98. Shizun, Yalvarırım, N’olur Bana Dikkatini Ver

Share

The Husky And His White Cat Shizun

İkinci Kitap

Aynı İstikamet

               Sisheng Tepesi’nde “Aaaaah” diye komik isimli bir uçurum vardı.

               Klanda bu ismin nereden geldiğine dair birçok hikâye vardı, en yaygın olanıysa çok dik olduğu için insanlar sürekli düştüğünden “Aaaaaah” diye isimlendirilmiş olmasıydı.

               Ancak Mo Ran bunun böyle olmadığını biliyordu.

               Uçurum bulutlara kadar yükseliyordu, maymunlar için bile tırmanması zordu ve son derece soğuktu, zirvesi yıl boyunca karla kaplı olurdu. Burası, Sisheng Tepesi’ndeki ölülerin cenaze için bekletildiği yerdi.

               Geçmiş hayatında buraya sadece bir kez gelmişti.

               O zaman da şu andan farklı değildi; yine Sonsuz Cehennem yarığı sonrasıydı, kanlı savaş Shi Mei’in de aralarında olduğu sayısız canı almıştı. Gerçeği kabullenmeyi reddederek Shi Mei’in tabutunun yanında günlerce diz çökmüş, içindeki neredeyse ölü değilmiş gibi görünen yüzüne bakmıştı.

               “Baban öldüğünden Aaaaah olarak isimlendirildi,” bu, geçmiş hayatında Xue Zhengyong’un Ayaz Göğü Salonu’nda ona eşlik ederken söylediği şeydi.

               “Sadece bir kardeşim vardı. Sisheng Tepesi’ni beraber kurduk. Ama baban… tıpkı senin gibi inatçıydı. İyi bir hayattan neredeyse hiç zevk almazdı ya da bıkmıştı, fakat şeytanlara karşı bir kez kaybedince gitti.”

               Ayaz Göğü Salonu’nun içi buz gibiydi. Xue Zhengyong önceden getirdiği koyun derisi şarap matarasından1 bir fırt çekip Mo Ran’e uzattı.

               “Biraz içebilirsin, sadece yengene söyleme.”

               Mo Ran almadı, hareket dahi etmedi.

               Xue Zhengyong iç çekti, “Bu uçurum Aaaaah diye isimlendirildi, çünkü o günlerde perişandım, kalbim kazılıyormuş gibiydi. Tek yapabildiğim burada babanla kalıp ağlamaktı. Ağladığımda kulağa oldukça berbat geliyordu, sadece AAAAH diye uluyordum ve isim de bu şekilde verildi.”

               Mo Ran’e baktı ve omzuna vurdu.

               “Amcan çok bilgili falan değil, ancak hayat sabah çiyi gibi kısa sürüyor, göz açıp kapayıncaya kadar. Mingjing’i senden biraz önce gitmiş olarak düşün; sonraki hayatta tekrar kardeş2 olabilirsiniz.”

               Mo Ran’in göz kapakları yavaşça kapandı.

               Xue Zhengyong devam etti, “Başsağlığı dileği falan filan sadece laf. Üzgünsen sadece ağla. Gitmek istemiyorsan, kal ve eşlik et. Ancak yemek yiyip su içmelisin. Önce Mengpo Salonu’na gidip atıştır, sonra dönüp istediğin kadar diz çökebilirsin, seni durdurmayacağım.”

               Ayaz Göğü Salonu soğuk ve sessizdi, beyaz ipek büyük salonda hafifçe sallanıyordu, kaşlara sürtünen nazik parmaklar gibiydi.

               Mo Ran yavaşça gözlerini açtı.

               Tabut anılarındakiyle aynıydı, Kunlun’un kara karından yapılmaydı, parlak ve şeffaftı, soğuğun giysileri yüzeyinden akıyordu.

               Yalnızca, şimdi içinde yatan kişi Chu Wanning idi.

               Mo Ran bu yaşamda Semavi Yarık’da ölen kişinin Chu Wanning olacağını hiç tahmin etmemişti.

               Gafil avlanmış, nasıl tepki vereceğini bilmiyordu.

               Onun buz gibi soğuk bedeniyle yüzleştiğinde, aslında çok bir şey hissetmemişti, ne düşmanının ölümünden kaynaklanan sevinç ne de Shizun’unun ölümünün kederi.

               Mo Ran uzun süre alçalmış kirpiklerinin arasından, neredeyse şüpheyle Chu Wanning’e baktı. Yüzü normalden de soğuk görünüyordu, şimdi gerçekten buz katmanıyla kaplıydı, buz parçacıkları kapalı gözlerindeki kirpiklerde asılıydı. Dudakları soluk mavi, teni neredeyse şeffaftı, açık mavi damarlar porselendeki minik çatlaklar gibi görünürdü.

               Nasıl ölen o olabilirdi?

               Mo Ran, Chu Wanning’in yanağına dokunmak için elini kaldırdı; soğuktu.

               Eli aşağı, boğazına, boynuna kaydı; nabız yoktu.

               Sonra da eline.

               Elini kavradı; eklemleri çoktan katılaşmaya başlamıştı ve oradaki derisi sertti.

               Mo Ran bunun garip olduğunu düşündü – Chu Wanning’in parmak uçları hafif nasırlıydı, ancak avuç içleri her zaman yumuşak ve narindi. İstemsizce daha yakından baktı, tek gördüğü çok sayıda derin yara, şimdi asla iyileşmeyecek, hemen hemen temiz, açık kesiklerdi.

               Xue Meng’ın sözlerini hatırladı.

               “Ruhani enerjisi tamamen tükenmişti. O zaman normal bir insandan farkı yoktu, hiçbir tekniği kullanamazdı, iletişim büyüsünü bile. Tek yapabildiği seni Sisheng Tepesi’nin merdivenlerinde sırtında taşımaktı, adım adım…”

               Ve artık yapamadığında, artık dayanamadığında, yerde süründü, onu sürükleyen dizlerinin üstünde ta ki parmakları parçalanana, elleri kanla kaplanana kadar.

               Hepsi onu eve getirmek içindi.

               Mo Ran derin derin mırıldandı, “Beni buraya geri taşıyan sen miydin?”

               “…”

               “Chu Wanning, sen miydin…”

               “…”

               “Başınla onaylamadığın müddetçe inanmayacağım,” dedi Mo Ran tabuttaki kişiye, ifadesi önündeki kişi uyanacakmış gibi durgundu. “Chu Wanning, başını salla. Sadece bir kez salla ve sana inanayım ve artık senden nefret etmeyeyim… Sadece bir kez, tamam mı?”

               Ama Chu Wanning’in tek yaptığı orada uzanmaktı, sanki Mo Ran’in ondan nefret edip etmemesini zerre kadar önemsemiyormuş gibi soğuk ve ifadesizdi; kendisi berrak bir bilinçle giderken diğerlerini suçlulukla hayatta kalmış bir halde bırakmıştı.

               Bu şahıs, ölü ya da diri olsa da daima sempatik olmaktan çok çıldırtıcıydı.

               Mo Ran birdenbire alayla güldü. “Zaten beni ne zaman dinledin ki.”

               Chu Wanning’e bakarken aniden her şeyin aşırı saçma olduğunu düşündü.

               Bunca yıl, Chu Wanning’den onu küçümsediği için nefret etmişti ve bu nefret Shi Mei’i kurtarmadığı için derinleşmişti.

               Dönüp dolaşan nefret on yıldan fazla sürmüştü, ama bir gün bir anda ona söylenen şey–––

               “O zaman Chu Wanning’in dönüp gitmesi, seni korumak içindi.”

               Bir anda ona söylenen şey–––

               “Sezgi Bariyeri ikizdi. Sen ne acı çektiysen, aynısını o da çekti,” idi.

               Ruhani enerjisi tükenmişti, artık kendini bile koruyamazdı, o…

               Harika, aynen mükemmel. Chu Wanning, yaptığı her şeyde haklı. Peki ya o?

               Kafası hiçbir şeyi bilmeyen bir aptal gibi karanlıktaydı, lanet olasıca bir palyaço gibi dönüp dolaşıyor, uzun zamandır nefretiyle tıslayıp hırlıyordu.

               Peki ne için?!!

               Kısa bir yanlış anlama, iyileşen yaradaki bir kir gibidir. Zamanında fark edilip yıkandığında ve tekrar merhem sürüldüğünde, her şey iyi olacaktır.

               Ancak yanlış anlama on, yirmi yıl devam ederse, kişi, sonsuz nefret, çok fazla endişe, sayısız kısıtlama ve hatta hayatının da içine konulduğu ağa hapsolur.

               Bu hisler kabuk bağlayacak ve yeni bir deri oluşturarak bedenin parçasını oluşturacaktır.

               Ve sonra, bir anda deniyor ki “Olan şey bu değil, bunların hepsi yanlış.”

               O halde ne yapmalı? O zamanki kir çoktan geçen zamanla beraber tenine işleyip, kanına girmişti.

               İyileşen et mazideki nefreti kaldırmak için tekrar yırtılıp açılmak zorundaydı.

               Bir yılın yanlış anlaması, yanlış anlamadır.

               On yılın yanlış anlaması, adaletsizliktir.

               Yaşamdan ölüme, bir ömrün yanlış anlaması, kaderdir.

               Kaderleri boşa çıkmıştı.

               Ayaz Göğü Salonu’nun ağır kapıları yavaş yavaş açıldı. Tıpkı önceki yaşamındaki gibi, Xue Zhengyong, elinde koyun derisinden şarap matarasıyla, ağır ağır Mo Ran’in yanına yürüdü ve yerde yanına oturdu.

               “Burada olduğunu duydum. Amcan sana eşlik edecek.”

               Xue Zhengyong’un sert bakışlı gözleri hâlâ kızarıktı, belli ki kısa süre önce ağlamıştı.

               “Ve ona da.”

               Mo Ran hiçbir şey söylemedi. Xue Zhengyong kapağı çevirip açtı ve birdenbire durgunlaşmadan önce birkaç yudum aldı, sertçe yüzünü siliyordu, konuşurken zoraki bir şekilde sırıttı, “Yuheng şimdi içmemden hiç hoşlanmazdı… iç çeker, hayır, neyse, neyse. O kadar yaşlı değilim bile, ancak çoktan birçok arkadaş gördüm. Ran-er, bunun nasıl bir his olduğunu biliyor musun?”

               “…”

               Mo Ran kirpiklerini alçalttı.

               Xue Zhengyong geçmiş hayatta da ona aynı soruyu sormuştu.

               O zaman, tek gördüğü Shi Mei’in cansız bedeniydi, diğerlerinin yaşayıp yaşamaması kimin umurundaydı? Anlamıyordu, anlamak da istemiyordu. 

               Ama şimdi nasıl anlayamazdı?

               Yeniden doğmadan önce, Wushan Sarayı’nın boş koridorlarında yalnızdı.

               Bir gün, Yuheng’in müridi olarak geçen günlerin rüyasında olduğu hafif uykusundan sarsılarak uyanmıştı, mürit konutlarındaki eski odasını gidip görmek gibi ani bir dürtü hissetmişti. Uzun zamandır kullanılmayan dar oda, kapıyı açıp içeri adım attığında toz içindeydi.

               Yerde bir zamanlar, biri tarafından devrilmiş bir buhurdanlık buldu. Kaldırdı ve içgüdüsel olarak esas yerine koymak için ilerledi.

               Fakat yıllar hızlı bir akarsu gibi geçmişti; birdenbire buhurdanlığı tutarak donakaldı.

               “Buhurdanlığı nereye koyuyordum?”

               Hatırlayamıyordu.

               Kartal gibi bakışları arkadaki görevlileri taradı, ama yüzleri sadece bulanıktı, birini diğerinden ayıramıyordu.

               Ama tabii ki bu insanlar genç imparatorun bu buhurdanlığı eskiden nereye koyduğunu bilemezdi.

               “Buhurdanlığı nereye koyuyordum?”

               Hatırlayamıyordu ve hatırlayabilecek herkes ya ölüydü ya da gitmişti.

               Mo Ran, Xue Zhengyong’un şu an nasıl hissettiğini nasıl anlayamazdı?

               “İkide bir, durduk yere gençliğimden bir şakayı anımsıyorum ve düşünmeden söyleyiveriyorum, ancak sonra çevremde artık anlayabilecek tek bir insanın bile olmadığını fark ediyorum.”

               Xue Zhengyong şaraptan bir yudum daha aldı ve başını eğerek keyifsizce güldü.

               “Tıpkı baban ya da önceden tanıdığımız arkadaşlarımız gibi… Ya da Shizun’un gibi…”

               Işık zerreleri, gözlerindeki ıslaklığı yansıtıyordu, sordu, “Ran-er, bu uçuruma neden Aaaaah dendiğini biliyor musun?”

               Mo Ran ne söylemek istediğini biliyordu, ama şu anda fazlasıyla perişan bir haldeydi, Xue Zhengyong’un ölmüş babası hakkında konuşmasını dinlemek istemiyordu, bu yüzden yanıtladı, “Biliyorum. Amcam eskiden burada ağladığından dolayı.”

               “Ah…” Xue Zhengyong durdu ve yavaşça gözlerini kırpıştırdı, göz kenarlarındaki kırışıklıklar derindi. “Yengen çoktan söyledi mi?”

               “Mn.”

               Xue Zhengyong göz yaşlarını silip derin bir iç çekti. “Peki, tamam, o halde Amcanın ne demek istediğini zaten biliyorsun. Üzgünsen devam et ve içinde tutma, sorun değil. Birinin ağlamasında utanılacak bir şey yok.”

               Fakat Mo Ran belki de kalbi bu iki ömürden dolayı demir gibi sertleştiğinden, ağlamadı. Shi Mei öldüğünde ne kadar yıkıldığıyla karşılaştırıldığında, şimdiki hali son derece sakindi. Öyle sakindi ki kendi uyuşukluğundan rahatsızdı, aslında bu kadar kalpsiz olduğunun farkında değildi.

               Xue Zhengyong içmeyi bitirdi ve kalkmadan önce biraz daha durdu, hareketleri biraz dengesizdi; ya uzun süre diz çökmekten bacakları uyuşmuştu ya da çok içmişti.

               Geniş eliyle Mo Ran’in omzuna vurdu. “Semavi Yarık kapatıldı, ama arkasında kimin olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Belki bu sondu, ama başka bir büyük savaş yolda olabilir. Ran-er, aşağı inip bir şeyler yediğinden emin ol, bedenine zarar verme.”

               Bunları söyledikten sonra dönüp gitti.

               Geceydi ve Ayaz Göğü Salonu’nun dışında küçülen ay gökte, yüksekte asılıydı. Elindeki yarılanmış deri şarap matarasıyla, yıl boyunca uçurumu örten karda yol alan Xue Zhengyong ‘un sesi kırık bir çan gibi derin ve pürüzlüydü, Shuzong’da alçak bir tonla çınladı.

               “Eski dostlara selam olsun, ancak yarısı gitti, yalnızca şarap kadehlerinde buluşuyoruz. Osmanthus ağacının altında bir kavanoz şarap saklanır, bir içki yaş almış yüzler ve beyaz şeritler arasında paylaşılır. Şafağın ilk ışıkları düşleri ve tüm ayrılıkları kırar, beni yaşlı gözyaşlarımla bir başına bırakır. Hayatımdan kalanları Rüya Tanrısına veririm, sırf kadeh ardına kadeh seni geri çağırmak için.”

               Sonuç olarak bu geçmiş hayattan farklıydı; ölen Shi Mei değil, Chu Wanning’di ve bu yüzden Xue Zhengyong daha derin acılarla vurulmuştu.

               Mo Ran, sırtı Ayaz Göğü Salonu’nun kapılarına dönük, o boğuk sesin ağır ağır kaybolan tınısını dinledi, çınlasa da yaslıydı. Ses, yavaş yavaş, yüksekte uçan bir kartal gibi uzaklaştı ta ki rüzgâr ve kar tarafından yutulana dek.

               Dünya böylelikle parlak bir beyazlık katmanıyla kör edici bir hal aldı, ay uçsuz bucaksız boşlukta, tepedeydi, engin gökyüzü her şey son derece solana ve hayal meyal bir hale dönüşene dek her şeyi yıkadı, sadece tekrar tekrar yankılanan bir satır bıraktı.

               “Beni yaşlı gözyaşlarımla bir başına bırakır… Beni yaşlı gözyaşlarımla bir başına bırakır…”

               Mo Ran nihayet Ayaz Göğü Salonu’nu terk edip yavaşça dağdan aşağı yürüdüğünde ne kadar zaman geçtiğinden emin değildi.

               Amcası haklıydı, Semavi Yarık kapatılmış olabilirdi, ama henüz hiçbir şey bitmemişti. Chu Wanning artık burada değildi; başka bir savaş olursa, başının çaresine bakmak zorundaydı.

               Mengpo Salonu’na vardığında çoktan geç olmuştu ve etrafta gece yarısı yemeği yiyen yaşlı bir kadından başka kimse yoktu.

               Mo Ran küçük bir kâse erişte istedi ve yavaşça yemek için bir köşe buldu. Erişteler sıcak ve uyuşturucuydu, midesini ısıtıyordu. Loş ışıklandırmalı Mengpo Salonu, yoğun buğunun arasından aç gözlü büyük lokmalar alıp yukarı bakarken pusluydu.

               Geçmiş hayatında Shi Mei’in ölümünden sonra ne kadar inatçı olduğunu, üç gün boyunca gitmeyi ve yemek yemeyi nasıl reddettiğini hayal meyal hatırladı.

               Ve nasılsa, sonrasında, Ayaz Göğü Salonu’ndan gidip bir şeyler yenmesi söylendiğinde, mutfakta Chu Wanning’le karşılaşmıştı, sakarca sarıp iç harçları karıştırırken arkası ona dönüktü ve nasılsa masada un ve su vardı ve birkaç sıra wonton düzenli bir şekilde sıralanmıştı.

               “Kılang.”

               O masada yere süpürülen her şeyin sesi, geçmişte çınlıyordu, şimdiki Mo Ran’in ellerindeki çubukları durdurup yutmasını zorlaştırıyordu.

               O sırada, Chu Wanning’in onunla alay ettiğini, kasıtlı olarak ona zarar vermek istediğini düşünmüştü.

               Ama şimdi düşününce, belki Chu Wanning gerçekten sadece ona, yitip giden Shi Mei yerine bir kâse wonton yapmak istemişti.

               “Kim olduğunu sanıyorsun? Onun kullandığı şeyleri kullanmaya hakkın var mı? Yaptığı yemeği yapmak için kullanmaya hakkın var mı? Shi Mei öldü, şimdi mutlu musun? Yoksa tatmin olman için tüm müritlerini ölüme ya da deliliğe mi sürüklemen gerekiyor? Chu Wanning! Bu dünyada o wontonları tekrar yapabilecek kimse kalmadı, ne kadar onu taklit etsen de asla yakınına dahi yaklaşamayacaksın!”

               Her söz kalbine bir bıçaktı.

               Artık bunu düşünmek istemeyerek eriştesini yemeye geri döndü.

               Ama o kadar kolay değildi; anıları onu rahat bırakmıyordu.

               Chu Wanning’in yüzünü her zamankinden daha net bir şekilde hatırladı; yüzü hiçbir şey belli etmiyordu, ne neşeyi ne de kederi. O anın her ayrıntısını eşi benzeri görülmemiş bir netlikle hatırladı.

               O parmak uçlarındaki hafif titremeyi, o yanağın kenarındaki un lekesini hatırladı.

               Yerdeki tombul, karlı wontonları hatırladı.

               Chu Wanning’in kirpiklerini nasıl indirdiğini ve sonra onları yerden yavaşça almak için eğildiğini, artık yenemeyen bu wontonları ve sonra onları kendisinin çöpe attığını hatırladı.

               Onları kendisi atmıştı.

               Hâlâ bezelyeli erişte kâsesinin yarısından fazlası duruyordu.

               Ama Mo Ran bir lokma daha yiyemedi. Kâseyi itip onu çıldırtacak olan bu yerden kaçtı. Sanki o gün Mengpo Salonu’ndan tek başına ayrılan kişiyi yakalamaya çalışıyormuş gibi, bu on yıllık yanlış anlaşılmadan kaçmaya çalışıyormuş gibi, Sisheng Tepesi’nde çılgınca koştu.

               Ona yetişmeliydi böylece ona şöyle diyebilecekti:

               “Üzgünüm, senden nefret etmekle hatalıydım.”

               Gecenin karanlığında Mo Ran amaçsızca koştu, koştu ve koştu… ama gittiği her yerde Chu Wanning’in gölgesinin parçalarını görüyordu: Günah ve Erdem Platformu’nda ona okumayı öğretişi ve kılıç kullanmakta eğitişi; birlikte yürürken bir şemsiyeyi paylaştıkları Naihe Köprüsü; sopa cezasına katlanıp bir başına bırakıldığı Berrak Gök Salonu.

               Kendisini gitgide daha perişan, daha çaresiz hissediyordu.

               Aniden, bir açıklığa koştu ve birdenbire pusun dağıldığını ve parlak ayı yukarıda tekrar görebildiğini hissetti.

               Ağır ağır nefes alarak koşmayı bıraktı.

               Cennet-Delen Kule…

               Geçmiş yaşamda öldüğü yer. Chu Wanning ile ilk kez tanıştığı yer.

               Gözlerinde kargaşa, kaos içindeki bir savaş alanı gibiydi, kalp atışları, savaş davullarının çarpışı gibi vahşiydi, geçmişin gelgit dalgasını engelleyemeyecek ve acımasız saldırılarından kaçamayacak kadar çaresizdi, sonunda buraya gelmeye zorlanmıştı.

               Ay ışığının soluk beyaz olduğu ve esintinin nazikçe okşadığı. İlk tanıştıkları yer.

               Mo Ran sonunda koşmayı bıraktı; bundan kaçamayacağını biliyordu, bu hayatta, Chu Wanning’e borçlu olduğu gerçeğini biliyordu.

               Yavaşça merdivenlerden çıktı, o muhteşem haitang ağacına doğru yürüdü. Uzandı ve nasırlı bir kalp gibi kuru ve sert gövdenin kabuğuna dokundu.

               Chu Wanning’in ölümünden bu yana neredeyse üç gün geçmişti.

               Mo Ran başını kaldırdı; çiçekli ağaç her zamanki gibi zarifti. Ancak o zaman göğsü birdenbire sınırsız bir hüzünle doldu ve sonunda alnını ağacın gövdesine bastırarak ağlamaya başladı, gözyaşları yağmur gibi dökülüyordu.

               “Shizun, Shizun…” Chu Wanning ile ilk tanıştığında söylediklerini defalarca tekrarlayarak boğuk hıçkırıklar arasında mırıldandı. “Bana dikkatini vermeyecek misin… benimle ilgilen…”

               Ancak her şey aynı kalsa da insanlar değişmişti ve Cennet-Delen Kulenin önünde şimdi sadece o vardı. Kimse ona dikkatini vermemişti, kimse tekrar gelmeyecekti.

               Yeniden doğan Mo Ran bir gencin vücuduna sahipti, ama içinde otuz iki yaşındaki Taxian-Jun’ün ruhu vardı. Çok fazla yaşam ve ölüm görmüştü, dünyanın sunması gereken tüm sevinçleri ve üzüntüleri tatmış ve bu yeniden doğduğu hayatta asla gerçek bir duygu göstermemişti, her zaman bir maskenin arkasına gizlenmiş gibiydi.

               Ama şu anda yüzüne yazılan kayıp ve ıstırap o kadar çiğ, o kadar savunmasız, o kadar içten, o kadar saftı ki.

               Ancak şimdi shizununu kaybeden sıradan bir genç gibiydi, terk edilmiş bir çocuk gibi, evini kaybeden ve bir daha asla geri dönüş yolunu bulamayan sokak köpeği gibi.

               Bana dikkatini ver demişti.

               Bana dikkatini ver…3

               Ama sonunda, tek cevabı yaprakların hışırtısı ve çiçeklerin dans eden gölgeleriydi.

               O yıl haitang ağacının altında çarpıcı özelliklere sahip olan kişi bir daha asla başını kaldıramaz ve ona bakamazdı – sadece son bir bakış bile atamazdı.

               Yazarın Notları:

               Büyük beyaz kedinin konuşan cesedi: [jjwxc okuyucularına teşekkür eder]

               Köpekçik: “QAQ”

               Köpekçik.exe hâlâ arızalıdır, büyük beyaz kedi ona bir bakış atar, iç çeker ve senaryoyu elinden alır.

               Büyük beyaz kedi, köpekçik adına dizeleri okur: [teşekkürün geri kalanı]

Dipnotlar

  1. “Kardeş” derken kan bağından çok yakın arkadaş olmaktan bahsediyor.
  2. “Bana dikkatini ver”in İngilizcede herhangi bir kelimeyle anlatılamayacak pek çok ince ayrıntısı var – onaylanmak için yalvarma, tasdik ve ilgi, bir kelimede birçok arzu.