19. Bu Saygıdeğer Kişi Size Bir Hikâye Anlatacak

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

               Kızın oval yüzü soluk ve zayıftı. Açık pembe bir ruqun* giyiyordu, yukarıdan toplanmış saçlarıyla yeni evli bir kadının masum ve deneyimsiz görünüşüne sahipti. Karanlıkta, sersemce gözlerini ovuşturup etrafına bakıyordu.

ÇN: “Ruqun” bluz ve etrafını saran bir etekten oluşan geleneksel Çin kıyafeti.

               “Ben… neredeyim?”

               “Kurduğum Gerçek Onarma Bariyeri içindesin,” diye cevap verdi Chu Wanning.

               Kız şok olmuştu, şaşkınca, “Sen kimsin? Neden burası zifiri karanlık? Seni göremiyorum, kim konuşuyor?” diye sordu.

               “Unuttun mu?… Sen çoktan öldün,” dedi Chu Wanning.

               Kızın gözleri ardına kadar açıldı, “Ben çoktan… Ben…”

               Sonra yavaş yavaş hatırladı.

               Başını eğip ellerini göğsünün üstünde çaprazladı, atan bir şey yoktu. Kız yumuşakça “ah”ladı ve “Ben… Ben ölüyüm…” diye mırıldandı.

               “Gerçek Onarıcı Bariyer’e sadece ruhlar girebilir. Kin burada silinir. Buradan geçen, ister tehditkâr bir hayalet, isterse sıradan bir hayalet olsun, hayattayken olduğu karakter ve görünüşünü korur. Dahası, ‘Gerçeği Onarır’.”

               Kız donmuştu, dünyadaki geçmiş anılarını yavaş yavaş hatırlarken bir an düşüncelerinde kayboldu. Sonra aniden yüzünü eğip sessizce ağlamaya başladı.

               “Senin… kin beslediğin bir şey var mı?” diye sordu Chu Wanning.

               Kızın sesi gözyaşlarıyla kalındı, “Sen Yeraltı Dünyası’nın Kralı mısın? Yoksa Ölü Karşılayıcı’mısın?* Beni sorgulamaya mı geldin?”

ÇN: Çin Mitolojisinde, öbür dünyada ölülerin ruhlarını karşılayıp yol gösteren iki ilahi varlık var. Biri Siyah diğeri ise Beyaz. Beyaz Muhafız, (orijinalinde Beyaz Fani gibi bir anlamı var ama araştırdığımda “Guard” olarak da geçtiklerini gördüm bu yüzden “Muhafız” kelimesini daha uygun buldum.) ölülerin ruhlarını toplayıp yargılanmaya getiren bu iki muhafızdan biri. Genelde çift olarak ortaya çıksalar da masumlar beyaz, günahkârlar ise siyah muhafız tarafından toplanır. Kız, kendisinin masum olduğunu düşündüğü için Chu Wanning’e beyaz muhafız olup olmadığını soruyor.

               Chu Wanning bir elini şakağına dayadı, “…Ben Yeraltı Dünyası Kralı da Ölü Karşılayıcı da değilim.”

               Kız alçak sesle ağladı. Chu Wanning bir süre sessizliği koruyup konuşmadı, tekrar konuşmadan önce, kız kendisini toparlayana kadar bekledi. “Fakat, kesinlikle seni sorgulamak için buradayım.”

               Bunu duyan kız, hala düzelmemiş olan nefesiyle yukarı baktı ve hem keyif hem de ıztırapla haykırdı: “Sen gerçekten Yeraltı Dünyası Kralısın!”

               “…” Chu Wanning onunla bu konuyu devam ettirmemeye karar verip soruyu değiştirdi, “Öldükten sonra ne yaptığını hatırlıyor musun?”

               “Bilmiyorum… emin değilim. Sadece çok üzgün olduğumu hatırlıyorum, çok üzgün. İntikam istedim… Onları bulmak istedim… Sonra onu bulmak istedim…”

               Ruhlar ilk uyandırıldıklarında, geçici olarak hatırlayamadıkları bir sürü şey olurdu, ama bu önemli değildi. Chu Wanning sabırla sordu, “Kimi bulmak istedin?”

               Kız alçak sesle cevap verdi, “Kocam, Chen Bo’huan’ı.”

               Chu Wanning şaşırdı. Chen Bo’huan— bu isim Chen ailesinin en büyük oğluna ait değil miydi?

               “Senin… adın ne? Nerelisin?” diye sordu.

               Tianwen’in güçleri bu illüzyon dünyasını bariyerin arkasına iter ve içeri giren merhumların çoğu, Chu Wanning’le doğruluk ve dürüstlükle sohbet ederdi. Bu sebeple, kız cevap verdi, “Bu önemsiz kişinin adı, Butterfly Kasabası’ndan Luo Xianxian.”

               “Buraya gelmeden önce Butterfly Kasabası atalarının olduğu parşömeni gözden geçirdim ve bu kasaba beş yüz civarı haneye sahip, hiçbirinin adı Luo değil. Baban kimdi?”

               Kız, detayları hatırlamak için kendine biraz zaman tanıdı ve gözlerindeki keder büyüdü, “Babam bir zamanlar, bu kasabada alimdi kayınpederimle samimi dostlardı. Birkaç yıl önce akciğer hastalığına yakalanıp vefat etti. Daha sonra, hanede sadece ben kaldım.”

               “O zaman, niçin öldün?”

               Kız şaşırıp ve daha çok ağlamaya başladı. “Ölmekten başka çarem yoktu. Onlar, babamı kandırıp kokunun gizli formülünü bırakması için zorladılar. Dahası beni dövüp bana bağırdılar, tehdit edip Butterfly Kasabası’nı terk etmeye zorladılar. Ben… Ben zayıf bir kadınım, nereye gidebilirdim ki? Bu dünyada hiç akrabam yok… dünya çok büyük ama ben nereye gidebilirdim? Ölü Şehri’nden başka neresi beni alır…”

               Eski hayatındaki anıları geri döndüğünde, kalbi sonsuz bir acı ve ıstırapla dolup taşıyormuş gibiydi, başka birine anlattığı için kaygılıydı. Chu Wanning sorguyu daha fazla sürdürmemesine rağmen kendi kendine, yavaşça, konuşmaya devam etti.

               Sonuç olarak, Luo Xianxian, çok genç yaşta annesini kaybetmişti, babasının söylediğine göre bir ağabeyi olduğunu öğrenmişti. Fakat ağabeyi Aşağı Efsun Dünyası ayaklanması sırasında kaybolmuştu, öldü mü, hayatta mı, bilmiyordu. Ağabeyi kaybolduğunda bir yaşına bile girmemişti, hala kundaktaydı. Daha sonra, ağabeyini hatırlamaya çalıştığında hala hiçbir iz anımsayamıyordu.

               Luo hanesinde yalnızca Xianxian ve babası kalmıştı, ikisi hayatta kalmak için birbirlerine dayanmıştı. Sonunda, Kelebek Kasabası’nda küçük bir ev inşa edip yerleşmeden önce her yere sürüklenmişlerdi.

               Luo Xianxian, o yıl beş yaşındaydı. Chen hanesinin en büyük oğlu, Chen Bo’huan, ondan iki yaş büyüktü.

               O zamanlar Chen hanesi henüz zengin değildi. Çok fazla üye barındıran aile, iki odalı, küçük bir toprak kulübede sıkışmıştı, avludaki alçak duvarın yanında bir mandalina ağacı vardı. Sonbahar geldiğinde, ağaç meyve verir, sık dalları alçak duvarı geçer ve Luolar’ın avlusuna uzanırdı.

               Luo Xianxian başını kaldırıp yukarı baktı; dallardan sarkan mandalinalar Fener Festivali’nde yanan fenerlere benziyordu. İçine kapanık bir kızdı ve başkalarıyla oynamazdı, yalnızca katlanabilir bankında sessizce oturup soya fasulyelerini ayıklarken başının üzerindeki Chenler’in bahçesinden sızan mandalinalara gizlice bakış atardı.

               Mandalinalar şık ve ayartıcıydı; arkadan vuran ışıkla, dolup taşan tatlı-ekşi meyve suyunu hayal etmek çok kolaydı.

               Luo Xianxian, gözlerini dikip onlara bakar, zaman zaman yutkunmakta zorlanırdı, açgözlülükten yanakları acırdı.

               Fakat, asla koparmak için elini uzatmamıştı. Babası, sınavlarda çuvallamış, sıradan ve beceriksiz bir bilgindi; fakat, asla şerefli ve dürüst olmakta başarısız olmamıştı. Huysuz bilgin büyük ihtimalle kafadan kontaktı, sık sık, kızını “şerefli insan” olması konusunda uyarırdı.

               Luo Xainxian, zaten üç yaşından beri, varlığın suistimal edilemeyeceğini, yokluğun arzuları harekete geçiremeyeceğini biliyordu. Açgözlü olabilirdi ama elleri asla mandalinalara bir milim yaklaşmamıştı.

               Bir gece, Luo Xianxian ay ışığından faydalanıp avluda oturmuş çamaşır yıkarken mırıldanıyordu.

               Babasının sağlığı çok iyi değildi ve dinlenmeye gideli çok olmuştu. Yoksul çocuklar evi geçindirmeyi erkenden öğrenirdi; küçük kız kol yenlerini yukarı kıvırmıştı, ince küçük kolları odundan kovada sırılsıklamdı, kuvvetle çitileyip yoğururken küçük yüzü tombikti.

               Aniden, ön kapıdan boğuk bir öksürük sesi geldi, şimdi gözlerini dikmiş, kıza bakmakta olan ve sendeleyerek içeri giren, her yanı kanla kaplı, genç bir adamdı.

               Küçük kız put kesildi, öyle ki çığlık atmayı bile unutmuştu.

               Genç adamın yüzü kan ve kirle doluydu ama kaşları sert ve yakışıklıydı. İki insan, büyük ve ufak, böylece birbirlerini izlediler, böylece oldukları yerde dondular. Genç adam sonunda dayanamadı ve yavaşça duvara yaslanarak oturdu. Zorlukla nefes alıyordu ve sesi çatlayarak konuştu “Bana biraz su ver.”

               Belki genç adam kötü biri gibi görünmediğinde belki de Luo Xianxian’ın kendi kibarlığından, korkmasına rağmen içeri koşup çaydanlığı doldurdu, genç adamın dudaklarına götürdü.

               Genç adam da geri durmadı, yüksek sesle suyu yudumladı, bitirdiğinde dudaklarının kenarlarını sildi, kirpikleri Luo Xianxian’ın büyüleyici yüzüne bakmak için kalktı, gözleri biraz daldı ama tek kelime etmedi.

               Konuşmadı, Luo Xianxian da konuşmadı ve yalnızca güvenli olduğunu düşündüğü mesafede endişeyle gözlerini kırptı, ellerini ne çok yakında ne de çok uzakta tutuyor, bu yabancıyı inceliyordu.

               “…Tanıdığım birine çok benziyorsun.” Genç adam aniden dudaklarını yukarı kıvırdı, buz gibi gülümserken gözleri hilal şeklini aldı. Yüzündeki kanlar gülümsemesiyle eşleştiğinde vahşi duruyordu. “Özellikle gözlerin, büyük ve yuvarlak. İnsanda onları oyma, parmakla içeri sokma ve tek tek yutma isteği uyandırıyor.”

               Böyle dehşet verici uğursuz sözler tatlılıkla ve dümdüz söylenmişti hatta ufak bir kahkaha bile vardı. Luo Xianxian daha çok titremeye başlamış, bilinçsizle gözlerini kapatıyordu.

               “Vay, ne zeki kız ama,” dedi genç adam, “Gözlerini o şekilde kapamaya devam et ve bana dik dik bakma. Yoksa ellerimin ne yapacağını söyleyemem.”

               Konuşurken dili kıvrılmıştı; aksanı, kuzeyli aksanıydı.

               Ay ışığı avluya düşüyordu, genç adam, aniden avludaki mandalina ağacını fark ettiğinde çatlamış dudaklarını yalıyordu. Bir sebepten gözleri parladı, gözbebekleri ışıl ışıl ışıldıyordu ama o ışık yandığı gibi sönmüştü, sonra eliyle çenesini sıvazlayarak işaret etti.

               “Küçük kız.”

               Luo Xianxian: “…”

               “Bir mandalina kap da benim için soy.”

               Sonunda, Luo Xianxian konuşmak için dudaklarını oynattı, sesi ufak ve titrek ama tereddütsüzdü, “Da-gege,* o meyve ağacı benim aileme ait değil. Başkasının, kopartamam.”

ÇN: Da-gege: En büyük erkek kardeş. Kan bağı zorunluluğu yoktur.

               Genç adam şaşırdı. Tekrar bir şey hatırlamış gibiydi ve yavaşça yüzü karardı.

               “Eğer kopart dediysem git kopart. O mandalinayı yemek istiyorum, bu yüzden şu anda gidip bir tane kopartsan iyi edersin!” Sonu agresifçe hırlamıştı, ses, sanki tükürülmeden önce dişlerinin arasında parçalar halinde kemirilmiş gibiydi. Luo Xianxian korkudan titriyordu ama hala inatla olduğu yerde kaldı.

               Küçük kızın yumuşak bir karakteri vardı ama babası gibi, omurgası feci şekilde sağlamdı.

               “Yapmayacağım.”

               Genç adam aniden gözlerini kısıp burnunu büktü, ifadesi hava gibi değişmişti, “Seni aptal sürtük! Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun?!”

               “Eğer su istiyorsan, ben, ben biraz daha koyacağım. Eğer yemek istiyorsan, o da evde biraz var. Ama mandalina ağacı aileme ait değil, kopartamam. Babam izinsiz almanın, çalmak olduğunu söyledi. Ben şerefli bir insanım, varlık suistimal edilemez, yokluk solungaçları* harekete geçiremez…”

               Gerginlikten “arzuları” diyeceğine “solungaçları” demişti, minik bir kız gibi davranan, küçük kızın yüzü kırmızı ve tombikti, inatla babasının öğretilerine asılmıştı, kekeleye kekeleye, söylemek istediği her şeyi hiç etmişti ama genç adamın dalgınca izleyişinin altında, zaten o kadar titriyordu ki ayakları çarpılmıştı.

               Genç adam sessizdi.

               Eğer zamanlama yanlış olmasaydı, bu ufaklığın, üstelik bebek olan bir kızın, dudaklarından bunları duymak; “izin almadan almak, çalmaktır”, “varlık suistimal edilemez, yokluk arzuları harekete geçiremez”, ve–––”ben şerefli bir insanım” mı?? Pfft, cidden kahkahasını tutamazdı.

               Ama gülemedi.

               Aksine, kalbinde, göğsünü atlar gibi çiğneyen, ayaklarıyla ezen, şiddetli bir öfke vardı.

               “En çok senin gibi insanlardan nefret ediyorum, kendine…” duvara tutunup titreyerek ayağa kalktı, kelimeleri dudaklarında eziyordu, “merhamet insanı, şeref insanı, hayır insanı, kahraman, diyenleri.”

               Luo Xianxian’ın dehşet içindeki bakışlarının altında, itinayla yaralı ayaklarını yere sürttü ve mandalina ağacının altına geldi. Başını kaldırıp doyumsuz bir arzuyla mandalinaların kokusunu içine çekti, sonra nefret dolu bir kızıllık gözlerinde çaktı, Luo Xianxian ne olduğunu anlamadan, ağaca tırmanıp şiddetle sallamaya, tekmelemeye, vurmaya ve dövmeye başladı.

               Dallarca mandalina yüksek sesle ağaçta silkeleniyor, yere düşüp yana yuvarlanıyordu. Genç adamın gülümseyişi çarpıldı ve gururla bağırdı, “İSTEMEDEN ALMAK ÇALMAKTIRIN SONU! VARLIK SUİSTİMAL EDİLEMEZİN SONU! GÜÇ SÖMÜRÜLEMEZİN SONU!”

               “Da gege! Ne yapıyorsun? Lütfen dur! Baba! Babacığım!”

               Luo Xianxian babasını çağırmak istemiyordu, babasının sağlığı zayıftı, vücudunda güç olmayan bir alimdi, zaten gelse yapabileceği fazla bir şey yoktu. Hala sadece küçük bir kızdı. Bu sonuca vardığında sonunda korkup kendini kaybediyordu.

               “NİÇİN BAĞIRIYORSUN! Eğer baban gelirse onu da kesip devireceğim!”

               Küçük kız dehşete düştü. Gözyaşları gözlerini doldurdu ve iri ve yuvarlak gözlerinden, boncuk boncuk yaşlar yuvarlandı.

               Yandaki Chen ailesi, akraba ziyaretine, komşu köye gitmişti, aileden kimse evde değildi, bu aşağılık deliyi durduracak kimse yoktu.

               Aşağılık deli, bütün mandalinalar düşene kadar ağacı salladı, yine de deliliği durmamıştı, sertçe ayağını yere vurdu, bir sürü meyveyi eziyordu. Sonra, nereden geldiği belli olmayan bir güç patlamasını kullanan ani bir saldırıyla Chenler’in avlusuna doğru sıçrayıp takla attı, bir balta buldu ve ağacı kesmeye başladı. Sonra takla atarak geri döndü ve çokça kahkaha attı.

               Güldü ve güldü, sonra birdenbire durdu, yere çömelip düşüncelere daldı, gözleri odağını kaybetmişti.

               Aniden, başını çevirip eliyle Luo Xianxian’ı yanına çağırdı, “Küçük kız, buraya gel.”

               “…” Luo Xianxian hareket etmedi. Olduğu yerde durmuş, sarı çiçekler işlenmiş bezden ayakkabılarını yere sürüyordu.

               Genç adam, kızın çekindiğini fark edip sesini yumuşattı, yapabildiği kadar kibarca konuşuyordu, “Gel. Senin için iyi bir şeyim var.”

               “Ben… istemiyorum… hayır, oraya gelmeyeceğim…” diye geveledi, ama daha cümlesini bitiremeden, genç adam tekrar öfkeyle püskürdü–––

               “EĞER DERHAL BURAYA GELMEZSEN, BU YAŞLI EFENDİ ŞU AN EVİNE GİRECEK VE BABANI ZIRHTAN GEÇİRECEK!”

               Luo Xianxian şiddetle ürperdi ve sonunda, adım adım, ayaklarını ona doğru sürdü.

               Genç adam yan gözle baktı, “Acele et, pirinç ekmeni izleyecek zamanım yok.”

               Luo Xianxian adamın yanına ulaştığında, başını eğdi, hala birkaç adım uzaktaydı, adam aniden elini uzatıp kızı yanına çekti. Luo Xianxian ciyakladı fakat ciyaklama ses çıkarmasını engelleyen sert bir şeyle boğazına tıkıldı. Genç adam, kızın ağzına, kabuğu soyulmamış ve yıkanmamış bir mandalina tıkmıştı; meyve, çamuruyla ağzına itilmişti.

               Luo Xianxian, nasıl bir lokmada mandalinayı yiyebilirdi ki? Genç adam zorla ağzına tıkmıştı, mandalina parçalanmış, ezilmiş, çamuru ve suyu yüzünün yarısına bulaşmıştı. Deli adam meyveyi kızın yüzüne sıkıp sıkıca kapatılmış dudaklarına yapıştırırken hala kıkırdıyordu.

               “Şeref insanı değil miydin? Çalmayacak mıydın? O zaman ne yiyorsun şu anda, he? NE YİYORSUN ŞU ANDA?”

               “Vuuu… hayır… istemiyorum… baba… baba…”

               “Yut şunu.” Genç adam meyvenin son lokmasını Luo Xianxian’ın ağzına tıkarken gülümsüyordu, kasvetle parlayan gözleri buz gibi soğuktu. “YUT ŞU LANET OLASICA ŞEYİ!”

               Genç adam, mandalinayı yutması için zorlanan ve zayıfça baba diye ağlarken göz yaşları boğazında düğümlenen kızı izlerken bir süre sessizdi ve birden gülümsedi.

               Bu gülümseyiş, vahşi ifadesinden daha korkunçtu.

               Luo Xianxian’ın saçlarını tatminle karıştırdı ve orada çömelmeye devam ederken sevecenlikle “Niçin babana sesleniyorsun? Ağabeyine seslenmen gerekmez mi?” Ağabeyinin verdiği mandalina tatlı mıydı? Güzel miydi?” dedi.

               Sonra yerden bir tane daha aldı.

               Bu sefer kızın ağzına sokmaya çalışmadı. Onun yerine, dikkatle kabuğunu soydu, hatta ellerini silmeden önce üzerindeki beyaz lifleri bile çıkarmıştı, bir parça kopardı ve Luo Xianxian’ın dudaklarına götürdü. Azarlayan, nazik bir sesle, “Sevdiysen biraz daha ye,” dedi.

               Luo Xianxian bugün karşılaştığı kişinin aklından sorunlu olduğunu anladı ve çaresizce başını eğip tek kelime etmeden deli adamın uzattığı mandalinayı çiğnedi, tatlı ve ekşi suyu boğazına yayılmış, midesinde çalkantılı dalgalara sebep oluyordu.

               Genç adam orada çömelmeye devam ederken dilim dilim mandalina yiyordu, iyi bir ruh halinde gibiydi hatta şarkı bile mırıldanıyordu.

               Sesi, hasarlı bir sepetin deliklerinden giren bir meltem gibi sert ve kabaydı, bulanık ve belirsizdi ama bazı kelimeler Luo Xianxian’ın kulaklarına süzülmüştü.

               “Göletin üstünde üç dört çiçek damlası

               Çınlıyor kıyıdan bir iki telin haykırışı

               Kibirden önceki dinç yıllar, olacak yılların en iyisi

               Toynaklar hafif atlar hızlı,

               Görüyor dünyanın bir ucandan bir ucunu…”

               “Küçük kız,” dedi aniden.

               “…”

               “Cık.” Dilini şaklattı ve elleriyle Luo Xianxian’ın ufak yüzünü kavradı. “Gözlerine bakmama izin ver.”

               Luo Xianxian titriyordu ama karşı koyacak gücü olmadığından, sadece, genç adamın gözlerini en ince ayrıntısına kadar incelemesine, kanlı parmaklarının, milim milim kaşlarını ovalamasına izin verebildi.

               “Çok benziyor,” dedi

               Luo Xianxian gözlerini yumarken sızlandı, bu delinin bir hevesle meyvelere yaptığı gibi gözlerini çıkaracağından korkuyordu.

               Ama genç adam bunu yapmadı.

               Sadece kasvetli, soğuk bir sesle, “Bana ‘varlık suistimal edilemez, yokluk arzuyla harekete geçemez’i öğrettin mi? Da-gege’nın da sana söyleyecekleri var.”

               “Hık…”

               “Gözlerini aç.”

               Luo Xianxian’ın gözleri sıkıca kapalıydı. Genç adam kızgınca güldü ve boğuk bir sesle, “Gözlerini oymayacağım, şimdi, aç onları,” dedi.

               “…Gözlerini kapatırsan onları oyamayacağımı mı düşündün?!”

               Luo Xianxian sadece itaat edebilirdi, büyük, yuvarlar gözlerini açtı, uzun, yumuşak kirpikleri titriyordu ve gözyaşları boncuk boncuk döküldü. Bir şekilde, korku dolu ve acınası ifadesi, genç adamı bilinmeyen bir sebepten keyiflendirdi; aniden yanağını sıkan elini gevşetti ve eli havada asılı kaldı, sonra, nazikçe, kafasını okşadı.

               Dikkatle gözlerine baktı, titrek bir gülümseme dudaklarının kenarlarından kıvrıldı, sırıtışı yedi parça bükük, iki parça vahşiydi ve bir parçası da kederli.

               “Kalbi yirmisinde ölen, Linyi’li bir adam vardı,” dedi.

               Sonra arkasını döndü, endamı karanlığa girdi, yavaşça gölgelerin içinde kayboldu.

               Sadece yerde bıraktığı karışıklık, kana bulanmış bir adamın, gecenin köründe buraya geldiğinin işaretiydi.

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※