※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※
Ama Chu Wanning sormamış ve Xue Zhengyong konuyu açmamıştı.
Aslında, Sisheng Tepesi’nin klan lideri biraz çakırkeyifti, sersemlemiş hissediyor ve sözlerini geveliyordu.
Birden eğildi, Chu Wanning’e baktı ve “Yuheng, üzgünsün,” dedi.
“Değilim.”
“Kızgınsın.”
“Değilim,” diye tekrarladı Chu Wanning.
“Seni kim üzdü?”
Chu Wanning: “…”
Sormalı mıydı?
Sorsaydı çok daha iyi hissedecekti. Belki Mo Ran bu gece kesinlikle geri döneceğini söylememişti, belki sadece geri dönmek için elinden geleni yapacağını söylemişti ve Xue Zhengyong yanlış söylemiş ya da yanlış hatırlamıştı…
Chu Wanning, dışarıdaki gecenin karanlığında kapıya doğru baktı.
Ziyafet sona eriyordu ve koltuklar yakında soğuyacaktı.
İnzivadan çıktığı ilk gündü ve Mo Ran zamanında geri dönememişti.
Adlarını bilmedikleri ve daha önce hiç tanışmadıkları da dahil olmak üzere Sisheng Tepesi’nin her bir müridi buradaydı. Sadece o burada değildi.
O olmadan, ziyafet eksikti.
Dünyadaki tüm haşlanmış yengeç köfteleri, tatlı osmanthus nilüfer kökleri ve hoş kokulu armut çiçeği beyaz şarapları bu eksikliği tamamlayamazdı.
Chu Wanning gözlerini kapattı ama aniden Mengpo Yemek Salonu’nun ön girişindeki bir grup mürit uzaktan heyecanla bağırırken bir yaygara koptu.
“Aiyah––––! Bak! Dışarıdaki ne?”
“Gökyüzünde bir şey var!”
Gittikçe daha fazla insan orada toplandı ve salondakiler bile dışarıdan gelen canlı çıtırtıları ve gümbür gümbür gümlemeleri duyabiliyordu.
Mengpo Yemek Salonu’nun hemen dışındaki yemyeşil çimenliğe yürüdüler, havai fişeklerle aydınlanan gökyüzüne, yıldızlı gökyüzünü arkasına alıp çiçek açan ve saçılan milyonlarca küçük ışıltılı beneğin patlamalarına baktılar.
“Havai fişek!” Genç müritler neşeyle ışıldamış, genç yüzler yukarıdaki titreşen ışıklarla aydınlanmıştı, yıldızlarla dolu gökyüzü gözlerine yansıdı.
“O kadar güzel ki Yeni Yılda bile bu kadar büyük havai fişekler görmemiştim!”
Chu Wanning de salondan yavaşça çıktı. Hiç havası yoktu; Xue Zhengyong böylesine parlak bir havai fişek gösterisi hazırlama zahmetine girdiği için minnettar olsa da göğsündeki ağırlık bastırmaya devam etti.
Fiyuuu––––
Gece göğünde keskin bir ıslık sesi duyuldu.
Başını kayıtsız bir şekilde kaldırdı ve açık gökyüzünde yayından çıkan bir ok misali altın kırmızısı bir ışın gördü.
Ne kadar güzeldi.
Keşke o kişi de burada olsaydı…
Bam!
Bu parlak ışık, Samanyolu’nun tüm yıldızlarını gölgede bırakarak ve ayın ışığını çalarak gece göğünü sayısız parıldayan parıltıyla doldurmak adına patlamadan önce Büyük Kepçe’nin sapıyla aynı seviyeye kadar yükselmişti.
Haitang çiçeğinin pek çok taçyaprakları gibi saçılan havai fişekler, açık sular gibi parıldayan ve dalgalanan, kış karı gibi süzülen ve dans eden bir esintiyle sürüklendi. Görkemli gösterinin ve kalabalığın canlı hareketliliğinin ortasında Chu Wanning yavaşça gözlerini kapattı.
“Mürit Mo Ran, Shizun’un İnzivadan Dönüşünü Karşılıyor.”
Dedi biri aniden arkasından, her kelime net ve iğne gibiydi.
Chu Wanning, sırtında dikenler, boğazında ateş varmış gibi hafifçe titremeye başladı. Kalbi ritimsiz bir şekilde atıyor, damarlarında kan dolaşıyor ve nefes alamıyorken başını çevirdi–––
Arkasında, Mengpo Yemek Salonu’ndan yeni çıkmış birkaç mürit vardı, hepsi şaşkınlıkla gökyüzüne bakıyorlardı ve içlerinden biri yüksek sesle okumuştu.
Yavaş yavaş, artık yüksek sesle okuyan tek kişi o değildi.
Herkes bunu yeni ve ilginç bulmuştu; en genç müritler, erkekler ve kadınlar, tek başlarına ayakta kalanlar ve gruplar halinde olanlar da dahil herkes, ışıltılı, pırıl pırıl gece göğüne bakıyor ve yüksek sesle okuyorlardı:
Mürit Mo Ran.
Shizun’un İnzivadan Dönüşünü Karşılıyor.
Sözler duygu seli gibi bir hassasiyet taşıyordu, uykulu fısıltılar kadar yumuşaktı; bu kelimeler iri bir kaya gibi bir kararlılık taşıyordu, kudretli dağlar kadar sertlerdi. Chu Wanning’in kafası, ruhsal enerjinin yönlendirdiği parlak havai fişeklerin, cümleyi gece göğünde kocaman, parıldayan harflerle hecelediği yerde, gökyüzüne doğru eğildi.
Havai fişekler, muhtemelen yüzlerce mil öteden bile görülebilecek muhteşem bir nehir gibi aktı ve o anda, o gece, renkli, parıldayan benekler, tepelerden ve dağlardan, zamandan ve maziden ona yaklaşıyormuş gibi, o kişinin sevinç ve üzüntülerini, özlemlerini ve pişmanlıklarını beraberinde getiriyormuş gibi hissettirmişti.
Birdenbire okyanusta yüzen bir ağaç parçası gibi hissetti ve okyanus da Mo Ran’in gözleriydi, onu aniden Yeraltı Dünyası’ndaki hayalet kralın sarayının önünde sıcak şefkatle, ateşli tutku ve sarsılmaz kararlılıkla kollarının arasına çektiğinde baktıkları gibiydi.
Kaçacak yer yoktu.
Onun mırıltıları, onun kahkahaları, onun sevgisiyle kuşatılmıştı.
Chu Wanning bunun ne tür bir şefkat olduğunu, bir usta ve müridinki gibi mi yoksa başka bir şey mi olduğunu düşünmek istemiyordu.
Sadece sevgiye sahip olmak yeterliydi.
Mo Ran ziyafet bitmeden geri dönmeyi başaramamıştı.
Gece boyunca hiç durmadan zorlasa bile çok uzaktaydı.
Şans eseri, çantasında hâlâ Kıdemli Xuanji tarafından yapılan işaret fişekleri vardı, tepeden uzaktayken bir aksilikle karşılaşırsa diye, acil bir durumda kullanılmak üzere verilmişlerdi. Ustaca bir icattı; ruhsal enerjiyle bir kağıda bir mesaj yazıp onu tüpün içine koyar ve havai fişeği ateşlerse, mesaj, ne kadar uzakta olursa olsun Sisheng Tepesi’nden görülebilecek kadar büyük harflerle gökyüzünde çarpıcı bir şekilde yazılacaktı.
İşaret fişekleri pahalıydı ve yapmak son derece zordu, ama Mo Ran bunu umursamadı; tüm istediği shizununun üzülmemesini sağlamaktı.
Dağlar ve nehirler, zaman ve koşullar ayrılmış olsa bile.
Chu Wanning’in bu kelimeleri duyduğundan emin olması gerekiyordu.
“Mürit Mo Ran, Shizun’un İnzivadan Dönüşünü Karşılıyor.”
Ziyafet dört saat sonra sona erdi ve Kızıl Nilüfer Köşkü’ne gece geç saatlerde geri dönmüştü.
Chu Wanning şarap kokuyordu. Banyo yapmak, kokuyu temizlemek istiyordu ama son zamanlarda hava soğumuştu ve köşkün nilüfer göletindeki su yüzmek için çok soğuktu – dün orada banyo yaparken neredeyse soğuk algınlığına yakalıyordu. Bir an düşündü, sonra bir takım elbise ve tahta bir su kabı almak için içeri girdi ve Miaoyin Kaynakları’na1 doğru yöneldi.
Miaoyin Kaynakları klanın ortak banyosuydu. Orada sadece Sisheng Tepesi’ndeki ilk birkaç ayında yıkanmıştı.
Bu kadar geç saatlerde orada banyo yapan neredeyse hiç kimse olmazdı. Chu Wanning tek eliyle ince kendir perdeyi kaldırarak içeri girdi. Sisheng Tepesi’nin pek çok bölümü yenilenmiş, ancak Miaoyin Kaynakları, dört bir yanında uzun, siyah fayanslı duvarlar ve esintide, ön kapıdan şeffaf bir vernikle cilalanmış altı dar ahşap basamağa çıkan dolambaçlı bir koridor boyunca hafifçe süzülen şeffaf perdelerle eskisi gibi kalmıştı.
Yıkananlar bu basamaklardan aşağı inmeden önce ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarırlardı, bu yüzden buraya sadece bir kez bakmak, şu anda banyolarda kaç kişinin yıkandığını gösterecekti.
Chu Wanning ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarırken bir göz attı ve sadece tek bir çift bot olduğunu gördü, oldukça büyük boyutlu ve biraz kirliydi, ama banyo boş olduğu için dikkatsizce yere fırlatılmak yerine, köşeye düzgünce yerleştirilmişti.
Chu Wanning, gecenin bu saatinde banyo yapmak için gelenin kim olduğunu merak etti…
Ama bu sadece geçici bir düşünceydi. Küçük kabını tutarak çıplak ayakla merdivenlerden aşağı indi, kaldırımın sonundaki son perdeleri bir kenara itti ve avluya yürüdü.
Avlu, içindeki büyük kaplıca havuzundan gelen buharla pusluydu, su geniş, gürleyen bir şelaleden aşağıya doğru akıyordu. Yoğun, bulutlu buhar havuzdan dışarıya doğru yavaşça yayılıyor, ağır ağır havaya sürükleniyor, her köşeye ve gediğe yayılıyordu.
Yoğun buhar her şeyi bulanıklaştırmıştı ve birinin, yüzünü görmek için diğer kişiye çok yaklaşması gerekiyordu.
Chu Wanning, açan şeftali çiçeklerinin bereketli gölgesinin altındaki pürüzsüz, renkli çakıl taşlarından küçük patikada yürürken en yakındaki banyoların girişine geldi. Orada özellikle kıyafet koymak için mavi taştan oyulmuş alçak bir raf vardı. Tahta kabını ve cübbesini rafa koydu, sonra elbiselerini çıkardı ve yavaşça gölete doğru yürüdü.
Hoş ve sıcaktı.
İstemeden memnuniyetle yumuşak bir şekilde iç çekti.
Banyo yaparken burada herkesle toplaşmak istememesi ve her gün gece geç saatte buraya gelmekten hoşnut olmaması olmasa, Kızıl Nilüfer Köşkü’nün basit göletindeki soğuk sularında yıkanmaktansa burada yıkanmayı gerçekten tercih ederdi.
Xue Zhengyong gerçekten titiz ve dikkatliydi. Miaoyin Kaynakları’nın yapımını şahsen denetlemişti; yıl boyunca göletin kenarında çiçekler açmıştı, göletin sonunda durulanmak için bir şelale vardı ve yan tarafta yıkandıktan sonra yatıp dinlenmek için küçük bir ahşap çardak bile vardı, basıncı azaltmaya yardımcı olmak için meridyenler boyunca yerleştirilen sıcak taşlarla donatılmıştı.
Dün Kızıl Nilüfer Köşkü’nün göletinde aceleyle yapmak zorunda kaldığı banyodan çok daha rahattı.
Hoşuna giden ve etrafta kimsenin olmadığını gören Chu Wanning, bir an için gevşedi, ince vücudunu yayıp şelaleye kadar yüzdü.
Şılap!
Sudan henüz yeni çıkmış ve yüzünü silmişti, aniden çok yakınında, dalgalanan şelalede sırtı ona dönük olan bir adamı fark ettiğinde dudaklarında hâlâ soluk bir gülümseme vardı. Şelale o kadar gürültülüydü ki Chu Wanning diğer kişiyi bu kadar yakından bile duyamıyordu.
Sudan biraz geç çıkmış, biraz daha yüzmüş olsaydı, parmak uçları muhtemelen adamın bacaklarına değecekti.
Neyse ki kalktığında diğer kişiye değmemişti, ama bu yine de biraz uygunsuz bir şekilde yakındı – neredeyse adamın tam arkasında duruyordu. Çok uzun boyluydu, Chu Wanning’den biraz daha uzundu ve güneşin öptüğü teni bal rengindeydi, bu onu vahşi ve dizginlenmemiş gibi gösteriyordu. Omuzları güçlü ve genişti, kolları hareket ederken kürek kemikleri altın teninin altında gizli bir güçle esniyordu.
Aşırı kaslı değildi, yontulmuş ve dengeli bir tondaydı. Su, vücudundan çağlayıp aktı, onun dereleri, güçlü, erkeksi sırtının geniş enginliğinde pınarlar halinde toplanmak üzere akıyordu. Suyun bir kısmı sıçradı, ama bazıları o bedenine aşık olmuş gibiydi, hafif bir parıltıyla ona tutunmuş, ayrılmaktan nefret etmiş gibi görünüyorlardı.
Sofuluğa alışmış biri olarak Chu Wanning daha önce hiç bu kadar şehvetli bir manzara görmemişti ve aceleyle ayrılmak için döndüğünde kulakları kızardı.
Cennet, yalnızca göletin dibinin çok kaygan olup olmadığını ya da yanlış bir adım atıp atmadığını biliyordu, ama tökezledi ve yüzüstü gölete düştü, havaya bolca su sıçrattı!
“Öhö öhö!!!!”
Chu Wanning’in yüzü utançtan kıpkırmızıydı ve panikleyince istemeden ağız dolusu su bile yutmuştu. Suyun teknik olarak arkasındaki adamın banyo suyu olarak kullanıldığını hatırlayarak, o kadar kızdı ve tiksindi ki, çılgınca çırpınıp dövünerek ayağa kalkmaya çalışırken tüm sakin ve soğukkanlı görünümlerini bir kenara atmıştı.
O Kıdemli Yuheng idi, nasıl…
Konuşacak hiçbir haysiyeti kalmaksızın panik halindeki öfkesinde, aniden üzerinde güçlü, düzgün bir el belirdi ve onu akan sulardan yukarı çekti. Adam, arkasında olup bitenlerden açıkça korkmuştu.
“İyi misin?”
Adam, bir eli kolunun etrafındayken derin, sakinleştirici bir sesle konuştu. Boylarındaki fark öyleydi ki konuşmak için başını eğdiğinde nefesi Chu Wanning’in kulağına çarpıyordu, “Dikkat et, burası kaygan.”
Chu Wanning’in kulakları daha da ısındı; o kişinin arkasındaki göğsünü hemen hemen hissedebiliyordu, sırtından sadece birkaç santim uzakta, yükselip alçalıyor, yükseliyor ve alçalıyordu, her alçalışta sanki hayatını bağışlayan merhametli bir rahatlama, her yükselişte sırtına sürtünmekle gözdağı veren tehditkâr bir güvencesizlik gibiydi.
Chu Wanning aynı anda hem kızmış hem de utanmıştı – daha önce hiç kimse ona böyle dokunmamıştı!
Adamın elini silkeledi, Chu Wanning’in yüzü göz temasından kaçarken bile asıktı. “İyiyim.”
Şelalenin şiddetle akan sularının kulakları sağır eden sesi Chu Wanning’in sesini örtüyordu.
Ama adam bir nedenden ötürü sarsıldı, sanki bir şey söylemek istiyormuş gibi elini yavaşça kaldırmadan önce bir saniyeliğine tamamen kıpırdamadan durdu, ama pek de cesareti yoktu…
O tereddüt anında, Chu Wanning çoktan bir mesafe kat etmiş ve kükreyen su perdesinin içine adım atmıştı ya da daha doğrusu aceleyle, saklanmıştı.
※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※
Yazarın Notları:
Bu mini tiyatro, eski bir şakadan *kafasını kaşır*
Mo Ran: Um… Başlık zaten Shizun’a zeminin kaygan olduğunu hatırlattı, Shizun neden hâlâ kayıyor? (LOL)
Chu Wan Ning: …“dikkatli kay”2 diye telaffuz edilmiyor mu?
※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※
Dipnotlar
- 妙音 池 Miaoyin Kaynakları’ndaki miao yin, güzel (müzikal) sesler / tonlar anlamına gelir.
-
Başlık 小心 地 滑
小心 dikkatli olmak / dikkat etmek anlamına gelir
地 “dì” olarak telaffuz edildiğinde zemin anlamına gelir, ancak “de” olarak telaffuz edildiğinde, bir fiilden veya sıfattan önce onu önceki değiştirici bir zarfa bağlamak için kullanılan yapısal bir parçacıktır, mesela -ly (slow-slowly)
滑 “kaymak” anlamına gelir
yani 小心 地 滑 “小心 dikkatli olun 地 滑 zemin kaygan” veya “小心 地 dikkatlice 滑 kay” olabilir.