67. Bu Saygıdeğer Kişinin Kalbindeki Azap

               >>Kan, yamyamlık, duygusal sıkıntı

               ChengHuang Tapınağı, Chu Xun’un güçlerinin kapsadığı alanın çok ucundaydı; bariyer tapınağın merdivenlerine kadar uzanıyordu ama daha ilerisine değil.

               Tapınağın içinde, mumlar zayıf bir şekilde yanıyordu.

               Bedensel biçimine gelişen bir düzine hayalet, iki tarafta sıralanmıştı ve aralarında, sırtı onlara dönük bir şekilde bağlanmış, kırmızı giyimli bir kadın vardı, sunaktaki heykele bakarken başı geriye eğilmişti.

               Ve yanında da gözleri mahzun Xiao Man duruyordu, küçük bir çocuğu sıkıca tutuyordu.

               Chu Xun haykırdı: “Lan-er!”

               Çocuk, Chu Xun’un oğlu, Chu Lan’dan başkası değildi. Mo Ran’in kalbi, tehlikedeki küçük çocuğun görüntüsüne tekledi; hala hamurun tadını dilinde hissediyordu. Gidip bakacaktı ama Chu Wanning tarafından engellendi.

               “Gitme.”

               “Neden?”

               Chu Wanning ona bakış attı, sonra sessizce: “Hepsi çoktan iki yüz yıl önce öldü. İllüzyon gerçeğe dönüştürüldü, yaralanmanı istemiyorum.”

               “…” Bu bir gerçekti – şimdi ne yaparsa yapsın, ölüler çoktan ölmüştü, hiçbirini değiştirmenin imkânı yoktu.

               Küçük çocuk bariyerin dışında feryat ediyordu, neredeyse anlaşılmazdı: “Babacığım! Babacığım bana yardım et! Babacığım nolur Lan-era yardım et!”

               Chu Xun’un dudakları titredi. Xiao Man’a doğru bağırdı: “Ne yapıyorsun? Sana asla yanlış yapmadım, bırak onu!”

               Xiao Man, onu görmezden geldi, başı hala hiçbir şey duymamış gibi eğikti. Ama Chu Lan’ı kavrayan elleri içindeki tereddüde ihanet etti – sağ elinin baş parmağı ve işaret parmağı arasında bir leke vardı ve elleri durmaksızın titriyordu, arkasındaki damarlar büsbütün fırlamıştı.

               Şimdiye, yöneticinin köşkünde barınan herkes ulaşmıştı, hepsi, tapınaktaki görüntüden dolayı dehşet içindeydi ve kızgındı, mırıldanıyorlardı:

               “O, gongzinın oğlu…”

               “Bu nasıl olabilir…”

               Xiao Man, tek hareketle kırmızı cübbeli kadını bağlayan ipleri kesti. Bilinci yerine gelmiş gibiydi ve yavaşça etrafında döndü – güzeldi, nilüfer çiçeği kadar saftı, boynu uzun ve zarifti ama yüzü kağıt kadar solgundu ve dudakları kan gibi kırmızıydı ve Chu Xun’a yönelttiği gülümsemesi, sevgi dolu olmaktan çok dehşet vericiydi.

               Mumların loş ışığı, yüzünü aydınlattı. Yeterince yaşlı olanlar, Chu Xun’u ve arkasındakileri gördükleri anda hepsi dona kaldı.

               Gülümsemesinde hüzün vardı. Nazik bir sesle konuştu: “Beyim.”

               Mo Ran: “!!!”

               Chu Wanning: “…”

               Bu kadın, Chu Xun’un ölen karısından başkası değildi!

               Chu Hanım yan tarafına baktı ve hemen oğlunu Xiao Man’dan almak için uzandı. Xiao Man isteksizdi ama Chu Hanım şimdi bir hayaletti, ondan çok daha güçlüydü ki bağlardan kurtulmuştu ve kolayca, çocuğu ellerinden çekip aldı. Ama çocuğu daha bir aylıkken, hastalıktan ölmüştü, bu yüzden küçük çocuk annesini hiç görmemişti ve yalnızca babasının onu kurtarması için ağlayıp duruyordu.

               “Uslu bir çocuk ol ve artık ağlama, anneciğin seni babana götürecek.”

               Chu Hanım, çocuğu zarif kollarında kucağına aldı ve yavaşça tapınağın dışına yürüyüp yağmurdan ıslanmış taş basamaklardan, Shangqing bariyerinin kenarına indi. Chu Xun’la yüzleşip durdu, neşe acıyla karışmıştı.

               “Beyim, uzun zaman oldu. İyi… iyi miydin?”

               Chu Xun konuşamadı. Parmak uçları, bariyerin arkasındaki kadına anka gözleriyle bakarken kontrolsüz bir şekilde yanında titriyor, eklemleri yavaşça kızarıyordu.

               Chu Hanım nazikçe devam etti: “Lan-er çoktan kocaman olmuş ve sen de sağlamlaşmışsın, hatırladığımdan biraz farklısın… sana iyice bir bakayım.”

               Uzandı, ellerini bariyere dayadı – geçemezdi, hayalet bedeninde olduğundan yapamazdı, yalnızca bariyerin diğer tarafındaki kişiye, akan renklerin arasından sessizce göz gezdirebilirdi.

               Chu Xun gözlerini kapattı, kirpiklerinde ıslaklık asılıydı.

               Elini, bariyerle ayrılan kadının eline dayadı, sonra gözlerini açtı. İkisi, yaşamdan ve ölümden, dünmüş gibi, birbirine bakıyordu.

               Chu Xun hıçkırıklara boğuldu: “Hanım…”

               Aile, uzun yıllar önce ölüm ve yaşamla ayrılmıştı ama birlikte geçirdikleri zaman bir elle sayılamazdı.

               “O yıl avluya diktiğim haitang ağacı, kök verdi mi?”

               Chu Xun ıslak gözlerle gülümsedi: “Çoktan uzayıp güzelleşti.”

               Chu Hanım nazikçe gülümsedi: “Memnun oldum.”

               Chu Xun da gülümsemek için elinden geleni yaptı: “Lan-er o haitang ağacını seviyor, bahar geldiğinde hep altında oynuyor. Haitang çiçeklerini seviyor, tıpkı senin gibi, her… her yıl, QingMing1 sırasında…” Daha fazla rol yapamıyordu, alnını bariyere dayadı, gözyaşları durmaksızın akıyordu, sesi çatlayarak, “Her yıl, QingMing sırasında, hep en güzel çiçeği koparıp senin mezarına koyuyor. Wan’er, Wan’er, gördün mü? Her… her yıl, gördün mü?”

               Sonunda hıçkırıklarla yıkıldı, her sözcük, duruşu sonunda tamamen yıkılana kadar, acı içinde kanadı.

               Chu Hanımın gözleri de kızarmıştı; o bir hayaletti ve dökecek gözyaşı yoktu, ama acı dolu ifadesi kalabalık için daha az sarsıcı değildi.

               Bir an sessiz kaldılar, kimse önlerindeki manzarayı izlerken çıt çıkarmıyordu ve biri sessizce ağlıyordu.

               Ama sonra, yukarıdan soğuk bir ses çınladı.

               “Tabii ki biliyor. Ama uzun sürmeyecek.”

               Mo Ran’in yüzü derhal değişti: “Hayalet Kral!”

               Chu Wanning’in yüzü de kasvetliydi: “Korkak kendini bile göstermiyor, utanmaz!”

               Hayalet Kralın gülüşü metale çakılan çivi gibiydi, kanlarını donduruyordu.

               “Lin Wan’er, biz hayaletlerden biri artık. Onu incitmek istemedim ama siz bana karşı gelip bir de gözlerimden birini mahvettiğinizden, sadece kalbinizi söküp size en kötü acıyı çektirmem gerek!”

               Sözleriyle, tapınaktaki hayaletler tekdüze bir şekilde büyülü sözler söylemeye başladı.

               “Kalp artık yok, geçmişi sil––“    

               Chu Hanımın gözleri kocaman açıldı ve sesi titredi: “Beyim, Lan-er, Lan-erı al!!!”

               “Kalp artık yok, bağları ayır––“

               “Lan-er! Çabuk! Babacığına git!!”

               Chu Hanım çocuğu bariyere itmeye çalıştı ama ince ışık katmanı sanki hayaletmiş gibi, onu dışarıda tutuyordu.

               Xiao Man durduğu tapınak korkuluğundan aşağı, onlara baktı; esasen çekici olan yüzü, acı ve neşenin karışımıyla büzülmüştü.

               “Bu işe yaramaz. Üstüne, Hayalet Kralın tarif ettiği gibi, bir hayalet işareti koydum. Şimdi tıpkı bir hayalet gibi, bariyer onu içeri almayacak.”

               Arkalarında, büyülü sözler gelgit gibi yükseldi: “Kalp artık yok, mantığı paramparça et––“

               “Beyim!!” Chu Hanım çoktan aşırı derecede paniklemişti, çocuğunu kendine bastırıyor ve bariyere vuruyordu, “Beyim, bariyeri indir, indir, Lan-erı içeri al, onu korumak zorundasın, onu korumak zorundasın––ben––ben neredeyse… ben…”

               “Kalp artık yok, şefkati boğup öldür––“

               “BEYİM––!!!”

               Chu Hanım dizlerinin üstüne düştü, bedeni kontrolsüz bir şekilde sarsılırken gözleri kocaman açıktı, kan rengi lanet işareti yavaşça yüzüne tırmanıyordu. “Çocuğumuz––Lan-er… bana söz verdin, ona göz kulak olacağına dair söz verdin… indir… nolur, yalvarıyorum… indir… beyim!!!”

               Chu Xun’un içi parçalanıyordu. Eli birkaç kez bariyeri yok etmek için kalktı, sonunda sadece geri düşmüştü.

               Bariyerin dışında, Chu Lan yüksek sesle haykırıyordu, gözyaşları yol olmuş gözleriyle ona bakıyordu, küçük elleri ona doğru uzanıyordu: “Babacığım artık… Lan-erı istemiyor mu? Lan-er babacığını istiyor… babacığım tut beni…”

               Chu Hanım onu kollarında sıkıca tutup yanağını öpüyordu. Anne ve oğul çifti, biri diz çökmüş, biri ağlarken, ikisi de Chu Xun’a Shangqing bariyerini indirip çocuğu içeri alması için yalvarıyordu.

               Biranda, kalabalıktan biri bağırdı: “Gongzi, yapamazsın! Bariyeri indiremezsin, bu Lin’an’da kalan yüzlerce insanın sonu olur––bu, hayaletlerin kandırmacası! Bariyeri indiremezsin!”

               “Bu doğru, bariyer kalmalı!” Sıradan insanların yaşama arzusu hepsine birer birer diz çöktürüp Chu Xun’un dizlerine kapandırdı, yalvarıyorlardı, “Gongzi, lütfen, bariyeri indiremezsin yoksa herkes ölür!”

               “Hanım, lütfen…” İçlerinden biri aşağı indi ve Chu Hanıma doğru başını eğdi, “Hanım, nolur merhamet et, nolur yüce gönüllü ol, sonsuza kadar sana minnettar olacağız, lütfen gongziya bariyeri indirtme, her zaman çok merhametliydin, lütfen, sana yalvarıyoruz…”

               Bir anda, nöbetçiler ve bir avuç dolusu sıradan insan dışında, herkes diz çökmüş yalvarıp ağlıyordu, sesleri, bariyerin dışındaki Chu Hanım ve oğlunun seslerini bastırıyordu.

               Chu Xun bir iğnenin ucunda duruyormuş gibi ve binlerce keskin bıçak tarafından bıçaklanıyormuş gibi hissediyordu, her bıçak, etinin içinde dikenler çıkartıyor ve organlarını parçalıyordu.

               Önünde karısı ve oğlu, arkasında yüzlercesinin hayatı vardı.

               İşkenceydi, çoktan ölmüş gibi hissediyordu, sanki cehennem tarafından yutulmuş ve yanıp kül olmuştu.

               Ama büyü devam etti, hatta öncekinden daha deliciydi.

               “Kalp artık yok, duyguları sil––“

               “Kalp artık yok, arzuları yok et––“

               Daha da fazla lanet işareti, Chu Hanımın solgun boynuna tırmandı, tüm yüzünü kaplamak üzereydi ve gözleri kanamaya başlamıştı.

               Artık zar zor konuşuyordu, yalnızca konuşmak için kasılırken, umutsuzca kocasına bakıyordu:

               “Eğer sen… ben… senden… nefret edeceğim… al… Lan-eri al… nefret… ben…”

               Lanet işareti göz bebeklerine aktı. Tüm bedeni sarsıldı, acı içinde gibiydi ve gözlerini kapatıp ovuşturdu.

               “NEFRET––EDİYORUM!!!”

               Acınası bir çığlık havayı deldi ama çığlığın sonu hayvani bir haykırışa döndü!

               Chu Hanımın gözleri birdenbire açıldı. Nazik, badem gözleri kan rengiyle lekelenmişti ve gözlerinin beyazı tamamen yok olmuştu, şimdi her gözünde dört gözbebeği vardı.

               “Wan’er!!!”

               Chu Xun sonsuz bir acıyla haykırdı, bir an için Shangqing bariyerinin, onu kuranın içinde kalması gerektirdiğini unutmuştu, yalnızca karısıyla olmak istiyordu. Ama tam bariyerden dışarı adım atmak üzereyken, bir ok göğü delip düz bir şekilde omzuna saplandı ve kaldırdığı kolu gerisini geri yana düştü.

               Nöbetçilerden genç bir adamdı, hala elinde yayını tutuyordu.

               Kendini beğenmişçesine Chu Xun’la konuştu: “Gongzi! Uyan! Bize daima erdemli olanın, insanları kendinden önce tuttuğunu öğrettin, onlar sadece hoş sözler miydi? Sadece seni ilgilendiren bir insanı kurtarmak için yüzlerce insanın hayatını fırlatıp atacak mısın?!”

               Ve genç adamın yanındaki yaşlı bir kadın, titreyerek: “Ya-yayını kaldır, nasıl gongziyı yaralarsın? Her şey, her şey gongzinın seçimi, gongzi zaten elinden geleni yaptı, nasıl, nasıl… nasıl bu kadar nankör olabilirsin!!!”

               Tartışırlarken, önden korku çığlıkları geldi.

               Chu Hanım tamamen dönüştürülmüştü. Daha demin çocuğunu sevgiyle tutuyordu ama şimdi bir canavardan farksızdı, ağzından salyalar akıtarak göğe doğru uludu, dişleri her saniye uzuyordu.

               Ve kollarındaki Chu Lan’ın sesi ağlamaktan boğuklaşmıştı ama hala hıçkırıklarının arasında: “Anneciğim…” diyordu.

               Ona cevap veren, Chu Hanımın kan kırmızısı pençesi oldu, doğrudan boğazını deşmişti!!!

               Dünyadaki tüm sesler kesildi.

               Kan damlacıkları bir sürü çiçek gibi havada süzüldü.

               Tıpkı o yıl gibi, Chu Hanım yeni doğmuş çocuğu kucağında, pencere kenarında oturmuş yeni açmış haitang çiçeklerinin avluda dans edişini izliyordu.

               Çocuğu nazikçe kollarında sallayıp yumuşak bir sesle şarkı söylüyordu: “Kızıl haitang, sarı haitang, rüzgârda zarafetle süzülüyor. Çok uzak bir diyardaki çocuklar, anne babalarını özlüyor.”

               Kızıl haitang… sarı haitang…

               O yıl hassasça Chu Lan’ı okşayan el, kafatasını, uzuvlarını, etini parçalamıştı.

               Rüzgârda zarafetle süzülüyor.

               Yağmur şiddetle yağdı, kan, havuza dönüp yerlere akıyordu. Anne, çocuğunun iç organlarını parçalayıp yuttu.

               Çok uzak bir diyardaki çocuklar.

               ChengHuang Tapınağının saçakları üstlerinde kutsal bir şekilde yükseliyordu.

               Chu Lan’ın doğduğu yıl, kadın, ChengHuang Tapınağının önünde diz çökmüş ve narin, sıcak ellerini dua etmek için bağlamıştı. Saatin çanı, yakındaki tüm kuşları savuşturmuştu ve hoş kokulu mumların pusunda, çocuğunun sağlığı ve mutluluğu için başını iyice eğmişti, böylece endişe etmeden uzun bir hayat sürebilirdi…

               Anne babalarını özlüyorlar.

               Chu Lan’ın kalbi, ezilmiş bedeninden sökülmüştü. Chu Hanım, dişlerini ona daldırdı, aç gözlüydü, kan, ağız kenarlarından damlıyordu.

               “AAAAAAAAAAAAAAAAAHHHHH!!!” Chu Xun yıkılmıştı, dizlerinin üstüne düştüğü yerde başını kavrıyordu, başını tekrar tekrar yere vuruyordu. Acı içinde haykırdı, sefil ve acınasıydı, yağmurda, kanın içinde, karısı ve oğlunun önünde, Lin’an’daki herkesin önünde diz çöküyordu, tanrı figürünün önünde diz çöktü, ayağının altındaki çamurda diz çöktü.

               Günahlarının derinliklerinde diz çöktü, erdemin yüceliğinde diz çöktü.

               Söylenmemiş minnettarlıkta diz çöktü, olanca nefretin içinde diz çöktü.

               Tozun içinde kamburlaştı, tüm ruhu yırtılmış ve yok olmuştu.

               Tozun içinde parçalara ayrılıp dağılmıştı.

               Biri titreyen bir sesle konuşmadan önce uzunca bir zaman geçti.

               “Gongzi…”

               “Gongzi, başın sağ olsun…”

               “Gongzinın iyiliği asla unutulmayacak…”

               “Chu-gongzi erdemli biri, gerçekten nazik bir insan! Gerçekten nazik biri…”

               Bazıları kendi çocuklarını yakınlarına çekip ve gözlerini kapatmıştı, böylece kanlı manzarayı görmeyeceklerdi, sadece şimdi Chu Xun’la konuşmak için bırakmışlardı: “Gongzi, hepimizin hayatını kurtardın. Hanım ve küçük gongzi, onlar… onlar kesinlikle cennete gitti…”

               Başka biri tükürükler saçarak konuştu: “Çocuğunu al ve kaybol! Neden onun yerine sen ve kendi çocuğun cennete gitmediniz?!”

               Konuşan kişi ürkerek geri çekildi.

               Ama tüm sesler çok uzaktaydı. Chu Xun çoktan öldüğünü hissediyordu. Sesler okyanusun karşısından geliyor gibiydi, bir hayatın karşısından.

               Adam, şiddetli sağanakta çamura bulanmıştı, şeffaf ışığın ince katmanı, onu karısı ve çocuğundan ayırıyordu, ölü bir tarafta, ölmekte olan diğer taraftaydı. Mo Ran, önündeki manzaraya bakınca, birdenbire geçmişini, sebepsizce masumları katledişini düşündü ve birden fazla Chu Xun yaratıp yaratmadığını merak etti, birden fazla Chu Xun, birden fazla Chu Hanım…

               Başını eğip ellerine baktı.

               Kısacık bir an için, elleri sanki kanla kaplıymış gibi göründü.

               Ama sonra gözlerini kırptı ve sadece buz gibi soğuk yağmur avuçlarında toplanıyor ve ellerinden akıyordu.

               Titredi.

               Ama sonra, sıcak bir el, elini tuttu.

               Kâbustan uyanır gibi kendine geldiğinde küçük shidisinin ona endişeyle baktığını gördü. Çok fazla Chu Lan’a benziyordu.

               Mo Ran yavaşça diz çöküp onun göz hizasına geldi, ölülerin ruhunun affedilmesi için yalvaran bir günahkâr gibi, yağmur ve gözyaşlarıyla ıslanmış gözleriyle ona baktı.

               Chu Wanning hiçbir şey söylemedi, yalnızca uzandı ve başını okşadı.

               “Çoktan geçti gitti,” dedi Chu Wanning yumuşak bir sesle, “Hepsi çoktan geçmişte kaldı.”

               “Haklısın.” Mo Ran hüzünle gülümsemeye çalışmadan önce bir süre geçti. Kirpiklerini alçaltıp mırıldandı, “Hepsi çoktan geçmişte kaldı.”

               Ama hepsi çoktan geçmişte kalmış olsa bile, hepsi hala yapmış olduğu şeylerdi. Chu Lan’ı öldürmemişti ama Chu Lan gibi kaç insan onun yüzünden ölmüştü?

               Düşündükçe, daha da korkuyor, daha da canı acıyordu.

               Neden bu kadar zalim olmuştu… neden bu kadar inatçı olmuştu…

Dipnotlar

  1. QingMing: “Saf Parlaklık Festivali” diğer adıyla mezar süpürme günü, Nisan’ın ilk zamanları ölüler için bir kutlama.