82. Bu Saygıdeğer Kişi Buna İnanamıyor

               Zarif hancı, Yağmur Çanı Adası’nın Itır Han’ının dışında duruyordu, kapıya yaslanırken, taktığı inci bilezikler, bileklerinde çıngırdıyor, kızarmış yılan kavunu çekirdeği yiyordu.

               Xuanyuan Köşkü ne zaman bir açık arttırma yapsa, çoğu kişi nihayetinde onun hanında kalırdı, çünkü kadın güzel olmanın yanında zekiydi de o güzel gözleri bir parıldasın, müşterisinin ne istediğini kolayca tahmin ederdi.

               Öğleni henüz geçmişti ve güneş tepede parıl parıl parlıyordu. Hancı, birkaç kavun çekirdeğini tükürürken açık arttırmanın iki saate yakın biteceğini düşünüyordu. Yağmur Çanı Adası’ndaki hanların hepsi oldukça pahalıydı ve ziyaret için gelen efsuncular kalmaya meyilli olmazdı, bu yüzden bugün çok fazla oda satacağını düşünmüyordu. Ama sorun değildi, bu kahraman efsuncular ve diğer kişiler, hâlâ gitmeden önce yemek yemek zorundalardı ve onları akşam yemeğine kalmaları için sıkıştırmaya oldukça niyetliydi.

               Hancı kadın, eteğindeki meyve kırıntılarını silkeleyip içerideki garsona doğru bağırdı: “ErFu, masaları silip sandalyeleri tekrar indir bir de kızarttığım kavun çekirdeklerinin olduğu sepeti kap, gel, her masaya birer tabak koy. Bu akşamki misafirlerimiz için hazır olmalıyız.”

               “Anlaşıldı patron, hemen.” Garson ağır ağır koşarak gitti.

               Güneşlenmesini ve kavun çekirdeklerini bitiren hancı, memnun bir şekilde sırıttı ve tam içeridekileri kontrol etmek için gidecekti ki aniden yolun sonunda, hızla yaklaşan, siyah-beyaz bir siluet gördü. Yaklaştığında gördüğü siyah giyimli kişi, kollarında birini taşıyan, yakışıklı bir efsuncuydu, aceleyle hanına girerken tamamen hararetli bir panik içindeydi.

               “Bir oda, oda oda oda!!”

               “…”

               Belki de aceleyle içeri girip garip davrandığından, garson sadece ona gözünü dikip şaşkınlıkla bakarken ağzı da açık kalmıştı.

               Mo Ran öfkeyle kükredi: “Bir oda istiyorum dedim! Nesin sen, sağır mı? Patronun nerede?!”

               “Aiyo xianjun.” Arkasından, genç kadının, biraz yapmacık çokça da mahcup olan sesi geldi, böyle bir sese kızmak zor olurdu. Mo Ran arkasını dönüp hancının münasip gülümsemesiyle yüz yüze geldi, “Beklediğiniz için özür dilerim, o yeni çalışan. Hancı benim, bir şeye ihtiyacınız olursa bana gelmekten çekinmeyin.”

               Kara ve yakışıklı kaşları kalkan Mo Ran, aceleyle tekrar etti: “Bana bir oda ver!”

               Hancı ona çaktırmadan ve hızlıca baktı: bir pelerin giyiyordu yani muhtemelen Xuanyuan açık arttırmasına katılanlardan biriydi ama kapüşonu aceleden düşüp yakışıklı olan ama hâlâ daha gençliğin duyarlılığını taşıyan yüzünü açığa çıkarmıştı; fakat bu önemli değildi, önemli olan beline sıkıca bağlanmış, dev bir kaplumbağa işlemeli, yaldızlı keseydi – bu, Xuanyuan Köşkünden bir qiankun kesesiydi1, özellikle satın alınan malları koysunlar diye müşterilere hediye edilirdi.

               Parası vardı.

               Hancının gözleri parladı.

               Bir sürü para.

               Sonra da kollarındaki kişiye baktı. Bir pelerinle örtülmüştü ve yüzü de içe dönüktü, bu yüzden nasıl göründüğünü göremiyordu ama hancının gözleri bir şahin kadar keskindi, o kar beyaz, yüksek kalitede ipekten yapılmış cübbesini çabucak taradıktan sonra kol yeninin geniş açıklığından çıkan eline odaklandı.

               Uzun ve ince, porselen gibi ten, zarif parmak uçları, belirgin hatlı eklemler.

               O bir güzellikti.

               Hancı anında anladı.

               Elbette güzel bir adamdı ama erkekler arasındaki ikili efsun2, efsun dünyasında duyulmamış şey değildi, çok da önemli değildi.

               “DaFu, bir oda aç.” Hancı hiç zaman kaybetmedi, hiçbir soru da sormadı, parmaklarını şaklatarak çabucak emir verdi, “En iyi odamızı ver.”

               Chu Wanning aniden ve hiçbir belirti göstermeden hastalanmıştı. Hazırda bekleyen iyi hekimlerin olduğu Guyue’ye bölgesinde olmaları iyi bir şeydi.

               Bilge hekimin gözleri, Chu Wanning’in bileğindeki nabzını hafifçe, nasırlaşmış parmaklarıyla kontrol ederken kapalıydı, uzun süre en ufak bir ses bile çıkarmamıştı.

               Mo Ran daha fazla bekleyemiyordu: “Doktor, Shizun’um nasıl?”

               “Çok önemli bir sorun değil ama…”

               Mo Ran gerçekten böyle lafı dolandırıp, geveleyen insanlara katlanamıyordu. Üsteledi, gözleri iriydi: “Ama ne?”

               “Ama oldukça tuhaf; ustanın efsun gücü etkileyici, dünyada çok fazla bulunmayan türden. Ama demin dikkatle incelediğimde ruh özünün fazlasıyla hassas olduğunu gördüm, hatta acemi efsuncularınkinden bile daha hassas.”

               Efsun suysa, ruh özü de suyu tutan damardı.

               Ruh özü doğuştan varken efsun gücü zamanla geliştirilirdi. Bu, efsun için doğuştan güçlü bir özü olan biri için daha kolaydı ama birinin efsun gücü belirli bir noktaya ulaştığında, ruh özünü desteklemeye başlardı, efsun gücü ve öz, birbirine bağımlıydı ve birbirlerini tamamlıyorlardı.

               Chu Wanning gibi tanınmış ve üstün bir zongshi kesinlikle dirençli bir öze sahip olurdu, bu yüzden hekimler genellikle nabzı kontrol ederken onu kontrol etmeye gerek duymazdı.

               Mo Ran şok olmuştu: “Bu nasıl mümkün olabilir?!”

               “Ben de aynı şeyi düşündüm. Ancak tekrar tekrar kontrol ettim ve değişen bir şey olmadı.”

               “Shizun’umun ruh özü, bir çaylağınkinden daha bile zayıf mı? B-bu nasıl olabilir, imkânsız! Lütfen tekrar bakar mısınız, belki bir yerde bir yanlışlık yapmışsınızdır?”

               “Uygulamamda daima dikkatliyimdir ve emin değilim diye bir şey, kesinlikle söylemedim. Genç xianjun bana inanmıyorsa, başka bir hekime sorabilir, sonuç değişmeyecek.”

               Mo Ran donakalmıştı.

               Doktor devam etti: “Elbette, ustanın özü fazlasıyla hassas olduğu için ve az önce güçlü bir silahla birlikte olduğundan bu hale gelmiş gibi görünüyor, onunla değişik bir rezonansı olan ancak ona ait olmayan bir silahmış, yani sonuç olarak geri tepme olmuş ve özü bunu kaldıramadığından, sonrasında bilincini yitirmiş. Kaynatılarak yapılan birkaç ilaç yazacağım, içmesini ve çokça da dinlenmesini sağlayın, iyi olacaktır.”

               Doktorun gittiğini gören Mo Ran, geri gelip Chu Wanning’in yatağının kenarına oturarak yanağını bir eline dayadı, sersemlemişçesine onu izliyordu.

               Zayıf bir öz mü?

               Bu nasıl mümkün olabilir…

               Ama bu yaşlı adamın, demin Xuanyuan Köşkü’nde olanları bilmesine imkân yoktu ama öncesinde Chu Wanning’in güçlü bir silahla karşılaştığını doğru tahmin etmişti, bu yüzden saçmalıyormuş gibi değildi.

               Ve ayrıca, şu Bu’gui: Mo Ran demin, Xuanyuan Köşkü’nde, Chu Wanning aniden yığıldığında, ruhani enerjisinin sadece ufak bir kısmını salmıştı, dolayısıyla o uzun kılıcın, geçmiş yaşamındaki kutsal silahı olup olmadığını görme şansını yakalayamamıştı. Ama öyleyse bile, Bu’gui neden Chu Wanning’le rezonans yaratmıştı? Ve neden geri tepmişti?

               Chu Wanning’e uzun uzun baktı, düşünceleri kördüğüm olurken dalıp gitmişti. Chu Wanning’in kaşları ve kirpikleri, başka bir kâbus görüyormuş gibi titremeye başladığında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu.

               Mo Ran, onu neyin zorladığını bilmiyordu ama uzandı ve nazikçe kaşlarını düzeltti: “Shizun…”

               “…”

               “Shizun… Chu Wanning… Zaten iki ömür yaşadım ama yine de hâlâ bilmediğim sırların olabilir mi?”

               Hancı, han mutfağında ilacı kaynatmayı çabucak bitirip teslim etmek için yukarı çıktı.

               Mo Ran tadına baktı – beklediği gibi, saçma bir şekilde acıydı; Chu Wanning acı şeylerden nefret ederdi. Mo Ran iç çekti ve gitmek üzere olan hancıyı geri çağırdı.

               “Hancı, tatlı bir şeyiniz var mı?”

               “Ayş… taze şekerler yapıyoruz ama bugünküler tükendi. Xianjun arzu ederse, birini, satın alması için gönderebilirim?”

               Mo Ran buharı tüten ilaca baktı ve başını salladı: “O halde kalsın, o zamana kadar ilaç soğur, etki etmesi için sıcak içilmesi gerek. Yine de teşekkürler.”

               “Ah, önemli değil, başka bir şeye ihtiyacınız olursa bana gelmeye çekinmeyin.”

               Sözlerini bitiren hancı, zarifçe giderken kapıyı da kapattı.

               Mo Ran ilacı götürdü ve yatağın yanına koydu, sonra bir eli dizinde, yatağın kenarına otururken diğer eliyle de uzanıp Chu Wanning’in doğrulmasına yardım etti: “Shizun, ilaç vaktin geldi.”

               Mo Ran önceki yaşamında ona ilaç vererek oldukça pratik yapmıştı; Chu Wanning’i bir kolunda tutuyordu, böylece Chu Wanning de ona yaslanıyordu, diğer eliyle bir kaşık dolusu ilaç alıp soğuması için üfledi, sonra da yavaşça içirdi.

               Şimdi düşününce, yeniden doğduğundan beri Chu Wanning’le ilgilendiği ikinci sefer olmuştu bile. Bu kişiden hoşlanmıyordu ama ne zaman hastalansa, böyle huzursuz hissediyordu; gerçekten anlayamıyordu.

               “Acı…”

               Kollarındaki bu kişinin bilinci hâlâ kapalı olmasına rağmen ilacın tadını almıştı, kaşlarını çatıp başka tarafa dönüyor, daha fazla ilaç içmeyi reddediyordu.

               Mo Ran çoktan onun böyle davranmasına alışmıştı; başka bir kaşık dolusu ilacı tutarken onu geri çevirdi ve sabırla, tatlı tatlı ikna etmeye çalıştı: “Bir kaşık daha, sonra iyi hissedeceksin, işte.”

               Ve ona başka bir kaşık dolusu ilaç daha içirdi.

               Chu Wanning yarısını öksürerek çıkardı, kaşları daha da çatılmıştı.

               “Çok acı…”

               “Tatlı, bir sonraki tatlı, gel gel.”

               “Nngh…”

               “Bir sonraki! Söz! İnanılmaz derecede tatlı! Bu Saygıdeğer Kişi, insanları gönderip tüm ülkedeki en tatlı şurubu buldurdu!” Mo Ran’in aklı Chu Wanning’i ilaç içmeye ikna etmekle o kadar başından gitmişti ki bir an için kendini unutmuştu, ağzından dalgınlıkla eski hayatındaki sözleri kaçmıştı, “Lezzetli, ağzını açmazsan pişman olacaksın~”

               Böyle, Chu Wanning’le tatlı tatlı konuşarak, bütün kâseyi içirmeyi başarmıştı. Mo Ran son kaşıktan sonra rahat bir nefes verdi ve daha tepki bile veremeden, yanağına yüksek sesli bir tokat indi.

               “Seni yalancı, defol!”

               Chu Wanning söylendi, sonra başı eğildi ve Mo Ran’i ağzı beş karış açık bırakarak uyumaya geri döndü, acınası bir şekilde yanağını tutuyordu. Tam kızmak üzereydi ki kollarındaki kişi acı verici bir rüya görüyormuş gibi hafifçe homurdandı, benzi soluyordu.

               Onu bu halde gören Mo Ran artık kızamıyordu bile. Hiç şekeri yoktu ama bakışları yatağın başında duran qiankun kesesine takıldı ve aklına aniden bir fikir geldi, Tapir Kokulu Çiy şişelerinden birini çıkardı. Eliyle Chu Wanning’in yanağına hafifçe vurdu, ne çok nazik ne de çok sertti ve bunu intikam olarak saydı.

               “Biraz bekle, sana içmen için biraz tatlı çiy suyu yapacağım.”

               “…”

               Chu Wanning cevap vermedi, bu yüzden Mo Ran de onu yatırmak için hareket etti. Fakat yatırmak için eğildiğinde, kısık bir nefes verme sesi duydu ve sonra belirsiz bir mırıltı: “Sana… Haksızlık… Eden…”

               Mo Ran donakaldı: “Ne?”

               Chu Wanning’in gözleri sıkıca kapalıydı, kirpikleri, sanki işkence çekiyormuş gibi durmaksızın titriyordu, kan yavaş yavaş yüzünden çekilmişti. Başka bir rüya görüyor gibiydi, son gördüğünden daha da korkunç bir rüya. Biraz başını salladı, kayıtsız yüzünde, hiç de ona özgü olmayan, acı dolu bir ifade belirmişti.

               “Ben… Bendim…”

               Mo Ran kısacık bir an için kalbinin düzensizce teklediğini hissetti, önünde, pusun son bir katmanıyla ayrılan bir sır varmış gibi yabancı bir his göğsünde taşıyordu, üstünü açmanın kıyısında olduğu bir sır. Hareketsizce Chu Wanning’e bakıp kısık sesle sordu: “Sen ne?”

               “Sana… Haksızlık eden… Bendim…”

               Birdenbire sersemlemişti; mum ışığının loşluğunun ona gaipten şeyler gördürüp gördürmediğini bilmiyordu ama Chu Wanning’in kalın kirpiklerinde parlayan bir ıslaklık gördüğünü düşündü.

               Sana haksızlık eden bendim.

               Sözcükler dudaklarından sis gibi hafif bir şekilde dökülmüştü ancak gök gürültüsü gibi duyulmuştu.

               Mo Ran ansızın yataktan kalkıp hemen katılaştı, gözbebekleri, yataktaki kişiye inanmazlıkla bakarken, ufak noktalara değiyordu. Aniden yüz ifadesi değişti, kalbi atlar çılgınca koşuyormuş gibi atıyordu ve elleri sıkı yumruklara dönüşmüştü, bir anda vücudundaki kan alev almış sonra da anında donmuş gibi hissetti.

               “Ne dedin sen? … Ne…”

               Şokla donan Mo Ran, sonrasında birdenbire Chu Wanning’i boğazından yakaladı, gözleri tehlikeyle parlıyordu, yeniden doğduğundan beri giydiği samimi saflığının maskesi aniden yok olmuştu, “Chu Wanning, az önce ne dedin sen?”

               “Tekrar söyle! TEKRAR SÖYLE!!!”

               Sana haksızlık eden bendim; ne ölümde ne de yaşamda seni suçlamayacağım.

               Bu, asla unutamadığı bir lanetti, iki ömründe de onu avlayan bir kâbus.

               Söyleyen kişi uzun zaman önce bu dünyadan göçüp gittiği halde, sadece, kulağında uğuldayan bu sözleri duymak için kaç kez gözlerini yummuştu.

               Fakat eski hayatında, Chu Wanning’in yalnızca ölürken söylediği bu sözler; o neden, şimdi –––neden –––

               Tabii Chu Wanning de yeniden doğmadıysa?!

Dipnotlar

  1. Yer ve gök kesesi / yin ve yang / evren; kısaca eşyaları taşımak için xianxia çantası. Bu keselere ne koyarsan koy alır. Minik bir keseye bir insan bile sokabilirsiniz.
  2. İkili efsun, çifte kültivasyon, bunu daha önce açıklamıştım ama hatırlatayım; cinsel ilişkiye girerek kültivasyon yapmaya deniyor.