”

               “O zaman bana ne söylemek istemiştin?”

               İkisi de aynı anda konuşmuştu. Mo Ran şaşırdı. “Ne zaman?”

               “Semavî Yarık’tan önce,” dedi Shi Mei.

               Mo Ran, Kelebek Kasabası’nda yarım kalmış itirafını ancak o zaman hatırladı.

               “Sözünü hiç bitirmedin. Ne söylemek istediğini bilmiyorum. Şimdi sorsam söyler misin?”

               Mo Ran ağzını açtığında, Sadakat Salonu’nun yönünden büyük bir çarpma sesi duydular. İkisinin de yüzü bembeyaz oldu. “Shizun orada!” diye bağırdı Mo Ran.

               Shi Mei de boş konuşma hevesini yitirmişti. “Hemen dönelim.”

               Geri dönüp ana avluya doğru koştular ve Sadakat Salonu’nun geniş avlusunda bir başka şişman kabak buldular.

               “Bu ne lan?” diye patladı Mo Ran.

               Xue Zhengyong yüzünü kapattı. “Bir başka Sefahat Kabağı.”

               “Kaç tane var bundan?”

               “İki—biri şarap için, diğeri şehvet için. Aynı dalda çift olarak büyüyorlar.” Xue Zhengyong, başının patlayacakmış gibi göründüğü bir ifadeyle, “Yuheng’ın dayanıklılığını test eden sadece küçük kardeş. Şimdi büyük olan da burada,” dedi.

               Mo Ran, bu yeni bilgiyi kavramaya çalışırken yüzünde anlaşılmaz bir ifade vardı. “Eğer şarap kabağı içkiyi seviyorsa, o zaman şehvet kabağı…” Dönüp, pembe renkli, dönen kabağa baktı; yüzü kül gibi olmuştu.

               “Şehvet kabağı, yeryüzündeki her türlü baştan çıkarma numarasını bilir,” dedi Xue Zhengyong derin bir mahcubiyetle. “Sadece en saf insanların emirlerine uyar.”

               Mo Ran dönüp bağırdı, “Xue Meng!”

               “Xue Meng neden burada değil?” diye sordu Shi Mei şaşkınlıkla. “Nerede?”

               Xue Zhengyong şehvet kabağını işaret etti. “Çoktan testin içerisine girdi. Yuheng’a yardım etmek istediğini söyledi.”

               Mo Ran derin bir nefes aldı. “Bu iş tamam o zaman. Eğer Xue Meng saf sayılmıyorsa, yeryüzündeki kimse sayılmaz.”

               Sözleri daha yeni bitmişti ki büyük bir gümbürtü duyuldu. Xue Meng’ın kabağın ağzından sert bir şekilde fırlatılıp kalabalığın içine savruluşunu izlediler. Hâlâ şarap kabağıyla içki içen Chu Wanning, kargaşaya doğru baktı.

               “Ne oldu?” diye bağırdı Shi Mei.

               “Yoksa genç efendi bile…” diye bir başkası haykırdı.

               Xue Meng, yüzü kıpkırmızı bir şekilde öksürerek ayağa kalktı. Gözleri öfkeli bir mahcubiyetle parlayarak kabağa bağırdı. “Sen—seni aptal iblis, s-s-sen ne kadar da utanmazsın!”

               Mo Ran’in bakışları ikisinin arasında gidip gelirken Xue Meng’ın her nasılsa kırmızı ve altın işlemeli düğün kıyafetleri giydiğini fark etti. Gülümsemesini sesinden gizleyemeden, “Ne oldu?” diye sordu.

               Xue Zhengyong, bir eliyle yüzünü kapatıp tek kelime bile edemedi.

               “Bunu duymuştum,” dedi Shi Mei. “Şehvet kabağı aslında şehvetli değil—umutsuz bir romantiktir. Dünyanın en saf ve sevgi dolu kalbine sahip, kalbinde başka kimse olmayan biriyle evlenmek ister. Görünüşe göre, kabağa çekilen kişiler kendilerini bir düğün odasında buluyor.”

               “Sonra ne oluyor?”

               “Kabağın öz ruhu, yüzleri örtülü bir gelin veya damat görüntüsüne dönüşüyor. Kurbanın örtüyü kendi elleriyle kaldırması gerekiyor.”

               “Şehvet kabağının gerçek yüzünü mü görecekler o zaman?” diye sordu Mo Ran.

               “Tabii ki hayır. Ne gördükleri kişisine göre değişir. Sevdikleri biri varsa, o kişinin yüzünü görürler. Ama sevdikleri yoksa ve sadece arzuluyorlarsa, duydum ki… ” Shi Mei boğazını temizledi. “Tek bir parça bile giysisi olmayan bir erkek ya da kadın görürlermiş. Sadece gerçekten saf yürekli olanlar, şehvet kabağının orijinal şeklini görebilirmiş.”

               Mo Ran bir tür inanmazlıkla Xue Meng’a bakarak, kulaklarından neredeyse duman çıkacak şekilde öfkelenmiş olduğunu görünce, “O zaman Xue Meng ne gördü?” diye sordu.

               Xue Meng’ın birine aşık olması mümkün değildi, ama Mo Ran, Xue Meng’ın çıplak bir adam ya da kadın görmüş olacağına da inanmak istemedi. Yine de Xue Meng gerçekten de şehvet kabağı tarafından dışarı fırlatılmıştı ve kabağın sıçrayıp yuvarlanmasından, Xue Meng’ın büyük bir eğlence kaynağı olduğu belli oluyordu.

               Shi Mei izlemeye dayanamadı. Xue Meng’ı biraz olsun utandırmamaya çalışarak konuştu. “Şehvet kabağı belki de bir hata yapmıştır—”

               Ama daha fazla devam edemedi. Xue Meng, Longcheng kılıcını çekip kabağa doğrultarak, “Bana dönüşerek, beni baştan çıkarmağa çalıştın!” diye bağırdı. “Beni kadın kıyafetleriyle giydirip… Seni… Seni rezil kabak! Bana iftira atmaya nasıl cüret edersin?!”

               Mo Ran de dahil, izleyen Sisheng Tepesi müritlerinin hepsi sessizleşmişti, gülmemeye çalışıyorlardı. Ama uzun süre dayanamadılar ve kalabalıktan kahkahalar patlak verdi.

               Narsist Xue Ziming, kendi kuyruğuna aşık tavuş kuşu gibi, şehvet kabağının yarattığı gelin olmuştu—Xue Meng, örtüyü kaldırınca kendi sahte yüzünü görmüştü.

               “Düşününce mantıklı geliyor.” Mo Ran, yüksek sesle gülmemek için büyük çaba harcayarak başını salladı, “Eminim ki Xue Meng bir kız olsa çok güzel olurdu,” dedi.

               Mo Ran kahkahalarla ikiye katlanmadan önce, Xue Zhengyong’un bir kez daha bıkkınlıkla bağırdığını duydu. “Yuheng, şarap kabağıyla ilgilendikten sonra, neden bununla da ilgilenmiyorsun?”

Yazarın Notları:

Mini Tiyatro: “Önceden De Belirtilen Xue Meng’ın Cinsiyet Değişimi” alternatif evren versiyonu, karakter dışı davranışlar var, ciddiye almayın~

Xue Meng’in Evlenme Teklifi Şartları:

Erkek, gücü benimkinden düşük olmamalı, fiziksel çekiciliği de benimkine eşit olmalı. Ailemde devralınması gereken bir kraliçe unvanı olduğundan, biraz kaprisli olmamın mantıklı olduğunu düşünüyorum. Karşımdaki kişinin aylık geliri bir milyon olmalı, İmparatorluk şehrinin ikinci halkasında bir siheyuan (avlulu Çin evi) alabilmeli, bana tüm Rufeng Sekti’nin Qi Arındırma Yolu’nu satın alacak kadar güçlü olmalı, Jiang Xi köpeğinin başını kesmeme yardımcı olmalı, annem ve babama saygı göstermeli. Ayrıca, evlendikten sonra bütün maaşının tamamını bana vermeli, yılbaşı ve bayramlarda bana 99999’luk kırmızı zarflar vermeli (Qingming Bayramı hariç), nakit olmalı, böylece fotoğraf çekerken sosyal medyada paylaştığımda daha havalı görünür, kuzenim Mo Weiyu kıskanır.

En önemlisi, annemin sevdiği dürüst biriyle evlenmek istiyorum, teşekkürler.

Xue Meng’ın evlenme şartlarını okuduktan sonra, ana karakterlerin tepkileri:

Mo Ran: Şu anki heteroseksüel pazar bu kadar korkutucu mu? Neyse ki ben eşcinselim.

Chu Wanning: Neyse ki ben eşcinselim.

Shi Mei: Neyse ki ben eşcinselim.

Nangong Si: Bu kadın, geçen sefer bana prens kompleksli diyen kadın, nasıl yine burada?

Ye Wangxi: Neyse ki ben kadınım.

Mei Hanxue: Şey… Acaba eşcinsel olmak için çok mu geç kaldım?