97. Bu Saygıdeğer Kişi…

Share

               “Mo Ran, Mo Ran.”

               Görünüşe göre biri ona sesleniyordu.

               Gözlerini açtı, çapaklanmıştı ve sersemlemişti, beyaz siluete odaklanamadı. Belli belirsiz, bu kişinin Chu Wanning’e benzediğini düşündü, fakat aynı zamanda buna inanmaya cesaret edemedi. Bu kişinin ellerinin göğsünde katlandığını hissetti, orada hâlâ durmaksızın kanayan enkaza, kırılmamış bir ruhani enerji akımı aktarıyordu.

               Çok sıcak…

               Kim?

               O bulanık figüre bir bakış atmaya çalışmak için, gayretle gözlerini kırpıştırdı.

               “Mo Ran…”

               “Sh-Shizun?”

               Mırıldanarak sorarken, boğazından kanların fışkırmasına engel olamadı.

               Sıcak ve ıslak bir şeyin yanağına aktığını hissetti. Görüşü yavaş yavaş, bir çift anka gözü görecek kadar berraklaştı, ölü gibi soluk ve kanla lekelenmiş yüzde, Jiangnan’ın kayısı çiçekleri gibi, bir melankolinin iziyle, yumuşak bir şekilde güzellerdi. Mo Ran şaşkınca ona bakarken ne yapacağını bilemez haldeydi – Chu Wanning’in yüzünde daha önce hiç böyle bir ifade görmemişti.

               Shizun’u her zaman soğuk bir şekilde kayıtsızdı, ancak şu an önünde olan kişi ağlıyordu.

               Mo Ran bir eliyle uzandı, dokunmak istiyordu, gerçek mi yoksa ölen bir adamın halüsinasyonu mu diye kontrol etmek istiyordu. Fakat, parmak uçları suratından birkaç milim uzakta durdu.

               Birinden nefret etmek bazen bir tür alışkanlıktı. Artık bir anda ondan nefret etmemeliyse, ne yapacağını bilemezdi.

               Dokunmaya cesaret edemedi.

               Gerçek olabileceğinden korkuyordu.

               Ama gerçek olmamasından da korkuyordu.

               Chu Wanning’in arkasındaki dağ olmuş cesetleri, kan okyanuslarını gördü; Kelebek Kasabası’ndaki savaş alanı olup olmadığını ya da çoktan cehenneme gidip gitmediğini tam olarak söyleyemiyordu. Sayısız günah işlediğinin oldukça farkındaydı, öyle telafisi olmayan günahlar işlemişti ki asla reenkarne olmamak üzere Sonsuz Cehennem’e aitti.

               Ama Chu Wanning…

               İyi biriydi.

               Neden onunla beraber cehennemde sonsuza kadar acı çeksindi ki?

               “Sadece birazcık daha,” Chu Wanning’in sesi, okyanusun derinliklerinden geliyormuş gibi uzak ve belirsizdi. “Uyanık kalmalısın, kalmazsan…”

               Chu Wanning’in ağzının kenarından sızan kanı izledi.

               Altın bir ışık, gözlerinin önündeki şahsı kör edici parıltısıyla sarana kadar büyüdü de büyüdü, bir çocuğa dönüştü.

               “Kalmazsan artık benim müridim değilsin.”

               “Xia-shidi!”

               Chu Wanning gözlerinin önünde Xia Sini’ye dönüşmüştü. Mo Ran öyle şaşırmıştı ki yarası birdenbire acıyla sızladı ve hiçbir şey düşünemeden tekrar bayıldı.

               “Mo Ran.”

               Neredeyse bir iç çekiş gibi yumuşak bir sesti; geçmiş hayatının halüsinasyonu mu yoksa kulağında kalan bir mırıltı mı bilmiyordu.

               “Özür dilerim, bu ustanın hatasıydı…”

               Yine bu! Yine bu!!

               Chu Wanning, özrünü istemiyorum, istediğim–––

               Neydi?

               İstediği şeyin ne olduğunu bilmeyerek bocaladı.

               Özür dilemesini istemiyorsa, o halde ne yapmasını istemişti?

               Gözleri iri iri açıktı. Boğuk bir şekilde nefes alıyordu, kıyafetleri terle kaplıydı, Mo Ran yukarı baktığında temiz, düzenli ve az eşyalı odasını gördü.

               Sisheng Tepesi’ndeki odasına geri dönmüştü.

               Sahiden yaşıyordu…

               İnanamayarak kendine göz attı, sonra göğsündeki yaraya bakmak için biraz soğuk olan elini kaldırdı. Birkaç kat bandajla sarılmıştı; kan sargı bezinden sızmış ve bezi kırmızıya boyamıştı ve dokunduğunda biraz acıyordu, ancak altında, kalbi hâlâ ritmik, güçlü bir şekilde atıyordu, geri kalan hayatına söz vermişçesine gümlüyordu.

               Yaşıyordu.

               Yaşıyordu!!!

               Kan, dinç bedeninden vahşice, kuvvetle akmıştı, parmak uçlarını titretmiş, ruhunu uğuldatmıştı.

               Perdenin kaldırıldığını duydu. Mo Ran, yatakta doğrulduğu yerden baktı ve az önce içeri giren güzellikle yüz yüze geldi. Dışarısı muhtemelen soğuktu; uzun, siyah saçları beyaz kürk şeritli bir örtü üzerinde gevşekçe dökülüyordu ve o yumuşak, parlak gözleri kaldırdığında, kenarlarında belli belirsiz bir kızarıklık vardı, herhangi bir makyajdan daha güzeldi.

               Shi Mei, Mo Ran’in çoktan uyanmış olmasını beklemiyordu ve konuşmadan önce biraz şaşırdı, “A-Ran? Se-sen…”

               “Shi Mei! Shi Mei!”

               Mo Ran ona birkaç kez seslendi, gözleri obsidyen gibi parlak ve ışıltılıydı. Yarasının isyanını reddederek yataktan zıpladı ve kendini Shi Mingjing’e fırlatırken otuz iki diş sırıttı, sıkıca sarılıyor, kendinden geçmiş bir vaziyette sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.

               “Şükürler olsun! Yaşıyorsun! Yaşıyorum! Bitti, hepsi bitti!!”

               Semavi Yarık, geçmiş yaşamındaki en büyük felaketti; zebaniler ve şeytanlar yukarıdan inip Shi Mei’i alarak, Mo Ran’i günah çukuruna itmişlerdi.

               Yeniden doğduktan sonra hop oturup hop kalkması şöyle dursun, her şeyin tekrar yaşanmasından, tekrar yalnız bırakılmaktan, boş Wushan Sarayı’na giden ıssız yolda sevdiği ve önemsediği kişilerin kemiklerinin üstüne basmaktan korkmuştu.

               Ama gökler ona kaba davranmamıştı ve ayağa kalktığında her şey değişmişti, Shi Mei’in yerine ölmeye istekliydi.

               Artık yalnız olmayacak, kimse tarafından azarlanıp terk edilmeyecek, gecenin sonunda Liangshan Dağı’na koşmaya zorlanıp bundan böyle yalnız bir gezgin olmayacaktı; artık, lanet bozulmuştu––––

               Şimdi gerçekten de geçmiş hayatının kâbusundan kaçmış, sahiden yeniden doğmuştu.

               Mo Ran, Shi Mei’i bırakmadan önce uzun bir süre sarıldı, gözleri havai fişekler gibi parlaktı, yıldızlı gece gibi ışıldıyorlardı.

               Shi Mei, Mo Ran kollarını omuzlarına dolayıp gülümseyerek ona bakarken, şaşkın ve hareketsiz bir şekilde öylece durdu. Shi Mei yavaş yavaş sersemliğini kırıp kendi isteğiyle alnını Mo Ran’in çenesinin yanına bastırmak için eğilmeden önce, uzun bir süre öyle kaldılar.

               “A-Ran.”

               “Hım?”

               Shi Mei suratını kaldırdığında, soluk bir gülümseme takınmıştı ama gözleri hâlâ biraz ıslaktı.

               “İyi olmana çok sevindim.”

               Gülümseyen Mo Ran, saçlarını karıştırdı, sonra ellerini kendi ellerinin arasına alıp yatıştırdı, “Şapşal, tabii ki iyiyim, neden iyi olmayayım? Ben…”

               Daha fazla konuşamadan perde tekrar açıldı ve biri uzun adımlarla içeri girdi.

               “Xue Meng?”

               “…” Ne dar kafalı çocuk, muhtemelen Kelebek Kasabası savaşında altta kaldığı için hâlâ üzgündü––suratı asıktı ve dudaklarını ince bir çizgi halinde bastırmıştı. Mo Ran’in yataktan çıktığını görünce Shi Mei’yle konuşmak için dönmeden önce sadece bir an durakladı. “Ne zaman uyandı?”

               Shi Mei cevap vermeden önce kısa bir süre tereddüt etti, sesi biraz endişeli gibiydi. “Az önce.”

               “…Anladım,” Xue Meng onayladı, hâlâ Mo Ran’e bakmayı reddediyordu.

               Mo Ran kendi kendine düşündü, şu küçük velete de bak, altta kaldı diye nasıl da somurtuyor, sanki şekeri ya da onun gibi bir şeyi çalınmış gibi.

               Ama o oldukça iyi bir ruh halindeydi, bu yüzden buna göz yummaya niyetliydi. Gülümseyerek konuştu, “Görünüşe göre bir süredir dışarıdaydım he, beni kim geri getirdi?”

               “Kim olabilir?” Xue Meng kol yenini silkeledi ve elini arkasına katladı. “Tabii ki Shizun.”

               “Ah.”

               Mo Ran, sözlerine şaşırmıştı, bilinci gidip gelirken gözlerinin önünden bulanık anılarının parçaları geçmişti. O kadar şok ve sevinçle dolmuştu ki şimdi uyanmış olduğundan o zaman gördüklerinin gerçek olup olmadığından hiç emin değildi.

               Mırıldandı, “Shizun… Xia-shidi…”

               Mırıltısını duyan Xue Meng, sert bir şekilde konuşmadan önce, neredeyse belli belirsiz sarsılmıştı, “Yani gördün mü?”

               “Ne?”

               “Xia-shidinin Shizun olduğunu.”

               Mo Ran hâlâ sadece tahmin ediyordu ve böyle birden söylenince tüm yüzü solmuştu. “NE!!!”

               Xue Meng aniden başını ona doğru eğdi, yüzünde bir şeyleri kontrol altında tutmak için elinden geleni yapıyormuş gibi tuhaf bir ifade vardı, “Ne? Çoktan bildiğini düşünüyordum.”

               Mo Ran ciyakladı, “Bunu nasıl bilebilirdim! Bilincim gidip geliyordu ve her şey bulanıktı… İkisinin birbiriyle örtüştüğünü görmüş olabileceğimi düşündüm… Ben…”

               Şeftali Çiçeği Pınarı’nda Xia Sini’yle geçirdiği zamanı düşündü, ikisi aynı yatakta yatmıştı; Yağmur Çanı Adası’nda kontrolünü kaybettiği zamanı, Chu Wanning’in cübbesinden düşen altın saç tokasını düşündü.

               Ve haitang çiçeği işlenmiş mendili.

               Giyen kişi ile birlikte büyüyüp küçülen elbiseleri.

               Xia Sini’nin kollarında sıkıca tuttuğu küçük tavuk çorbası kavanozunu.

               Ona bakışını ve shixiong diye seslenişini ve nasıl başını okşadığını, sırıtarak bundan sonra kardeş olacağız, shixiong sana gözü gibi bakacak deyişini.

               Anılar birer birer gözlerinin önünde somutlaştı ve sonra duman gibi dağıldılar; şimdi Chu Wanning olmuştu, yüzü kayıtsız, ifadesi fazlasıyla soğuktu ve şimdi de Xia Sini olmuştu, dudaklarını birbirine bastırıp konuşmayı reddediyordu.

               Xia Sini’ye bir keresinde Chu Wanning iyi biri olmadığından ondan hoşlanmadığını söylemişti.

               Ayrıca sabırla Xia Sini’nin uzun saçlarını taramıştı.

               Saçları çok yumuşaktı, sıvı mürekkep gibi parmaklarının arasında akıp gidiyordu.

               Şimdi düşündüğünde, gerçekten çok benziyorlardı…

               Mo Ran başı patlayacakmış gibi hissediyordu. İleri geri volta atarak mırıldandı, “Shizun aslında Xia-shidi… Shizun aslında Xia-shidi… Shizun…”

               Ansızın durdu, neredeyse çıldırmıştı.

               “Benimle dalga geçiyor olmalısın! Shizun’un Xia-shidi olması nasıl mümkün olabilir!!!”

               “A-Ran…”

               Mo Ran gülse mi ağlasa mı bilemiyordu. “Bi-birçok yönden oldukça benzedikleri kesin, ama… ama sonuçta aynı değiller. Xia-shidi çok iyi biri, nasıl olabilir–––”

               “Bununla ne halt demeye çalışıyorsun?”

               Xue Meng sözünü keserek keskin bir bakışla onu mıhladı.

               “Xia-shidi çok iyi biri mi? Ne yani, öyle iyi bir insanın Shizun olması imkânsız mı?”

               Mo Ran karşılık verdi, “Elbette Shizun’un iyi biri olmadığını söylemiyorum. Sadece Xia-shidi bana karşı hep içtendi ve onu aslında kendi küçük kardeşim gibi görüyordum, birdenbire onun aslında Shizun olduğunu söylemeni nasıl kabul edeyim…”

               Xue Meng hırladı, “Xia-shidi içten he, o halde Shizun samimiyetsiz mi?”

               Sesindeki öfkenin yükseldiğini duyan Shi Mei hemen kol yenini çekiştirdi.

               “Genç Efendi, amcamın ne söylediğini hatırla! A-Ran henüz uyandı, o…”

               Ama Xue Meng onu silkeledi, kahverengi gözleri hâlâ sabit bir şekilde Mo Ran’in üstündeydi, öyle öfkeliydi ki boynunda atan damar bile zehirli dişlerini avına geçirip yutmaya hazır olan, tıslayan bir engerek gibiydi.

               “Mo Weiyu, bana şimdi ve burada açıklasan iyi edersin, Xia Sini neden Shizun olamazmış? Nerede içtenlikten yoksundu, he? Bana açıkça söyle, hangi kısmı sana göre sahteydi?!”

               Art arda gelen talep edici sorular Mo Ran’i biraz sinirlendirmişti; sonuçta, Xue Meng’in sinirlendiğini daha önce görmemiş değildi––geçmiş hayatında, Xue Meng’ın öfkesi, İmparator Taxian-Jun ile her karşılaşmalarında aşağı yukarı bu şekildeydi.

               Ama yine de can sıkıcıydı. Mo Ran kaşlarını çattı ve şöyle dedi, “Sana ne oluyor? Bu benim ve onun arasında.”

               “Senin ve onun arasında mı?” Xue Meng tekrarladı. “Onu hiç düşündün mü?”

               Mo Ran o kadar kızgındı ki onun yerine güldü. “Senin sorunun ne, Xue Ziming, cidden, ne zaman delirdin? Hadi Shi Mei, Sadakat Salonu’na gidelim, belki Amcam ve Shizun ona ne olduğunu biliyordur.” Shi Mei’i de çekerek, gitmek için hızla Xue Meng’ın yanından geçti.

               Xue Meng bir süre olduğu yerde kaldı, sanki bir şeyleri bastırmak için çok uğraşıyordu, ama Mo Ran kapıdan dışarı adımını atmak üzereyken daha fazla dayanamadı ve hızla dönerek kükredi, “MO WEIYU, HİÇ SHİZUNUNU DÜŞÜNDÜN MÜ?!”

               “…”

               Mo Ran daha da sıkıntılı hissetti, adımları durdu, başta neşeliydi ve rahatlamış kaşları çatılarak aşağı çekilmişti.

               Shi Mei elini sıktı, huzursuzca fısıldadı, “Onu umursama, son zamanlarda biraz asabi. Gel, gidelim.”

               “…Mn.”

               Ama eli henüz perdeye dokunmuştu ki daha kaldıramadan, Xue Meng’ın sesi tekrar çınladı, sert, öfkeli ve çıldırmıştı, sanki ateşten sıçramış gibiydi.

               “Mo Weiyu, seni şerefsiz, seni bok çuvalı.”

               Perde hışırdayarak geri düştü.

               Mo Ran gözlerini yumdu, sonra açtı.

               “A-Ran…”

               Shi Mei onu geri çekmeye çalıştı, ancak nazikçe kenara itilmişti.

               Yüzünü sonra da bedenini çevirdi. İkisi de neredeyse aynı yaştaydı, ama Mo Ran çoktan bir tık daha uzundu ve istediğinde oldukça soğuk ve tehditkâr görünebiliyordu.

               Mo Ran bir anda gülümsedi, ama kara gözleri derindi ve gülümsemenin en ufak bir izi yoktu.

               Konuştu, “Yani şimdi bir bok çuvalıyım, ha.”

               “Xue Ziming, Shizun’a ne saygıdan başka bir şeyle davrandım ne de Semavi Yarık savaşında durup izledim. Sonsuz Cehennem’e açılan bariyer yalnızca onun gücüyle onarılamazdı, bu yüzden yardım etmeye başladım. Onun müridi olarak soruyorum sana, yanlış bir şey yaptım mı?”

               “…”

               “Benim gücüm onunkinden çok daha az, bu yüzden bariyeri onarırken sonuna kadar dayanamadım. Bakır ejder sütunundan düştüm, fakat bana tek bir kere bile bakmadı, yaşayıp yaşamadığımı umursamadı. Tekrar sorayım, benim yerimde olsan, acı dolu ve hayal kırıklığına uğramış hissetmez miydin?”

               “Mo Ran…”

               Sonunda iki ömürde de onu yiyip bitiren şeyi dile getirmişti, Mo Ran’in yakışıklı çehresi, yaralı olduğu noktadan bahsederken karanlık bir şeye dönüşmüştü. Her bir heceyi zorlukla söylemişti, her kelimeyi yavaş yavaş ve açık bir şekilde ifade etmişti. “Bence görevimi yerine getirdim ve ona hiçbir şey borçlu değilim. Sana önümde durup bana bok çuvalı deme hakkını veren ne? …Xue Meng, onu hiç önemsemediğimi mi sanıyorsun? Yanılıyorsun, önemsedim.”

               “Ama o taştan yapılmış,” Mo Ran kısık sesle devam etti, her kelime kalbine inen bir bıçak gibiydi, kanını çekiyordu. “Xue Meng. Beni dinle, dünyanın gözünde ne kadar güçlü bir efsuncu olduğunu, nasıl prestijli bir zongshi olduğunu, Gece Göğü’nün Yuheng’i, Ölümsüz Beidou olmasını umursamıyorum, hiçbiri önemli değil.”

               “Önemli olan, Semavi Yarık savaşında ölmek üzereydim. Ancak ona arkasına, bana bakması için yalvardığımda yapmadı bile.”

               Bu çok ürpertici, sinir bozucu bir şeydi.

               Ama konuşurken tuhaf bir şekilde sakindi; sadece gözleri biraz kızarmıştı.

               “Ve Xue Meng, sana garanti ederim ki – o zaman sütundan düşen kim olursa olsun, ben olmasam bile, ister sen ya da ister Shi Mei olsun, sizi kurtarmazdı.”

               Çünkü bunu kendi gözlerimle gördüm.

               Dönmüş ve kendi müridinin bedenini gökyüzünü dolduran kar fırtınasında soğumaya terk etmişti.

               “Ne de olsa güzel Ölümsüz Beidou isminden daha önemli bir şey yok,” Mo Ran soğuk bir şekilde, alayla güldü. Belki zayıf ışıklandırmadandı ama biraz perişan görünüyordu.

               “Şanslıysanız yaşarsınız. Değilseniz ölürsünüz.”

               Gözlerinin önüne hızlı bir rüzgârla beraber bir bulanıklık geldiğinde son sözü hâlâ havadaydı.

               Oda dardı ve Shi Mei arkasındaydı, yani Mo Ran gelişini hissetse bile, ona zarar geleceği korkusundan, kaçamamıştı, bu yüzden yerinde durmuş ve darbeyi yemişti.

               Xue Meng bir çita gibi akın etti, onu yakasından kavradı ve çekinmeden yüzüne tokat atarken havada yüksek sesli bir ‘PA!’ sesi çınladı.

               Durduk yere tokatlanan Mo Ran de küplere binmişti. Öfkeli genci yakalamak için bileğini büktü, sıktığı dişlerinin arasından hırlıyordu, “Xue Ziming! Ne halt ettiğini sanıyorsun?!”

               Xue Meng cevap vermedi, onun yerine kükredi, “Mo Weiyu, seni piç!!”

               Konuşmakla hiç ilgilenmiyordu, konuşmak için aklı ve mantığı olmayan bir şeymiş gibi ona saldırmıştı, boş, küçük odada Mo Ran’le acımasız bir kavgaya girişmişti, kapana kısılmış bir çift hayvan gibi birbirlerinin boğazına saldırıyorlardı, sanki birbirlerini parçalayıp unufak etmek istiyorlardı, birbirlerini yarıp kanını, kemiğini ve her şeyini yutmak istiyor gibiydiler. Odada tek bir lamba yanıyor, taş duvara delirmiş siluetlerini yansıtıyordu, hayvanların birbirlerini parçalaması üzerine bir gölge oyunu gibiydi, öfkeli şeytanların bir resmi gibiydi.

               Mo Ran birdenbire Xue Meng’ın hıçkırığını tuttuğunu duydu.

               O kadar sessizdi ki yanlış duyduğunu sanmıştı.

               Fakat tıpkı düşündüğü gibi, elinin arkasına birkaç damla yaş geldi.

               Xue Meng aniden Mo Ran’i bıraktı ve itti, sonra yerde kıvrıldı, kollarını dizlerine sardı ve tam orada acıyla haykırmaya başladı.

               Mo Ran’in yanağı hâlâ kızarık ve şişti, ama olayın bu hale gelmesine tamamen şaşırmıştı, düşündüğünde gerçekten ölümcül bir hamle yapmış değildi, onu o kadar incitmediğine emindi ve ayrıca en baştan ilk yumruğu atan kişi kuzeniydi, neden birdenbire…

               Xue Meng’ın sesini duyduğunda hâlâ kafası karışıktı, kesik hıçkırıklarının arasında boğuk bir şekilde feryat ediyordu.

               “Seni kurtarmadığını nasıl söyleyebilirsin! Seni kurtarmadığını nasıl söyleyebilirsin!

               Gözyaşları yanaklarından yuvarlandı, durmaları imkânsızdı.

               Shi Mei kenardan, sonuç olarak Xue Meng’ın hiçbir şeyi gizli tutamayacağını gördü, bu yüzden iç çekti ve aşağı bakıp tek kelime etmedi.

               Xue Meng hıçkırıklar arasında boğuldu, “Aşağıdan1 ne söylediğini duyarsa çok üzülecek…”

               Bu sözler çok aniydi, Mo Ran hemen tepki veremedi. Sersemce sordu, “Ne?”

               Xue Meng sadece ağlamaya devam ediyordu. Zehirli dişleri Mo Ran’in boğazını delmişti, fakat aynı zamanda kendisine de batmıştı.

               Öyle perişan, öyle buruk ağlıyordu ki, çaresizce yüzünü siliyordu, bakışları vahşilik ve ıstırap arasında gidip gelirken gözleri parlıyordu.

               Yerde büzüldüğü yerden kalkmıyordu.

               Uzun, çok uzun bir süre, orada, suratını dirsek bükümüne gömerek durdu.

               Mo Ran, ayaklarının altından, tüm bedeni donana kadar tırmanan bir uyuşukluk hissetti.

               Dudaklarının hareket ettiğini hissetti. Soran sesini duydu.

               “Xue Meng, az önce ne dedin sen…”

               Xue Meng uzun süre ağlamıştı ya da belki de aslında o kadar da uzun değildi, sadece Mo Ran bir cevabın sağır edici darbesini beklerken çok uzun süre geçtiğini düşünmüştü.

               “Shizun…” Xue Meng sonunda boğuldu, “Gitti.”

               Mo Ran bir an için bir şey söylemedi. Tüm vücudu soğumuştu; uzaktan, sözcükleri duymuştu, ama anlayamamış gibiydi.”

               Gitti mi?

               Gitti derken ne demek istiyorsun?

               Nereye gitti?

               Kim gitti… Kim gitti!!!

               KİM GİTTİ!!!!!!!

               Xue Meng yavaş yavaş başını kaldırdı; gözlerinde nefret vardı ve alay ve en derin acı ve tiksinme.

               “Neden arkasına bakmadı biliyor musun?”

               “…”

               “Babam o Semavi Yarık’ı mühürlemenin varını yoğunu aldığını söyledi. Hayalet diyarının ifrit enerjisiyle vurulanın sadece sen olduğunu mu sandın? Sezgi Bariyeri ikizdi! Sen ne hasar aldıysan, o da aynısını aldı! Sadece o katlandı ve kimseye bir şey söylemedi.”

               Mo Ran kulaklarında bir uğultu hissetti.

               Önceki hayatında Shi Mei’i kurtarmadığında, o da mı bu sebeple…

               Mo Ran düşüncesini bitirmeye cesaret edemedi. Parmak uçları titriyordu.

               “İmkânsız… Ama o çok istikrarlıydı…”

               “Başkalarının önünde istikrarlı olmadığı bir zaman mı oldu?” Konuşurken, Xue Meng’ın gözlerinden yeni yaşlar boşanıp taştı, “Oradan aşağı indiğinde tüm ruhani enerjisi çoktan tükenmişti. Neden senin etrafına bir koruma bariyeri kurup sana bakmadan gitti sanıyorsun?”

               Xue Meng’ın sözleri kan ağlıyordu.

               “Shizun daha fazla dayanamayacağını biliyordu. Efsun gücü yüksekti, bu yüzden zayıflık belirtisi gösterdiği anda tüm ifritler ona çekildi… Mo Ran, Mo Ran… Seni terk ettiği için mi gittiğini sandın…”

               Mo Ran: “…”

               “Seni korumak için gitti! Mo Weiyu! Böylece sen yakalanmayacaktın!”

               “Sonsuz Cehennem kapandığında ifritler çıldırdı, savaş gece çökene kadar sürdü, yüzlercesi ya öldürüldü ya yaralandı, kimin sana ayıracak vakti vardı?! Babam bile yaralı Kıdemli Xuanji’yle Sisheng Tepesi’ne dönmeden senin gitmiş olduğunu bilmiyordu,” Xue Meng, boğazındaki düğümün arasından sözlerin geri kalanını söylemek için kendini zorlamadan önce, sert bir şekilde nefes alarak bir an için durdu. “Mo Weiyu, seni geri getiren oydu… Orijinal formuna dönüştüren ilacı içen oydu, böylece seni kanlı enkazdan, ceset dağından alabilecekti, her yeri zaten yaralarla kaplı olan oydu, ama yine de sana kendi ruhani gücünün son kalıntılarını verdi…”

               “İmkânsız…”

               “Seni eve getiren oydu; senin bilincin hâlâ kapalıydı ve onun ruhani enerjisi tamamen tükenmişti. O sırada normal bir insandan farkı yoktu, hiçbir tekniği kullanamıyordu, iletişim büyüsünü bile. Tek yapabildiği seni sırtında taşıyıp, Sisheng Tepesi’nin basamaklarını adım adım tırmanmaktı…”

               “Hayır…”

               “Üç binden fazla basamak… O… Hiçbir ruhani gücü olmadan…”

               Mo Ran gözlerini yumdu.

               Solgun ay ışığının altında, Chu Wanning’in ölümün eşiğindeyken kendisini taşıdığını, o sonsuz merdivenleri yavaş yavaş tırmanışını, kanla kaplı beyaz cübbelerini neredeyse görebiliyordu.

               O kişi fazla uzak ve ulaşılmazdı, fazla el değmemiş ve lekesizdi.

               Ölümsüz Beidou, Gece Göğü’nün Yuheng’i.

               Mo Ran boğazının düğümlendiğini hissetti ve konuştuğunda sesi titriyordu, “İmkânsız… Nasıl… Yaptı…”

               “Ben de aynı şeyi merak ediyorum,” Xue Meng kaybolmuşçasına uzaklara bakıyordu, göz kenarları kırmızıydı.

               “Onu gördüğümde, kesinlikle delirdiğimi, gaipten şeyler gördüğümü düşündüm. Çünkü ben de düşünüyordum,” iç çekerek devam ettirdi, “Nasıl… Yaptı…”

               “İmkânsız…” Mo Ran aniden hıçkırdı ve başını kavradı, çaresizce mırıldanıyordu, “İmkânsız…”

               “Merdivenler hâlâ kan izleriyle lekeli; seni eve getirmek için izlediği yol o.” Xue Meng’ın nefreti onu acımasız hale getirmişti. “Git kendin bak, Mo Ran. Git bak.”

               “İMKÂNSIZ!!!!!”

               Katlanabileceğinin ötesindeki şok ve çaresizlik Mo Ran’i öfkelendirmişti. Uyarmaksızın Xue Meng’ı yakaladı, yerde sürükledi ve duvara çarptı, suratı hayvani bir şeye bürünmüştü.

               “İmkânsız, kahrolası imkânı yok! Beni nasıl kurtarabilir? Benden hiçbir zaman hoşlanmadı, her zaman küçümsedi!”

               “…”

               Xue Meng bir an için hiçbir şey söylemedi, sonra aniden acınası bir halde sırıttı.

               “Mo Weiyu, o seni küçümsüyor değildi.”

               Xue Meng, akan mum ışığında kirpiklerini kaldırdı, gözyaşlarıyla doluydu ve nefret dolu bir bakışla onu hedefledi.

               “Seni küçümseyen benim.”

               Mo Ran: “…”

               “Ben seni küçümsüyorum, Kıdemli Xuanji seni küçümsüyor, Kıdemli Tanlang seni küçümsüyor… Ne sikim olduğunu sanıyorsun sen,” Xue Meng kelimeleri çiğneyip Mo Ran’in suratına tükürdü. “Seni orospu çocuğu.”

               “SENİ–––!”

               Xue Meng bir anda kahkaha patlattı, başını loş tavana bakmak için geriye eğdi. “Mo Ran, Sisheng Tepesi’nin tamamında, seni en çok takdir eden oydu. Fakat ona bu şekilde ödüyorsun.”

               Güldü ve güldü ta ki gözlerini sıkana ve yaşlar tekrar dökülmeye başlayana kadar.

               Bu kez sessizce ağladı.

               “Mo Ran, senin Xia-shidin, benim Shizunum, öldü.”

               Mo Ran dünyadaki en zehirli yılan tarafından sokulmuştu. Donakaldı, yanmış gibi aniden bıraktı ve geriye doğru sendeledi, nihayet o sözlerin anlamını ilk kez anlıyordu.

               Tüm bedeni titremeye başladı.

               Xue Meng birdenbire ona seslendi, “Ge2.”

               Mo Ran gerilemeye devam etti, ancak sırtı buz gibi soğuk duvara çarpmıştı; artık kaçış yoktu.

               Xue Meng nihayet ağlamayı bıraktı.

               Fakat sesi ölü gibi düzdü.

               “Ge, artık bir Shizunumuz yok.”

               Yazarın Notları:

               Büyük beyaz kedinin konuşan cesedi: [jjwxc okuyucularına teşekkür ediyor]

               Köpecik: “…”

               Ah, unutun bunu, köpecik 1.0 şu an arızalı, 1.0 OS [İşletim Sistemi] çöktü, gerçeği hazmetmesi için ona biraz zaman tanıyın.

               Xue Mengmeng: [teşekkürlerin geri kalanı]

– BİRİNCİ KİTABIN SONU –

Dipnotlar

  1. “Aşağı” dediği yeraltı dünyası, cehennemle aynı şey değil. Ölen herkes yeraltı dünyasına gider.
  2. “Ge” [Gı diye okunur] Ağabey demek.