68. Bu Saygıdeğer Kişi Katlanamıyor

               >>Sonlara doğru daha fazla kan

               Chu Lan ölmüştü ama illüzyon devam etti.

               Şafağa hâlâ saatler vardı, uzun kâbus henüz sonlanmamıştı. Hayatta kalanlar köşke geri döndü, sabah ışıkları söker sökmez PuTuo Dağı’na gitmek için hazırlanıyorlardı.

               Bir insanın böyle bir acı çektikten sonra hâlâ devam edebileceğine inanmak zordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Chu Xun’dan geriye kalan tek şey yürüyen bir kabuktu, ruhu gideli çok olmuştu.

               Mo Ran şehri gezmiş ve çoğu insanın üzüldüğünü duymuştu – sonuçta, Chu Xun o kadar çok acı çekmişti ki geriye kin tutma ihtimali kalmış olabilirdi, hâlâ herkesi buradan götürmeye istekliyse bile, bu durumda onunla olan şansları büyük ölçüde azalmıştı.

               Ama herkes sadece kendini düşünmüyordu; çok değildi ama en azında birkaç insan Chu Xun için hakikatten üzülüyordu.

               Gökyüzünün aydınlanmasını beklerken endişeyle telaşlanmışlardı.

               Ama doğan güneşten önce ulaşan şey soğuk, artık tanıdık olan sesti, ağır gece göğünü parçalayıp bariyerin üstünde yankılanıyordu.

               Hayalet Kral, bu kez yalnızca Chu Xun’a değil, şehirdeki herkese hitap etmişti.

               “Güneş yakında doğacak. Bu Saygıdeğer Kişi sabah olduğunda gideceğinizi biliyor. Fakat bunu gerçekten düşündünüz mü? PuTuo buradan çok uzakta, sadece bir günde ulaşmanızın imkânı yok. Gece çökünce, hepiniz koruma için Chu Xun’a güveneceksiniz. Ama sizce Chu Xun sizi koruyacak mı?”

               “Anneciğim –– “

               Bir çocuk korkudan, dehşet dolu bir sesle ağlamaya başladı, annesinin kollarına sığınıyordu. Herkes gökyüzüne bakıyordu.

               Bir tek Chu Xun, köşkün önünde durmuş, haitang ağacına yaslanıyordu, gözleri, hiçbir şey duymuyormuş gibi kapalıydı.

               “Karısı ve çocuğu sizin yüzünüzden öldü. Gerçekten Chu Xun’un sizi koruyacağını düşünüyor musunuz? Muhtemelen aklında karısı ve çocuğunun öcünü almak için bir şeyler var, çoğunuza ölmeyi diletecek şeyler. Sonuçta insan doğası böyle… bu Saygıdeğer Kişi de bir zamanlar insandı, bilirsiniz. Tabii ki kibar insanlar da var ama bunu yalnızca itibarları için yaparlar. İnsanlar yaradılıştan alçaklardır, iyi insan diye bilinenler sadece çıkar elde etmeye çalışanlardır. Ama hadi dürüst olalım, bir kez köşeye sıkıştılar mı diğer insanların yaşayıp ölmesini umursamazlar.”

               Hayalet Kralın uğursuz sesi üstlerinden yankılandı.

               “Bu Saygıdeğer Kişi daha önce de söyledi ancak hepinizin hayatını almayacaktım. Aslında, yaşayanlar, biz hayaletlere hizmet edebilir. Bana inanmıyorsanız, sadece ona bakın––“

               Konuşurken, siyah bir bulut, üstünde Xiao Man’la birlikte, bariyere doğru dalgalandı. Ve yanında, kırk ya da ellili yaşlarında sevecen bir adam vardı.

               Biri şaşırarak belirtti: “Bu, Xiao Man’ın babası!”

               “Bu, Xiao Man’ın babası! O ölmedi mi?”

               “Vücudu bile parçalara ayrıldı, herkes gördü. Bu nasıl olabilir?!”

               Hayalet Kral devam etti: “Yeraltı Dünyasının dokuz kralından biri olarak, bu Saygıdeğer Kişinin, İmparator YanLuo gibi yaşam ve ölüm üzerinde kontrolü olmasa bile, ölünün görünüşünü düzeltmek gibi bir şey kolay bir mesele. Bana hizmet ederseniz, size ölmüş bir sevdiğinizin size eşlik etmeye devam etmesini bahşedeceğim. Ama bana karşı gelirseniz, sonunuz Chu-gongzi gibi olacak, karınızın çocuğunuzu yediğini, bunun hakkında hiçbir şey yapamayacak kadar güçsüz bir şekilde, kendi gözlerinizle izleyeceksiniz.”

               Bariyerin içindeki herkes sessizdi.

               “Ona gerçekten inanacak mısınız? Karısı ve çocuğu için intikam almayacağına güveniyor musunuz?”

               “Sizi buradan PuTuo’ya kadar götüreceğine gerçekten inanıyor musunuz?”

               Biri Chu Xun’a göz attı, gözleri çoktan kinle parlıyordu.

               Chu Xun sonunda altında durduğu çiçek açmış ağacın oradan başını kaldırıp sessiz bir bakışla onları hedef aldı. Bu noktada ne diyeceğini bile bilmiyordu; sonunda konuşmadan önce uzun bir süre geçti: “Olan oldu, şimdi sizi yaralamanın ne anlamı var.”

               “HAHAHAHAHAHAHA––“ Hayalet Kralın berbat kahkahası, bariyerin üstünde yankılandı, “Çok iyi, çok iyi, size zarar vermeyeceğini söylüyor. Ona inanıyorsanız, o halde devam edin ve onunla gidin. Ama bana inanıyorsanız––“

               Sesi artan bir yoğunlukla gürledi, sanki kulak zarlarından doğruca kalplerini deliyor gibiydi.

               “Bana inanıyorsanız, ödüllendirileceksiniz. Ailelerinizi geri getirebilirim. Hepinizin yapması gereken şey Chu Xun’u vermek, sadece––onu bana verin! Benim kinim ona karşı, size değil. Onu bana verin ve evlerinizi terk etmek zorunda kalmayın. Onu bana verin ve ailelerinizle tekrar buluşun. Sadece onu bana verin ve bunların hepsi son bulacak.”

               Hayalet Kralın sesi soluyordu.

               “ChengHuang Tapınağında, güneş doğana kadar bekleyeceğim.”

               Ses solup gitti.

               Kalabalıktaki herkesin gözü Chu Xun’a bakarken, ölü gibi sessizlikten, tuhaf bir çeşit karışıklık ortaya çıktı.

               Biri çaresizce mırıldanmaya başladı: “Ne yapmalıyız…”

               “Beyim, ne yapmalıyız, çok korkuyorum…”

               “Anneciğim korkuyorum, yenmek istemiyorum!”

               Başka biri kısık bir sesle konuştu: “Hayalet Kral haksız değil… Bu sözde kibar insanların hepsi sadece art niyetliler, daha önce onlardan pek çoğunu gördük. Chu… Chu-gongzi henüz bir şey yapmamış olabilir ama ona bir bakın, yarı ölmüş durumda, ileride çılgınca bir şey yapmayacağını kim söyleyebilir!”

               Onun sözlerini duyan başka biri fısıldayarak onayladı: “Haklısın. Tek bildiğimiz, kin beslediği ve sadece hepimizin öldürülmesini beklediği! Son anda ihanet neredeyse hiç duyulmamış…”

               Birdenbire sert görünüşlü bir adam kalabalıktan fırladı ve bağırdı: “Yakalayın onu! Onu teslim edersek yaşayabiliriz!”

               Herkes sessizleşti. Bir süre sonra genç bir kadın çıkıp adamın önünü kapattı, sesi yumuşak ama kararlıydı: “Nasıl bu kadar nankör olabilirsiniz? Bir adam olarak haysiyetiniz yok mu?”

               “Siktir git!” Adam, kadını yere tekmeleyip suratına tükürdü, “Sadece erkeklerle yatan aptal bir fahişesin, konuşacak bir ailen yok, ne diye tuzak kuruyorsun? Hem gençleri hem de yaşlıları korumalıyım, kendi ailemin boka batmasına müsaade etmeyeceğim! Chu-gongzi, sadece anlaman gerek!”

               Ve sözleriyle, Chu Xun’u yakalamak için yol aldı.

               Ama daha bir adım bile atamadan bacağı sıkıca yakalandı. Aşağı baktı ve öfkeyle kükredi: “Hâlâ yoluma mı çıkıyorsun seni aptal orospu? İstiyorsan git kendin öl, ne cüretle herkesi seninle birlikte sürüklemeye çalışırsın!”

               Kadın da daha az öfkeli değildi: “Bir fahişe olabilirim ama en azından doğruyu ve yanlışı ayırt edebiliyorum. Kedi köpek bile nezaketi geri ödemeyi bilirken biz insanlar bilemiyoruz?!”

               “Kapa o siktiğim çeneni!”

               Adam, kadının tüm yüzü değişik tonlardaki berelerle kaplanana kadar, botlarıyla başına nişan aldı. Daha sonra, kalabalığın geri kalanı da yaklaşıp Chu Xun’un etrafında bir daire oluşturdu. Aralarından birkaç kişi, genelevden olan kadın gibi, onları durdurmaya çalıştı ama boşuna bir çabaydı, şiddetli akıma kapılan tek bir yaprak gibi, hiç vakit kaybetmeden yutuldu.

               “Gongzi––––Gongzi, çabuk git buradan!”

               Yaşlı bir kadın titreyerek Chu Xun’a bağırdı: “Chu-gongzi, git! Sadece git! Bu hayvanların iyiliği için burada kalma! Git!”

               Ayrıca küçük bir çocuğun yumuşak sesi vardı: “Savaşmayı kesin, anneciğim, babacığım, gongziye zarar vermeyin, ona zarar vermeyin–––– “

               Karmaşanın, karışıklığın ve kaosun yıkıcı girdabı.

               Chu Xun yağmurda tek başına durdu. Cehennemin en dibinden sürünerek çıkan hayalet sürüsüne bakıyor gibi hissediyordu. Bir an için, gitmek istedi.

               Ama sonra, bakışları o insanların üstünde durdu, o yaşayan, nefes alan, ağlayan insanlar. Küçük çocuğu gördü, ebeveynlerini durdurmaya çalışırken haykırıyordu. Onun için ilk ayağa kalkan, yüzü berelenmiş ve ezilmiş, o genç kadını gördü. Yağmurda titreyen o yaşlı kadını ve sırtı ona dönük duran, diğerlerini durdurmak için elinden geleni yapan, düzinelerce insanı gördü.

               Gitmek üzere olan ayağı durakladı.

               Yanlış bir şey yapmamışlardı. Bariyeri indirseydi, bu insanlar da ölecekti.

               Yani sonunda anladı ki bu dünyadaki en iğrenç şey hayaletler ve şeytanlar değildi, insan derisi giyip kalabalıkta saklanan, sadece kendi hayatlarını kurtarmak için her şeyi yapmaya ve söyleyeme istekli, o ödlek değersiz canavarlardı.

               Ve her şeyden sonra, diyeceklerdi ki: “Sadece yaşamak istedim, zavallı ve güçsüzüm, yanlış hiçbir şey yapmadım.”

               Koruduğu tüm insanların çaresiz ve iyi insanlar olduğunu düşünmüştü. Ama hatalıydı.

               O canavarlar şimdi insan derilerini çıkarmış, çirkin, hırıldayan, kan kırmızısı yüzlerini açığa vurmuşlardı…

               Çok iyi gizlenmişler… Fazlasıyla iyi.

               Artık o insan giysilerindeki canavarlar için ağlayıp kanamak istemiyordu ancak çok sinsilerdi, iyi, kibar insanların arasında çok iyi saklanmışlardı, yüzleri ona gülüyor, güçsüzlüğünden dolayı keyif doluyordu.

               ––––Bizi kurtarmaktan başka seçeneğin yok; bariyeri indirirsen, kurtarmak istediğin insanları, sana gerçekten minnettar olan insanları beraberimizde cehenneme götüreceğiz.

               Seni ne kadar iğrendirse de başka seçeneğin yok.

               Erdemli olmayı seçtin, iyi bir insan olmayı seçtin.

               Bu senin yaptığın seçim olduğundan, o halde herkesi kurtarmak için kendini feda etmek yalnızca senin görevin. Reddedersen, o zaman üçkağıtçısın, sahtekârsın, sahtesin, hayvandan daha betersin.

               Sanki o insanların ulumasını duyabiliyordu, tiz kahkahalarını duyabiliyordu:

               Başka seçeneğin yok. Başka seçeneğin yok!

               O coşkulu karmaşada, yağmur ve rüzgâr fırtınasında, Chu Xun yavaşça başını göklere kaldırdı.

               Şafak sonunda sökmek üzereydi.

               Durmak bilmeyen sağanak, ChengHuang Tapınağının taş basamaklarındaki kanı yıkamıştı. Chu Xun ve onu korumaya çalışanların hepsi bağlanmış, tapınağa doğru yürüyordu.

               Manzara hem acı dolu hem de gülünçtü; o insanlar Chu Xun’u çok sıkı bağlamıştı, böyle güçlü bir insanı yakaladıkları için kendileriyle gurur duyuyorlardı, Chu Xun’un tek bir büyüyle ipleri kolayca küle çevirebileceğinden tamamen bihaberlerdi.

               Ama yapmadı. Shangqing bariyerini de indirmedi.

               Lin’an’da çoktan yeterince kan dökülmüştü. Sadece kendi intikamı için daha fazla masum insanın ölmesini istemiyordu.

               Ve dahası, ona sırtını dönen nankör canavarların ve samimiyetle onun yanında duran insanların hepsini koruyan o ince ışık bariyeriydi. Tapınağa ulaştılar ama Hayalet Kralın kendisi görünmedi. Onun yerine, yaydığı siyah duman, karanlık bir siluete büzülen bir mum vardı.

               “Neden––––bariyeri kaldırmadın!” Chu Xun’u gördüğü anda, o ses açtı ağzını yumdu gözünü, “Bariyeri kaldır!!!”

               Chu Xun sakince: “Cesedimi çiğnemen gerek,” dedi.

               Kara duman tiz bir çığlık attı: “Chu Xun, delirmiş olmalısın! Siz… Hepiniz––––öldürün onu, yoksa gece çöker çökmez hepinizi öldürürüm!”

               Tan ağardı.

               Günün ilk ışıkları sonsuz geceyi aydınlattı.

               Hayalet Kral, gün ışığında şeklini korumaktan yoksundu, karanlığa kaçtı. Siyah duman yayan mum ışığı titreyip söndü.

               Chu Xun kendini toparladı. ChengHuang Tapınağı yüksekteydi; buradan, nazikçe dağları ve nehirleri perdeleyen sabah sisini görebiliyordu, manzaranın yaralarını saklıyordu ve bir an için, her şey eski günlerdeki gibi göründü—güzel bir ilkbahardı.

               “Chu-gongzi, özür dilerim.”

               “Biz zalim ve kalpsiz ya da onun gibi bir şey değiliz, sadece Hayalet Kral, gözünü yok ettiğin için sana kin tutuyor… Başka seçeneğimiz yok…”

               “Hepiniz hâlâ ne vırıldanıyorsunuz! Gereksiz yere uzatmayın, herhangi bir sürpriz istemiyoruz. Orada, yaşamak isteyen bir ailem var! Kim daha önemli, bu tek adam mı yoksa hepimiz mi? Doğrucu biri, insanları kendinden önce tutar, onun sözleriydi, benim değil!”

               Chu Wanning uzakta duruyordu, kendisiyle bilinmeyen bir ilişkisi olan kişiye bakıp karmakarışık hissediyordu.

               Aniden, bir çift el gözlerini kapattı.

               Chu Wanning fısıldadı: “Ne yapıyorsun?”

               “Görmene izin vermeyeceğim.”

               “…Neden?”

               “Üzüleceksin.”

               Chu Wanning bir süre sessiz durdu, kirpikleri Mo Ran’in elleri altında titriyordu: “Üzülmeyeceğim. Çoktan hepsinin geçmişte kaldığını söyledim, çoktan, iki yüz yıl öncede.”

               Mo Ran, arkasından, yumuşak bir şekilde iç çekti: “…Seni küçük şapşal, o halde neden avuçlarım ıslak?”

               Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu: bir tütsü çubuğu1, bir shichen2 ya da göz açıp kapayıncaya kadar.

               Zaman, çılgınlıkla, karmaşayla bulanmıştı.

               Chu Wanning tekrar gözlerini açtığında, Sahngqing bariyeri dağılmıştı. Chu Xun, bir kan havuzunda yatıyordu, insanlar ve hayaletler, insan derisi giyen şeytanlar tarafından sarılmış, taze kanın kokusunu soluyordu.

               Coşku ve suçluluk; felaket geçti, hayatlarının geri kalanı artık açıktı. Istırap ve günah; insanların kalpleri, o canavarlardan ayırt edilemezdi.

               Hava ölüm kokuyordu.

               İnsan diyarı—ya da belki de cehennem.

               Söylemesi zordu.

               Kalabalık yavaşça dağıldı. Gün içinde hayalet korkusu yoktu, bu yüzden yemek bulmaya, dinlenmeye, geceleyin Hayalet Kralın gelip tapınaktaki bedeni teftiş etmesini ve onları söz verdiği gibi ölmüş olan sevdikleriyle tekrar buluşturmasını beklemeye gittiler.

               Yavaşça, yalnızca bir düzine civarı insan tapınakta kalıp kederle ağlıyordu.

               Genelevden olan genç kadın ve beyaz saçlı yaşlı kadın oradaydı. Küçük çocuk ve onu dinleyen ebeveynleri. Bir dilenci, bir bilge, bir hikâye anlatıcı, bir zamanlar zengin olan bir ailenin oğlu, yeni doğmuş bebeğini tutan bir dul, bir öğretmen ve bir çiftçi.

               Başka kimse yoktu.

               Ama bedeninin yanında ağlarlarken, kendi kanından oluşan bir havuzda uzanan ölmüş adam yavaşça gözlerini açtı.

               “Gongzi!”

               “Chu-gongzi!”

               Mo Ran’in kalbi tekledi. Dayanamayıp konuştu: “Hayır… Bu…”

               Bu büyü modern çağda unutulmuş bir sanattı, bu illüzyonda kullanılmasını beklemiyordu.

               “Ayrılamayan Ses Büyüsü. O çoktan öldü ama ölmeden önce kendine bir büyü yaptı.” Chu Wanning devam etmeden önce durakladı, “Hâlâ halledilmemiş meseleleri var, endişelendiği meseleler.”

               Beklenildiği gibi, Chu Xun’un gözleri boştu, göz bebekleri genişlemişti ve konuştuğunda sesi düzdü: “Şeytanlar ve hayaletler haindir, onların sözlerine inanmamalısınız. Shangqing bariyeri olmadan, gece çöker çökemez şehri istila edip istedikleri gibi katledecekler. Lütfen burayı terk edip PuTuo’ya gidin.”

               “Gongzi…”

               “Ben çoktan öldüm ve size eşlik edemeyeceğim. Ama tüm ömürlük ruhani gücümü ruhani özüme topladım, onu da götürün böylece hayaletler size yaklaşamayacak.”

               Daha acı dolu bir şekilde ağladılar.

               Mo Ran ve Chu Wanning’in kanı dondu.

               Ruhani öz…

               Kalpteki kristal bir oluşumdu…

               Chu Xun’un bedeni yavaşça, henüz katılaşmamış elini kaldırdı, büyünün etkisi altında, göğsüne saplanmış bıçağı kavrayıp çıkardı.

               Ve sonra––––

               “GONGZİ!!!” Etrafındaki insanlar kederle ağladı, sesleri çarpılmış ve boğuklaşmıştı, gözyaşlarına boğulmuşlardı, “Gongzi, ne yapıyorsun––––!!!”

               Kendi elleriyle, göğsündeki bıçak yarasını yırtıp açtı, elini etine daldırdı, artık atmayan kalbini tuttu ve yavaşça, milim milim, söküp çıkardı.

               Kalpten kan damlıyordu, altın-kızıl bir alevle sarılmıştı.

               Bu, Chu Xun’un ruhani özüydü, yanan mumdan son bir ışık patlamasıydı.

               “Alın… Bunu…”

               Yanan kalbi kaldırdı, önlerinde tutuyordu, tekrar etti: “Alın bunu… Alın… Bunu…”

               Kan damlacıkları düşüp sadece bir sürü kırmızı haitang çiçeği haline geldi, aşağı doğru süzülürken parlak bir şekilde yanıyorlardı.

               “İlerideki yol uzun ve tahmin edilemez. Benim hayatım burada son buluyor ve artık bir şey yapamam. Lütfen… Lütfen kendinize… Dikkat… Edin…”

               Mo Ran, bu sahneyi gözlerinin önünde izlerken, aniden soğuk terler döktü, dikenler sırtını deliyormuş gibi hissediyordu.

               Yara izi… Bu yara izi!!

               Aniden Chu Wanning’in göğsünü hatırladı, kalbinin olduğu yer––––

               Orada bir yara izi vardı!

               Chu Wanning oradan aşırı derecede hassastı, nasıl unutabilirdi? Ne zaman yatakta, birbirlerine dolandıkları sırada, o açık renkli yara izini yalasa, Chu Wanning’in genelde kayıtsız olan yüzü, bastırılmış bir arzunun izini açığa çıkarıyordu. O ifade Mo Ran’in kanını kaynatıyordu, bu yüzden altındaki bu kişiyi her zaman bu şekilde utandırırdı.

               Ama o zamanlar, hiç Chu Wanning’in geçmişini umursamamıştı ve bu yüzden o yara izini nasıl aldığını, ölünceye kadar hiç sormamıştı.

               Ve şimdi, bu hayatta, artık sormaya hakkı yoktu.

Dipnotlar

  1. Bir tütsü çubuğu: 30 dakika.
  2. Shichen, Eski Çin hanedanlıklarında bir ölçü birimi. 1 shichen: 2 saat.