85. Bu Saygıdeğer Kişi, Sadece Bin Beş Yüz Altınla, Kolayca Kurtulabileceğin Biri Değil

               Hancının mahcup sesi duyuldu: “Tanrım, efendim, öylece beş yüzle çok cömert, bu mütevazi kişinin gururu okşandı! Fakat işimizi yapmaya devam etmek istiyorsak her misafirimize nazik olmalıyız, bu yüzden herkesi öylece dışarı atamayız, anlıyorsunuz ya. Peki şuna ne dersiniz, Guiwu Köşkü’nde geniş bir özel odamız var, sadece sizin gibi onurlu misafirlere ayrılıyor, göstermeme izin verin–––“

               Daha cümlesini bitiremeden masalar yüksek sesle çatırdayıp sandalyeler ters döndü.

               “Görecek ne var! Guiwu [Geri Dönen Sis] Köşkü’nü ya da Wugui [Kaplumbağa; ayrıca boynuzlanmış koca] Köşkü’nü umursayan kim lan ­­––– lanet olası, ne boktan bir isim… İstemiyorum! Hepsinden kurtul, biz de sana bin altın ödeyelim!”

               “Avv, fakat efendim çok bilge, mantıklı biri gibi görünüyor, eminim ki bu mütevazi kişiyi böyle zor bir karara zorlamayacak, değil mi?” Hancı istifini bile bozmadan, cilveli bir şekilde sırıtarak yalan söylemişti, “Burada zaten çok fazla misafir var, efendim Guiwu Köşkü’nden hoşlanmıyorsa, kesinlikle başka bir oda teklif edebilirim, biraz daha küçük ama zarif de ve bedava, şarkılı, danslı bir eğlence paketi de ekleyeceğim, ne dersiniz?”

               “Hayır! Kesinlikle olmaz! Bin beş yüz! Hepsine kaybolmalarını söyle!” Kaba ses bağırdı, “Ayak sürümeyi bırak! Efendimiz geldiğinde mekân hazır olmazsa kızar!”

               “Vaay­­–––“ Bin altın ortalama biri için çok olabilirdi ama bir zamanlar fani dünyanın imparatoru olan biri için gülünecek bir miktardı –– eğlendirmek için gelişigüzel bir şekilde Song Qiutong’a fırlattığı hediyeler bile paha biçilemez hazinelerdi. Ve bu yüzden tembel tembel çubuklarını çiğnerken gözleri eğlenmişçesine irileşmişti, kısık sesle Chu Wanning’e gülerek, “Shizun Shizun, şuna baksana, şu adam yalnızca bin beş yüz altınla bizi kovabileceğini sanıyor.”

               Chu Wanning ona bir bakış attı, sonra aşağı bakmak için bambu perdeyi kaldırdı.

               Ana salonda bir kalabalık vardı. Klanlarını gizleyen, düz kıyafetler giymişlerdi ama içlerinden birinin belinde parlayan çok kaliteli bir kılıç vardı ve yanlarında da salya akıtan ruhani bir kurt vardı. Kılıçların değeri meçhulken, ruhani kurtlar, yanına yaklaşılamayacak kadar pahalıydı– sadece bir tanesini almak bile küçük bir klan için küçük bir marifet değildi; bu insanların her birinde bir tane olmasıysa, belli ki prestijli bir klandanlardı.

               Bütün misafirler, kaygılı bir şekilde onlara bakmak için yemek yemeyi kesti. Salonun içi öyle sessizdi ki iğne düşse sesi duyulurdu.

               Birdenbire, handa beyaz, kar kadar parlak bir bulanıklık şimşek gibi çaktı. Herkes ne olduğunu anladığında bir sessizlik oldu, sonra arkalarında, kolayca panikleyen insanların tiz bir çığlık atmasıyla, hepsinin kafasını karıştıran, çılgınca bir yaygara patlak verdi: “Ca-canavar!!”

               Kar beyaz bir ruhani kurttu, en az üç insan uzunluğundaydı, gözleri kan gibi parlak kırmızıydı, kürkü saten kadar parlak, soğukça parlayan dişlerinin boyuysa yetişkin bir adamın kolu kadardı.

               Ama o devasa, korkunç canavarın üstünde, kibirli bir ifadesi olan yakışıklı, genç bir adam oturuyordu, gelişigüzel bir şekilde bacak bacak üstüne atmıştı. Üstünde, kıpkırmızı, parlak av kıyafetleri vardı, kol yenleri altın işlemeliydi ve üzeri güneşi yutan bir aslanla süslenmiş, gümüş bir miğfer takıyordu, tacından kırmızı bir püskül düğümü sarkıyordu. Dizlerinde yatan silahı, jasper taşından bir yaydı.

               Gösterişçi efsuncuların hepsi onu görür görmez, bir ellerini göğüslerine bastırıp, tek dizleri üstüne çökerek ahenkle konuştular: “Genç Efendi’ye selam olsun!”

               “Peki, peki.” Genç adam elini salladı, sinirleri bozulmuş gibiydi, “Böyle küçük bir şeyle bile başa çıkamıyor musunuz, göt selamlayın!”

               “Pıft.” Mo Ran, Chu Wanning’e belirtirken gülmeden edemedi: “Göt selamlasalardı, o halde göt olan o olmaz mıydı?”

               “…”

               Ruhani kurdun ense kökündeki yumuşak kürkte oturan genç adam sahiden sinirli görünüyordu: “Bu sefil yerin patronu nerede?”

               Hancı korkmuştu ama yine de kendini sakin olmaya zorlayarak ileri çıktı, mahcup bir şekilde gülümseyerek: “Bu mütevazi kişi olabilir, efendim.”

               “Oh.” Bir bakış attı, “Bu gece burada kalacağım, ama etrafta bu kadar insan olmasına alışık değilim. Onlarla bir konuş, kaybını telafi edeceğim.”

               “Ama efendim…”

               “Seni zor bir noktaya koyacağını biliyorum. İşte, bunu al ve benim yerime her masaya özür olarak ver. Ve herhangi biri gitmek istemezse, kalsınlar.” Hancıya bir kese fırlattı ve kadın keseyi açtığında içinin altın dokuz-dönüş dönüş haplarıyla dolu olduğunu gördü –– bu haplar, içen efsuncunun atlayış ve sıçramalarını on gün için güçlendiriyordu ve tek bir hapın çarşıdaki fiyatı iki bin altından fazlaydı. Hancı, başta onun bu müsrifliğine şok oldu, sonra da ihtiyatla rahat bir nefes aldı.

               Böyle bir şeyi, hiçbir efsuncu geri çevirmezdi; bu haplarla, herkesten gitmesini istemek mükemmel bir şekilde kabul edilebilir bir şeydi.

               Hancı masaları dolaşıp özür dilerken ve telafi ücretlerini verirken, daha önce bağıran genç adam görevlilerine dik dik bakıyordu: “Çoğunuz işe yaramazsınız, her şeyi gerçekten kendim mi halletmek zorundayım!”

               Görevliler birbirlerine baktı, sonra “… Gongzi hep zeki ve yenilmez,” diye serpiştirdiler.

               Misafirler çabucak dağıldı; parayı ve kültivasyon haplarını önemsemeyen Mo Ran ve Chu Wanning’den başka herkes mükafatı kabul etti ve hiç şikâyet etmeden, gidip başka yerde kalmayı kabul ettiler.

               Hancı sonrasında bilgilendirdi: “Gongzi, gitmeyi reddeden iki misafirden başka herkes gitti, çoktan geç olduğunu ve içlerinden birinin iyi olmadığını, bu yüzden başka bir yere gitmek istemediklerini söylediler…”

               “Onları boş ver, yatalak birini rahatsız etmeye gerek yok.” Genç adam aldırış etmeden elini salladı, “Beni rahatsız etmedikleri sürece.”

               Yatalak Chu Wanning: “…”

               Hancının gözleri parladı ve içten bir şekilde konuştu: “Gongzi çok nazik biri. Geç oluyor, Gongzi dinlenmek mi ister yoksa ilk olarak bir şeyler yemek mi?”

               Genç adam cevap verdi: “Açım. Dinlenmeye gerek yok, bana yemek getir.”

               “Elbette, mütevazi dükkânım Gongzi’ya kesinlikle en iyisini getirecek. Şefimizin imzalı yemekleri yengeç [xie fen] köftesi, domuz paçası jölesi…””

               “Kızgın [bu da xie fen diye telaffuz ediliyor] köfte mi?” Genç adam belli ki güneyli değildi ve güney yemeklerini çok fazla bilmiyordu. Yemeklerin adına gözlerini kırpıştırarak baktı, sonra kaşlarını çatıp elini salladı, “Geçiyorum, bu saçma isimleri anlamıyorum bile.”

               Belki de asil bir genç efendi değildi de delicesine zengin bir tüccardı.

               Hancı: “…O halde Gongzi ne sever? Elimizden geleni yapacağız.”

               “Bu kolay.” Genç adam, görevlilerine el işareti yaptı, “Her biri için iki buçuk kilo et, benim için de beş kilo olsun ve yarım kilo soju ve iki kuzu bacağı. Bu bize yeter, zaten gece geç saatte çok yemek yememeliyiz.”

               Mo Ran: “Wow…”

               Chu Wanning’e döndü, Chu Wanning’in, genç adama puslu bakışlarla, sabit bir şekilde baktığını görene kadar, adamın sonu gelmez iştahıyla dalga geçmeyi düşünüyordu, ifadesi anlaşılmazdı.

               Mo Ran dalgın dalgın sordu: “Shizun onu tanıyor gibi?”

               “Mn.”

               Sadece düşüncesizce sormuştu ve Chu Wanning’in onu gerçekten tanımasını beklemiyordu. Mo Ran şaşırarak kendi sözlerine takıldı: “Neh? O-o halde kim o?”

               “Rufeng Klan liderinin tek oğlu.” Chu Wanning yumuşak bir sesle konuştu, “Nangong Si.”

               “…” Chu Wanning’in onu tanımasına şaşmamak gerekirdi, sonuçta eskiden Linyi Rufeng Klanı’ndaydı, tabii ki klan liderinin oğlunun neye benzediğini bilecekti. Ve kendisinin de bu adamı tanımadığına şüphe yoktu, önceki yaşamında Rufeng Klanı’nı asıp kesmeye giderken, çoktan bir tür hastalıktan ölmüştü.

               O zamanlar, klan liderinin oğlunun hasta bir sakat olduğunu falan düşünmüştü ama şu an önünde duran adam sağlıklı, canlı ve fazlasıyla egoluydu.

               … Böyle bir adam nasıl hastalıktan ölebilirdi? Acaba ani bir vebaya mı yakalanmıştı?

               Aşağıda, Nangong Si neşeyle yerleşiyordu, 5 kilo eti ve iki kuzu bacağını anında içine çekmiş ve üstüne birkaç kâse şarabı dikmişti. Mo Ran yukarıdan sessizce izledi.

               “Shizun, Rufeng Klanı nezaket ve onun gibi şeylerle ilgili değil mi? O zaman bu genç efendinin nesi var böyle? Xue Mengmeng’dan daha bile terbiyesiz.”

               Chu Wanning, kafasını burun bitiminden dürterek ittirdi, yüzü hâlâ aşağıdaki manzaraya dönük bir şekilde dikkatle bakıyordu: “Kendi akranın olan bir müride kafana göre lakap takma.”

               Mo Ran “hehe” diye güldü ve tam bir şey söyleyecekken durakladı, aniden bir şey fark etmişti. Chu Wanning’in parmağı alnına bastırıp onu itmişti, oluşmakta olan küçük bir sis gibi, yüzünde yumuşak bir şekilde dökülen kol yenleri, oldukça hafif bir malzemeden yapılmıştı, ipek ya da satendi ama tam olarak değildi de ve neredeyse su gibi hem sıcak hem de serin hissettiriyordu.

               Demin odadayken arzuyla başı döndüğünde ve Chu Wanning’in cübbesini çıkaramadığında, çok sıkı olduğunu düşünmüştü.

               Ama şimdi dikkatle baktığında, Mo Ran aslında cübbenin, Kunlun Taxue Sarayı’ndaki “donmuş sis ipeği”nden yapılmış olduğunu fark etti.

               Kunlun Taxue Sarayı, yukarı efsun dünyasındaki en mesafeli ve bağımsız klandı; müritleri beş yaşındayken göreve getirilirdi ve bir yıl sonra da ruhani özlerini kültive etmeyi başarana kadar kalmaları için, Kunlun’un kutsal bölgesine inzivaya gönderilirlerdi. Ruhani öz doğuştan olmasına ve efsunla uyanmasına rağmen genelde ondan on beş yıla kadar süren bir süreçti. Diğerlerinin bu zamanda oraya girişleri yasak olduğundan, müritlerin ihtiyaçları bir soruna dönüşüyordu ­­– yemek de bunlardan biriydi, kutsal bölge, Wangmu Gölü’ne komşu olduğundan, Taxue Sarayı müritleri daima yemek için balık avlamaya gidebilirdi ama kendi kıyafetlerini kendileri örecek değillerdi ya.

               Ve böylece “donmuş sis ipeği” yaratıldı.

               Bu ipekten yapılan kıyafetler yalnızca sis kadar hafif değil, bir de yaratılıştan tozdan ve kirden leke tutmamaları için büyülüydü, dolayısıyla kan gibi bir şey sıçramadığı sürece yıkamaya gerek yoktu.

               Ama bu ipeğin en muhteşem özelliği, giyenin bedeninin şeklini almasıydı, çünkü beş yaşında küçük bir çocukken kutsal bölgeye girip, on beş-yirmi yaşlarında genç bir yetişkin olana kadar oradan ayrılamayan müritler için bu kesinlikle gerekliydi. “Donmuş sis ipeği”nden yapılan kıyafetler onlarla büyüyebilirdi, böylece kıyafetleri uzun yıllar boyunca onlara olurdu.

               –––Ama Chu Wanning böyle özel bir materyalden yapılan bir cübbeyi neden giyiyordu ki?

               Mo Ran gözlerini kısarak baktı, aklında bir kıvılcım çaktı. Aniden bir şeylerin eksik olduğunu düşündü, sanki başından beri bir şeyleri yanlış anlıyordu, ama neyi…

               “Affedersiniz, hancının nerede olduğunu sorabilir miyim?”

               Mo Ran’in düşünceleri özgüvenli fakat arkadaş canlısı ve nazik bir ses tarafından bölündü.

               Aşağıya, önceden Xuanyuan Köşkü’nde olan Rufeng Klanı’ndan müritleri görmek için baktı. Liderleri yarı yolda içeriye doğru eğilmişti, kapı perdesini açmak için kılıcıyla tutarken balıkçıl desenli gömleği hafifçe dalgalandı.

               “Onlar Ye Wangxi’nin halkından değil mi?” Mo Ran hemen canlandı.

               Rufeng Klanı’nın yetmiş iki şehri vardı, bu yüzden müritler genelde birbirini tanımazdı ve Nangong Si tek başına, arkası dönük bir şekilde, özel odasında oturuyordu, dolayısıyla yeni gelenler, handaki aynı klandan olan akran müritlerine göz gezdirdi, düz kıyafetler giymişlerdi ve hiçbirini tanıyamadılar.

               Ye Wanxi’ye karşı Nangong Si, bu kesinlikle eğlenceli olacaktı.

               “Kusura bakmayın ama çoktan bu gece için ayırtıldık.” Hancı sessizce, hanı kapamadığı için kendine lanet ederken, aceleyle yaklaştı, “Lütfen başka bir yer bakın, gerçekten çok üzgünüz.”

               Öncü olan genç adamın canı sıkılmış gibiydi: “İç çeker, ne yapsak… Çoktan diğer hanlara baktık, hepsi dolu. Yanımızda acilen dinlenmesi gereken genç ve çelimsiz bir kadın var, bu yüzden iyi bir uyku çekebileceği bir yer bulmayı umuyorduk. Size, hanı ayırtan kişinin bize birkaç oda vermeyi düşünmesini istemek için zahmet verebilir miyim?”

               “Bu… Büyük ihtimalle kabul etmeyecek.”

               Genç adam başını eğdi ve kibarca yalvardı. “Lütfen yine de sorun. İstemezse sorun değil.”

               Hancı daha cevap bile veremeden, yakınlarında olan, Nangong Si’nın görevlilerinden biri masaya vurdu ve öfkeyle ayağa kalktı: “Soracak ne var! Defolun, dışarı! Genç Efendi’mizi yemek yerken rahatsız etmeyin!”

               “Evet öyle! Utanmıyor musunuz, Rufeng Klanı kıyafetleri giyerken yatağa kadın alıp klanınızın adını çamura sürüklüyorsunuz!”

               Genç adam böyle bir yanlış anlaşılmayı beklemiyordu, kızgın bir şekilde konuşurken kıpkırmızı olmuştu: “Neden iftira atıyorsunuz? Rufeng Klanı’ndan bizler, zaten prensipli ve erdemli insanlarız, tabii ki böyle bir yakışıksızlığı yapmayız. Bu genç kadın kibarca genç efendimiz tarafından kurtarıldı, ne cüretle böyle saçma konuşursun?”

               “Genç efendiniz mi?” Nangong Si’nın görevlisi özel odaya göz attı ve genç efendisinin hâlâ şarap içip onları fark etmediğini görünce bunu onları dışarı atmak için bir izin olarak kabul etti, böylece rahatladı ve yüksek sesle, kıs kıs güldü, “Herkes Rufeng Klanı’nda sadece bir tane genç efendi olduğunu biliyor, bu yüzden sizin genç efendinizin kim olduğunu merak ediyorum?”

               “Benim, Rufeng Klanı’ndan Ye Wangxi.” Kibar, zarif bir ses, kapının dışından duyuldu.

               Odadaki her kafa kapıya doğru döndü: “Ye-gongzi–––“

               Ye Wangxi tamamen siyah giyinmişti, yakışıklı yüzü mum ışığında bir incelik belirtisi taşıyordu. İçeri adım attı, peçeli, gergin bakışlı bir kadın arkasından geldi –– Song Qiutong.

               “…” Mo Ran’in şakağındaki damar, sırf onu görünce bile şiddetle atıyordu.

               Yine o. Şansına…

               Nangong Si’nın görevlileri, Ye Wangxi’yi görünce bir an için şaşırdı, sonra bazı daha az soğukkanlı olanların yüzünde bir küçümseme belirdi.

               Ye Wangxi, Rufeng Klanı’nın büyük şefinin evlatlık oğluydu ve eskiden klanın “gölge şehri”ne bağlıydı. İsminden de anlaşılacağı üzere, gölge şehir, gölge gardiyanları1 eğitmekte uzmandı. Rufeng Klanı’nın Lideri, başta, sıradaki gölge gardiyan lideri olsun diye onu eğitiyordu ama efsun doğası gölge gardiyan efsun yöntemine uymadığından, yeniden ana şehre atanmıştı ve şimdi klan liderinin sağ kolu gibi davranıyordu.

               Gölge gardiyan olarak eğitiminden dolayı, Ye Wangxi alışkanlık olarak alçak bir profil sergilerdi ve çok az insan onu tanırdı. Fakat, klan lideri onu fazlasıyla yüksek sayıyordu, öyle ki son yıllarda klanda, Ye Wangxi’nin, klan liderinin piç oğlu olduğuna dair söylentiler çıkmıştı. Muhtemelen bu yüzden, Nangong Si’nın, meşru çocuğun, Ye Wangxi’yle arası açıktı.

               Genç efendileri ondan hoşlanmadığından, doğal olarak görevlilerinin de onun hakkında alçak fikirleri vardı.

               Ye-gongzi’den küçüklerdi ve teknik olarak onu rencide etmemeliydiler ama Nangong Si’nın kişisel görevlisi vardı ve doğrudan ona rapor veriyordu, bu yüzden garip, donuk bir sessizlikte uzun bir zaman geçtikten sonra en az çekingen olan görevlilerden biri soğukça güldü ve konuştu: “Şey, Ye-gongzi, lütfen gidin, korkarım ki burada sizin için yer yok.”

               “Gongzi, zaten yer olmadığını söylediklerinden, ha-hadi başka bir yer bakalım.” Song Qiutong, ince parmaklarıyla Ye Wangxi’nin kıyafetini çekiştirdi, sesinde bir korku belirtisi vardı, “Ve burası çok pahalı, daha fazla Gongzi’nın parasını harcamaya cüret etmem…”

               Yukarıda, Mo Ran gözlerini devirdi –– her zaman bu zayıf, zavallı ses tonu; o zamanlar onu kandırmıştı ve şimdi de aynı şekilde Ye Wangxi’yi kandırıyordu.

               Ye Wangxi konuşmak üzereyken, içerideki odadan devasa, beyaz bir gölge fırladı, doğrudan Ye Wangxi’nin sırtına yönelmişti.

               Song Qiutong telaşla seslendi: “Gongzi dikkat et!!!”

               “Avuuuuuuh! Vuuuuuuuh!!!”

               Yüksek sesle uluyan, beyaz ruhani bir kurt Ye Wangxi’ye doğru atıldı ve heyecanla etrafında daireler çizmeye başladı.

               “…”

               Herkes sessizdi.

               Ye Wangxi, şu anda yılışık bir şekilde yerde yuvarlanan, üç insan uzunluğundaki ruhani kurda baktı, şaşırarak: “Naobaijin?”

               Bu, Nangong Si’nın bindiği ruhani kurttu, ismi, parlak kırmızı akik taşı göz rengi, kar beyaz kürkü ve altın rengi pençelerinden dolayı Naobaijin’di. [platin akik taşı/beyaz-altın]

               Naobaijin buradaysa, Nangong Si da burada demekti. Ye Wangxi etrafa bakarken, sevilmek için dürtükleyen büyük, kabarık başı memnun etti.

               Şaa–––

               Bambu perde, kızıl, altın işlemeli bir kol yeninden uzanan bir el tarafından kaldırıldı.

               Özel odada, kollarını bağlamış, tembel tembel duvara yaslanan, siniri bozulmuş yüz ifadesinin yarısı bambu perdeyle örtülmüş ve hâlâ elinde bir şişe şarap tutan Nangong Si, Ye Wangxi’ye bir bakış attı ve küçümseyerek güldü: “İlginç, neden daima nereye gitsem orada beliriyorsun? Sürekli beni izlersen, insanlar hakkımızda dedikodu yapmaya başladığında yüzümü nereye koyacağım?”

               Yazarın Notları:

               Yavru kurt: Sana beş yüz vereceğim, git buradan.

               Yavru köpek: Hayır.

               Yavru kurt: Bin vereceğim, git!

               Yavru köpek: Hayır!

               Yavru kurt: Bin beş yüz vereceğim! Gidecek misin!

               Yavru köpek: Önceki yaşamımda, bu bütün dünya, bu saygıdeğer kişiye aitti, kes sesini, seni kısa ömürlü piç!

               Yavru kurt: Beni aşağılamaya cüret edersin he! *&#! &* Avuuuu!!!

               Yavru köpek: Vuf vuf hav hav hav!!!

               Patron Hanım: Alo? Hayvan Kontrolü mü? Dükkânımda kavga eden iki tane kuduz köpek var, evet, biri husky2, diğeri Alaska Kurdu3… Evet, evet, evet, Alaska Kurdu ayrıca Naobaijin diye bir Samoyed4 taşıyor… Evet, üçü de kuduz aşısı olmamış gibi, çok tehlikeliler…

Dipnotlar

  1. Elit gardiyanlar, efendilerinin güvenliğinden ve suikast, casusluk gibi şeylerden sorumlular.
  2. Husky

  3. Alaska Kurdu

  4. Samoyed