128. Shizun, Her İstediğin Kıyafeti Giyemezsin

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

               Chu Wanning’in kalbi hızla atıyordu ve o kadar kızmıştı ki yüzü biraz kızarmıştı.

               Adamın hâlâ aynı noktada, donmuş gibi durduğunu göz ucuyla görebiliyordu. Chu Wanning doğrudan ona bakmadı, ama adamın kendisine baktığını hissedebiliyordu, dövme havuzundan yeni kaldırılan bir kılıç gibi açık ve aşikardı, ezici bir ısı ile tıslıyordu ve şelaleyi onun için delip geçerken su perdesini buharlaştırıyordu.

               Chu Wanning bazı nedenlerden dolayı kesinlikle mahcup olmuş hissetmişti. İfadesi daha da ekşi hale geldi, dudağını ısırdı ve şelalenin daha da derinlerine saklanmak için kımıldadı.

               Ama görünüşe göre adam bir aptaldı. Chu Wanning saklanmak için aceleyle suya gömülmüştü ve iplerdeki bir kukla gibi o da bir adım yaklaşmıştı.

               “……”

               Chu Wanning çok kızmıştı. Sisheng Tepesi’nde her zaman birkaç sapık vardı; hatta bir zamanlar, geceleri normal bir insan gibi uyumak yerine, yıkanırken ona bakmak için Kızıl Nilüfer Köşkü’nün çatısında sürünerek çıkan bir kadın bile vardı. Sadece düşünmek bile kafa derisini uyuşturmuştu ve o adam tarafından tutulan kol boyunca tüyleri diken diken olmuştu.

               Neyse ki, bir süre şelalede olabildiğince derine saklanmasının ardından – bu işlem sırasında yanlışlıkla birkaç damladan fazla su yutarak – adam sonunda onu bırakıp durulanmaya devam etmek için akan suya geri dönmeye karar vermişti ama uzaklaşırken arkasına bakmaya devam ediyordu.

               Öfkesini elinden geldiğince bastıran Chu Wanning artık banyolara girecek havada değildi, sadece bitirip bir an önce oradan çıkmayı düşünüyordu.

               Omzuna attığı havluya uzandı, ancak havlunun, sabun ağacı meyvesi* ve içine sarılı koku kalıbı ile birlikte daha deminki büyük düşüşü sırasında suya düştüğünü gördü.

ÇN: Çin Gladiçya (Bal Keçiboynuzu) Sabun Ağacı Meyvesi. Deterjan yerine kullanılan bir bitki.

               Muhtemelen şimdiye kadar erimişlerdi…

               Başka bir tane almak için sudan çıkmalı mıydı?

               Ama çıplaktı ve bunun için adamın yanından geçmesi gerekiyordu.

               Chu Wanning’in yüzü kırmızıdan maviye dönmüştü. İnce dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı, yerin dibine girmişti.

               Gitmiyordu.

               Bu yüzden kollarını göğsünün üzerinde çaprazladı ve sırtını bir aptal gibi kayaya yaslayarak, akan şelalenin en derin kısmında suyun üzerine akmasına izin verdi.

               Chu Wanning: “…………”

               Adam: “…………”

               Aniden, uzakta, o adam sesini yükseltti ve tereddütle sordu, “Sabun meyvesi ister misin?”

               “……”

               “Ya koku kalıpları?”

               “……”

               “Kesinlikle böyle yıkanamayacaksın?”

               Chu Wanning gözlerini kapatıp olduğu yerde kalarak soğuk bir şekilde yanıtladı, “Fırlat.”

               Ama adam bunu bir yabancıyla yapmanın kabalık olacağını düşünüyormuş gibi fırlatmadı. Şelalenin altında bir süre bekledikten sonra, Chu Wanning, üstünde bir sabun meyvesi ve iki koku kalıbı taşıyan, ruhsal güçle büyülenmiş bir şeftali yaprağının yavaşça kendisine doğru sürüklendiğini gördü.

               Chu Wanning eşyaları aldı, ancak daha yakından baktıktan sonra durdu.

               Sabun meyvesi, herkes temelde aynı şeyi kullandığından önemli değildi, ama o kişi erik çiçeği kokulu ve haitang kokulu kalıpları seçmişti, bunlar en sevdiği kokulardı.

               İstemsizce parıldayan şeffaf su perdesinin arasından uzaktaki uzun figüre baktı.

               Adam sordu, “Bu iki koku iyi mi?”

               Chu Wanning, “Güzel,” diye yanıtladı.

               Adam daha fazla konuşmadı ve ikisi birbirinden uzak durdukları yerde sessizce yıkanmaya devam ettiler, her biri kendi düşünceleriyle meşguldü. Chu Wanning yıkanırken biraz daha rahat hissetmişti ve şelalenin derinliklerinden çok dikkatli bir şekilde geri çıktı, çünkü durduğu su akışı aslında rahatlık için biraz fazla güçlüydü.

               Ama adam, çıkar çıkmaz tekrar bakmıştı. Sadece şöyle bir baksaydı neyse, ama bakışlarında her zaman tuhaf bir şeyler vardı ve Chu Wanning, ona bir şey söylemek istediği ancak kendini durdurup yaklaşıp yaklaşmamak konusunda kararsız kaldığı gibi belirgin bir izlenim edindi, Chu Wanning’in derisinin her yerinin karıncalanmasına neden oluyordu.

               Chu Wanning bir süre yıkandı ama sonra artık dayanamayarak önce ayrılmaya karar verdi.

               Ama kıyafetlerini girişte bırakmıştı ve giyinmek için o tarafa geri dönmesi gerekiyordu. Başka seçeneği olmayan Chu Wanning’in tek yapabildiği somurtkan bir suratla kendini hazırlayıp dişlerini sıkarak adamın durduğu yere doğru yürümekti.

               Ama beklenmedik bir şekilde, ne çok yakın ne de yeterince uzak olarak adamın önünden geçerken, adam da aniden hareket etmeye başladı, Chu Wanning’i banyonun dışına doğru takip etmek için uzun saçlarını kaldırdı ve perçemlerindeki suyu silkeledi.

               Chu Wanning’in şakağındaki damar zonkladı. Daha hızlı yürümeye başladı, ama bu adam şaşırtıcı derecede utanmazdı ve o da daha hızlı yürümeye başlamıştı.

               Chu Wanning: “…………”

               Parmak uçları Tianwen’in altın ışığıyla çoktan parlamaya başlamıştı, ancak şimdilik silahını çağırmaktan vazgeçti, birini yaralama endişesinden değil, yalnızca birini dövmeden önce giyinmesi gerektiğini düşündüğü için.

               Böylece hızını daha da artırdı.

               Bu sefer adam onu ​​takip etmek yerine durdu.

               Chu Wanning rahat bir nefes aldı, ancak adamın arkasından “Hâlâ… Saçında sabun köpüğü var,” dediğini duymadan önce nefesinin yarısını dışarı vermeyi başarmıştı.

               “……”

               “Durulamayacak mısın?”

               Adam, Chu Wanning öfkeyle yanarken yavaşça yaklaştı, çok yakına gelene kadar durmadı, hemen arkasında, sesinin açıkça duyulabileceği bir yerde durdu.

               Chu Wanning şu anda bu kadar öfkeli olmasaydı, her ne kadar değişmiş olsa da sesin biraz tanıdık olduğunu söyleyebilirdi. Ne yazık ki, şu anda öfke alevleri tarafından yutulmuştu.

               “Sen…” Adamın hâlâ söyleyecek başka bir şeyi var gibiydi.

               Ama Chu Wanning, hoşgörünün sınırlarına ulaşmıştı. Aniden arkasını döndü, altın ışık, gözlerinde tehlikeli bir parıltıyla, duyulabilir bir uğultu ile diğerine saldırırken elinde parlayarak canlandı. Chu Wanning o kadar öfkeliydi ki neredeyse adamı öldürmek ve işini bitirmek istiyordu. “Senin sorunun ne?!”

               Tianwen puslu buharın içinden geçerek doğrudan o kişinin göğsüne doğru savruldu.

               Bir an için, altın parıltı adamın yüzünü aydınlattı.

               Chu Wanning bir çift göz gördü – rüzgârda parıldayan ateşböcekleri gibi, içinde akan yıldız nehirlerini barındırıyormuş gibi görünen, ama aynı zamanda derinden akan durgun sular gibi sakin olan ve altındaki şeyleri örtbas eden berrak, nazik, şaşkın gözler.

               …Mo Ran?!

               Geri çekilmeye çalıştı, ama çok geçti ve söğüt salkımı Mo Ran’in sert, pürüzsüz göğsüne çarptığında tısladı. Mo Ran sadece boğuk bir homurtu çıkartı, sonra biraz başını eğdi ve tekrar yukarı baktığında gözlerinde en ufak bir öfke veya kızgınlık izi yoktu, ama bu gözler sanki biraz ıslaktı, tıpkı Lin’an’ın ilk yağmurları gibiydi.

               Chu Wanning hızla Tianwen’i geri çağırdı ve orada donmuş halde durdu.

               Boğuk bir sesle “…Neden kaçmadın?” demeyi başarana kadar uzun bir süre geçmişti.

               Mo Ran, “Sh-Shizun…” diye yanıtladı.

               Chu Wanning şaşırmıştı. İkisinin bir daha nasıl karşılaşacaklarını pek çok kez düşünmüştü, ama asla Miaoyin Kaynakları’nda, kaplıca havuzunda olacağını düşünmemişti. “Burada ne yapıyorsun? Ne zaman döndün?!”

               Mo Ran usulca, “Az önce,” diye yanıtladı. “Geri dönmek için acele ettiğimden çok kirlendim ve takdim edilemez haldeydim, bu yüzden Shizun’u görmeden önce buraya banyo yapmaya geldim, beklemiyordum…”

               “…” Chu Wanning’in dili tutulmuştu.

               İkisi de böyle bir şeyin olmasını beklememişti.

               İkisi de yeniden bir araya gelmelerinin düzgün ve efendice olmasını istemişti.

               Mo Ran muhtemelen Chu Wanning’in önünde temiz ve iyi giyimli görünmek istemişti.

               Peki sonunda?

               Sadece düzgün olmaması değil, aynı zamanda hakikatten gülünçtü.

               Sadece efendi olmaması değil, kesinlikle gülünçtü.

               Sadece iyi giyimli olmamaları değil, tamamen çıplaklardı.

               Yine de temizlerdi.

               O kadar temiz ki üzerlerinde tek bir giysi bile yoktu.

               “Shizun, bu gerçekten… Bu gerçekten sensin…” Mo Ran, bu şeylere pek aldırış etmedi. Chu Wanning beş yıl boyunca uyumuştu ve şimdi uyanıktı; Chu Wanning için bir rüyanın süresi onun için bin işkenceyle dolu gündü.

               Ruh hali Chu Wanning’inkinden çok daha karmaşıktı. Ezici duygularını bastırıyordu, gözlerinin kenarları biraz kırmızıydı, “O kadar uzun zaman oldu ki, şimdi… Gözlerime inanmaya cesaret edemedim. Yanlış kişi olabileceğini düşündüm, düşündüm ki…”

               “……” Başı çınlayan Chu Wanning ne diyeceğini bilmiyordu. Konuşmadan önce çok uzun bir zaman geçti, “… Emin değilsen neden bana sormadın? Sessizce arkamdan öylece sokulmak yerine.”

               Mo Ran alçak sesle, “Sormak istedim,” dedi, “ama beş yıl oldu… Ve sonra birden… Shizun’u tam önümde görünce, sandım ki… Rüya gördüğümü sandım…”

               Eve yaklaştıkça geriliyor, yoldan geçenlere bile sormaya cesaret edemiyorum.1

               Siluetini ilk gördüğünde hissettiği şey muhtemelen bunun gibi bir şeydi.

               Zaten son beş yıl içinde bu tür rüyaları birçok kez görmüştü; yine aynı çılgınlıktan, yastığındaki gözyaşı lekeleriyle uyanarak yeniden bir araya gelmenin başka bir neşeli yanılsama olduğunu fark edeceğinden korkuyordu.

               Chu Wanning sakin görünmeye çalıştı, ancak içi çılgınca bir karmaşaydı. Kalbi tamamen yumuşak ve aşırı duygusal hissetmesine rağmen, bu kadar sert bir kurulukla konuşmak gerçekten zordu. “…Ne tür bir rüya bu kadar saçma olabilir.”

               Mo Ran Chu Wanning’in cevabında sanki bir şey hatırlamış gibi duraksadı. Gözlerinde bir ışık parlarken dudaklarını birbirine bastırdı. Aslında bunu tekrar karşılaştıkları anda gündeme getirmeyecekti, ama biraz tereddüt ettikten sonra, Chu Wanning henüz kendi duvarlarını inşa etmeden söylemezse, muhtemelen daha sonra başka bir şansı olmayacağı kanısına vardı.

               Bu yüzden bir duraklamadan sonra konuştu, “…Shizun hatırlamıyor musun?”

               “Neyi hatırlıyor muyum?”

               Mo Ran’in gözleri derin ve koyuydu. “Daha önce bana söylediğini, en harika rüyaların nadiren gerçek olduğunu.”

               “Bunun nedeni…” Chu Wanning cümlenin ortasında kendini tuttu ve aniden Jincheng Gölü’nde Mo Ran’e kendisini kurtarırken söylediği sözler olduğunu fark etti. O zamanlar çok acınası hissettiği için çok melankolik bir şey söylemişti ve Mo Ran’in bu kadar uzun süre sonra bile onu bu kadar kolay hatırlayabildiğine biraz şaşırmıştı.

               Ama Mo Ran, Jincheng Gölü’ndekinin aslında kendisi olduğunu nasıl bilmişti? Shi Mei ona söylemiş miydi?

               Chu Wanning ona bakmak için gözlerini kaldırdı, tek gördüğü Mo Ran’in kendisine baktığıydı. Ancak o zaman Mo Ran’in aslında gerçeği bilmediğini anladı ve bunu sadece tepkisini görmek için söylemişti.

               Mo Ran alçak sesle, “O zaman gerçekten Shizun’du,” dedi.

               Chu Wanning: “…”

               Mo Ran elini kaldırdı. Göğsü kesilmişti ve yarasından kan sızıyordu. Alaycı bir şekilde gülümsedi. “Bu son birkaç yılda geçmiş hakkında çok düşündüm. Shizun’un benim için ne yaptığını bilmek istedim. Jincheng Gölü’ndeki illüzyon da dahil olmak üzere, olan birçok şeyi düşündüm – Shi Mei bana asla ismimle seslenmez.”

               Devam etmeden önce durakladı. “O anılar, düşündükçe bana eziyet etti; uyandığında Shizun’a sormak istediğim birçok şey vardı.”

               “…”

               “Ama en çok sormak istediğim şey… Shizun, o zamanlar beni gölün dibinde kurtaran sendin, değil mi?”

               Mo Ran konuşurken yaklaştı. Chu Wanning geri çekilmek istedi.

               Çünkü birden Mo Ran’in ne kadar uzun olduğunu fark etmişti, bir dağ gibi uzun boyluydu, vücudunun her santimetresinde gizli olan güçlü bir kudret vardı. Birden Mo Ran’in gözlerinin ne kadar parlak olduğunu fark etti, tıpkı güneşin o ikiz havuzlara düşmesi gibi, gün doğumunun tüm renkleri o pırıl pırıl sulara serpişiyordu.

               Chu Wanning hiçbir sebep yokken kendisini telaşlanmış halde buldu. “Ben değildim,” dedi.

               Mo Ran buna hiç inanmadı.

               Chu Wanning, panik içinde konuyu değiştirmek için çabaladı, çaresizce samanlara baktı; ama o kadar ürkmüş, o kadar gergindi ve o kadar rahatsızdı ki, soruyu şimdi sorduğunu ve Mo Ran’in de çoktan cevaplamış olduğunu tamamen unutmuştu.

               Göğsü kendisi tarafından yaralanıp derin bir kesik açılan bu kişiye baktı ve bir kez daha, “Demin seni yaraladığımda neden kaçmadın?” dedi.

               Mo Ran bir saniyeliğine hareketsiz kaldı, sonra kalın kirpik perdesini bir gülümsemeyle indirdi.

               “Gerçek olamayacak kadar iyi rüyaların muhtemelen gerçek olmadığını söylemiştin.” Ve bir kez daha cevaplamıştı, mırıldanmaya devam etmeden önce duraksadı, “Acıyıp acımayacağını görmek istedim. Eğer can yakıyorsa, rüya değil demektir.”

               Yürüdü ve şimdi Chu Wanning’in önünde duruyordu.

               Belki de yeniden bir araya gelmenin bu kadar ani olmasından kaynaklanıyordu, ama kalbindeki sevinç ve sevgi, şefkat ve kalp kırıklığı her şeyi geride bırakmıştı, ama Mo Ran başka bir şey düşünemiyordu, rüya değildi. Hatta bir mürit ve usta arasındaki münasip mesafeyi, Chu Wanning’den olan uygun uzaklığı bile korumayı unutmuştu.

               Fakat uzak durmamıştı.

               Ne zaman duyguları derinleşse, karşısındaki kişiyi Shizun’dan çok Wanning olarak düşünürdü.

               Mo Ran’in gözleri daha da kızardı ve sulandı. Gülümseyerek kolunu kaldırdı – “Sanırım şimdi gözlerime biraz su kaçtı” ve yüzünü gözleriyle birlikte sildi.

               Chu Wanning ona şaşkınlıkla baktı. Bunca zamandır Mo Ran’in geri gelmesini bekliyordu, bu yüzden şu anda zihni Mo Ran’den daha açıktı, ama bu biraz açıklık ona şu anda ikisinin de orada yüz yüze konuşurken ––– çırılçıplak durduğunu fark etmesi için yeterli bir aklı başındalık sağlıyordu. Ve sadece bu da değil, Mo Ran ona o kadar yakındı ki, biraz daha yaklaşırsa, Yeraltı Dünyası’nda olduğu gibi kollarını ona sarabilirdi.

               Mo Ran’in hiç adil olmayan yakışıklılıktaki yüzüne bakmaya devam etmek istemiyordu, ama bakışlarını birkaç santim aşağıya indirdiğinde, onu karşılayan görüş geniş omuzlar ve sert göğsüydü, Tianwen’in vuruşundan kaynaklanan kan yavaşça yayılıyordu ve Mo Ran’in çektiği her nefeste su damlacıkları biraz titriyordu. Chu Wanning, hangisinin daha sıcak olduğunu söyleyemiyordu, bu yontulmuş göğüs müydü yoksa kaplıcaların ısıtılmış suyu muydu?

               Tek bildiği Mo Ran’in kokusuyla çevrili olduğu ve bunun ruhunu çalacağıydı.

               “Shizun, ben…”

               Ben ne?

               Ancak Mo Ran daha bir şey söyleyemeden, Chu Wanning aniden arkasını döndü ve koşmaya başladı.

               “……”

               Mo Ran şaşkına dönmüştü.

               Kelimenin tam anlamıyla koşuyordu.

               Chu Wanning’in bu kadar aceleyle, arkasında onu diri diri yiyip ruhunu çiğneyen bir şey varmış gibi kaçtığını ilk kez görmüştü.

               “Seni gerçekten çok özledim.”

               Mo Ran durakladığı yeri zayıf bir şekilde bitirdi, sonra dudaklarını büzdü.

               Neden kaçmıştı…

               Mo Ran biraz incinmiş hissetti.

               Gölden çıktığında ve giyinmek için çılgınca çabalarken yüzü kırmızı ile mavi arasında değişen Chu Wanning’i gördüğünde, daha da incinmişti.

               “Shizun,” diye mırıldandı.

               Chu Wanning onu duymazdan geldi.

               “Shizun…”

               Chu Wanning kemer kuşağını beline sardığında onu duymazdan gelmeye devam etti.

               “Shizunnnn…”

               “NE!” Sonunda giyinmiş olan Chu Wanning, nihayet bir nefes verebilmişti, artık örtündüğü için saygınlığının ve soğukkanlılığının bedenine geri döndüğünü hissediyordu.

               Kılıç gibi düz kaşları öfkeyle çatıldı ve sert anka gözleri, kendisinden daha uzun olmaya cesaret eden o hain müridine şiddetle baktı.

               “Dışarıda söylemek için bekleyemeyeceğin kadar önemli olan şey ne!? Benimle böyle çıplak konuşuyorsun, utanman yok mu!”

               Biraz hayal kırıklığına uğramış Mo Ran yumruğunu dudaklarına kaldırdı ve boğazını temizledi. “…Çıplak olmak istediğimden değil.”

               “Öyleyse neden giyinmiyorsun!”

               “…” Mo Ran durdu, konuşmaya başlarken kenardaki şeftali ağacına bakmak için başını çevirdi, “…Yani, şöyle ki…”

               Derin bir nefes aldı ve sonunda kendini şöyle demeye hazırladı:

               “Shizun, bu giydiklerin benim elbiselerim.”

               Bunun üzerine Mo Ran’in yanaklarına hafif bir kızarıklık yayıldı ve esintiyle hafifçe sallanan şeftali çiçeği dalına sabit bir şekilde baktı.

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

               Yazarın Notları:

               Mini tiyatro:

               Bugün Sisheng Tepesi sohbet forumunda birçok isimsiz yorum yayınlandı.

               Anonim kullanıcı: Kazara müridimin kıyafetlerini giydim, ne yapmalıyım? Acil, önünde soyunmak istemiyorum. Yanıtları beklemek için çevrimiçiyim.

               Anonim kullanıcı A: Bir yığın hediye gönderdim, ama el sanatlarım hariç hepsi erkek tanrım tarafından reddedildi. Bunun bana yabancı muamelesi yaptığı için mi yoksa para harcadığımı görmeye dayanamadığı için mi olduğunu bilmek istiyorum. Aslında fakir değilim, adım sıralamalarda yer almasa da Hanlin Shengshou tarafından üretilen sınırlı sayıda hünnap haplarını alabiliyorum… neden? Neden hediyelerimi kabul etmiyor? Çok endişeliyim.

               Anonim kullanıcı B: Ai, duygularım biraz karmaşık, geri döndü.

               Anonim kullanıcı C: Nihayet ucun dönmesi durdu mu? Bu gerçek hayat mı yoksa sadece bir rüya mı, bu benim rüyamın hangi seviyesi? Bana aldırmayın, sadece delik açmak için güvenli bir yer istemiştim.

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

Dipnotlar

  1. Tang Hanedanı şairi Song Zhiwen namı diğer Li Pin’in “Han Nehri’ni Geçmek” adlı şiirinden, haber olmadan evden uzakta olma ve geri dönerken kişinin yaşadığı kaygı (ailenin iyi olup olmadığını vb. bilmemekten dolayı.):

    Dağların ötesinden ne haber ne de mektup alıyorum, böylece kış bitti ve bahar geldi.

    Eve yaklaştıkça geriliyor, yoldan geçenlere bile sormaya cesaret edemiyorum.