ERHA – 201. Shizun, Seni Nasıl Aşağılayabilirim ki?

>> Uyarı! 207. bölüme kadar çoğu bölümde kan, vahşet ve uzuvların parçalanmasını içerir.

            Bitan Malikânesi’nden ayrılmak, Huang Xiaoyue’nin oyalanmak için öne sürebileceği tüm bahaneleri ortadan kaldırmıştı; artık dağa tırmanmaktan başka seçeneği kalmamıştı.

            Mo Ran’in vakit kaybetmeye hiç niyeti yoktu; hızla yarığı geçti, ardından Jiangdong Salonu’nun müritleri onu takip etti. Bariyeri geçmelerinden hemen sonra, arkalarındaki gruptan çığlıklar yükseldi.

            Her yerde ölüler vardı. Yerde yatıyorlar, ağaçlardan sarkıyorlar, yokuşu karıncalar gibi kaplıyorlardı. Hareket ediyor, sürünüyor, kasılıyor, kıvranıyor ve yavaş yavaş dirilere doğru ilerliyorlardı.

            Cesetlerle dolu bir dağa girmişlerdi.

            Bu manzara karşısında Huang Xiaoyue yalnız başına öne çıktı. Atkuyruğu süpürgesini savurarak birkaç hortlağın kafasına vurdu. Bu yaşlı adam bu cesareti nereden bulmuştu? Mo Ran daha ne olduğunu anlayamadan, Huang Xiaoyue tiz bir çığlık attı. Yere yığıldı, uzuvları komik bir şekilde açılmıştı, gözleri arkaya kaymıştı, kanlı tükürükler kusuyordu.

            Mo Ran afallayıp sadece bakakaldı.

            Jiangdong Salonu’nun müritleri ileri atıldılar. “Huang-qianbei—”

            “Qianbei…”

            “Endişelenmeyin. Ağır yaralandım ama savaşmaya devam edebilirim.” Huang Xiaoyue doğrulmaya çalıştı, ama dizleri onu taşımadı. Yeniden yere yığıldı, zor nefes alıyordu.

            “Qianbei, en iyisi aşağıda dinlenin,” dedi kaygılı bir mürit. “Burada çok fazla şeytani enerji var. Kalbinize iyi gelmez.”

            “Evet evet!” diye başka bir ses destek çıktı.

            Huang Xiaoyue kan ve balgamdan oluşan iğrenç bir karışım öksürerek büyük bir gösteri yaptı. Bu tiyatroyu istediği noktaya kadar sürdürdükten sonra, yüzüne büyük bir pişmanlık ifadesi takındı. Ve sonunda, cübbesiyle büyük bir gösterişle, Jiangdong Salonu’nun çoğu müridini yeniden bariyerin dışına çıkardı. Adeta aşağıya doğru akan bir sazan sürüsü gibiydiler. Bariyer, içeri girmeyi engelliyordu ama dışarı çıkmayı engellemiyordu. Kısa süre içinde dağda yalnızca birkaç Jiangdong müridi kalmıştı.

            Tam o sırada, yumuşak yokuştan aşağı doğru ilerleyen genç bir adam belirdi. Saçları uzun ve solgun altın rengindeydi, gözleri yeşim yeşiliydi, ifadesi ise durgundu. Mo Ran’i görünce, ikisi de şaşkınlıkla birbirine baktı.

            İlk tepkiyi Mo Ran verdi. “Mei-xiong?”

            Mei Hanxue soğukkanlılıkla başını salladı.

            “Shizunumu ve diğerlerini gördün mü?” diye sordu Mo Ran, aceleyle.

            “Hepsi ilerideler.” Konuşurken Mei Hanxue’nin arkasında bir ceset doğruldu. Mo Ran tam uyarmak üzereydi ki, bir kılıç soğuk bir parıltıyla havada belirdi. Mei Hanxue arkasına bile bakmadan silahını çekmiş ve cesedin göğsünde koca bir delik açmıştı. Kılıcı çıkarırken ıslak bir ses yankılandı, bıçağı kapkara kanla kaplıydı. Soğuk ifadesiyle kılıcını temizledi, sonra Mo Ran’e şöyle dedi: “Bu patikadan dümdüz git, ilk yol ayrımından sola dön. Hortlaklar çok fazla. Herkes yol açmaya çalışıyor.”

            Mo Ran teşekkür etti. Tam ilerlemek üzereyken, Mei Hanxue ona tekrar seslendi. “Bir dakika.”

            “Mei-xiong’un bir isteği mi var?”

            “Mn. Saray lideri Rong Hanım’ın arkadaşıydı. Endişelenmiş—beni Rufeng Sekti’nden iki kişiye göz kulak olmam için gönderdi. Onlar nasıl? Hâlâ dışarıdalar mı?”

            Mo Ran derin bir rahatlama hissetti. “Evet, bariyerin dışında bekliyorlar. Nangong Si kendine bir hapsetme laneti yaptı. Huang Xiaoyue de aşağı indi; korkarım yine başlarına iş açacak. Eğer göz kulak olursan çok minnettar olurum.”

            Mei Hanxue dudaklarını büzdü ama başka bir şey söylemedi. Zarif bir sıçrayışla bariyerden geçip gözden kayboldu.

            Mo Ran hızla dağa tırmanmaya devam etti. Bu kadar çok hortlak varken, yol boyunca birkaç yenik düşmüş efsuncunun cesedine rastlaması hiç şaşırtıcı olmazdı. Ama garip bir şekilde, karşısına sadece parçalanmış ve çürümekte olan cesetler çıkıyordu. Elbette iğrençlerdi, ama aralarında hiçbir efsuncunun kalıntısı göze çarpmıyordu. Acaba bu, sektlerin sadece en yetenekli kişileri getirmesinden ötürü müydü?

            Bunu düşünmeye vakti yoktu; hortlakları temizlemek için dövüşe atıldı. Daha önce çoktan alt edilmiş, zayıf ve yerde titrer haldeki cesetler karşısına çıkmıştı. Ama Mo Ran yeni hortlaklarla karşılaştıkça, durum daha da garipleşiyordu. Onlarla dövüşmek fazlasıyla kolaydı—diriltilmiş savaşçı bedenlerinden beklenecek türden bir güç kesinlikle yoktu. Sanki tavuk bile bağlayamayacak kadar zayıf, sıradan insanları biçiyordu.

            Mo Ran’in huzursuzluğu katlanarak arttı. Zihninde korkunç bir düşünce şekillenmeye başlıyordu.

            “Aaaaargh!”

            Bir ceset, saçları yüzünü kapatmış şekilde ağaçtan sarkmış, Mo Ran’in boğazına atılmıştı. Mo Ran geriye sıçradı, ceset ise başını çevirerek onu takip etti. Burun delikleri genişledi, kemikli parmaklarını Mo Ran’in omzuna gömdü ve çürümüş yüzünü onun yüzüne doğru itti.

            İçinde tarif edilemez bir tiksinti yükselmesine rağmen, Mo Ran stratejik düşünmeye devam etti. Attığı güçlü bir tekmeyle cesedi hortlak ordusunun arasına fırlattı, yaklaşmakta olan birkaç hortlağı da yere serdi.

            “Mo Ran!”

            Xue Meng dövüşerek onun yanına ulaştı, soluk soluğaydı; yanaklarına kara kan sıçramıştı, gözleri ateş gibi yanıyordu. “Neler oluyor?” diye alçak sesle sordu. “Bu cesetler de neyin nesi? Sayıyla mı tüketmeye çalışıyorlar bizi? Neden hepsi bu kadar zayıf?”

            Mo Ran’in bakışları soğuk ve belirsizdi. Bir zamanlar İmparator Taxian-jun olarak pek çok kötü büyüyü okumuştu ve olup bitenle ilgili belirsiz bir şüphesi vardı. Ama elinde yeterli kanıt yoktu.

            “Bu hortlaklar efsuncu değil,” dedi Mo Ran, dişlerinin arasından. “Bunlar sıradan insanlar.”

            “Ne?!” Xue Meng şaşkınlıkla ona döndü. “Hepsi kül olmuş neredeyse, nasıl efsuncu olmadıklarını anlayabiliyorsun? Kadın mı erkek mi, o bile seçilmiyor!”

            Mo Ran yanıt vermek yerine başka bir soru sordu: “Seninle dövüşseydik ve ben zamanında kaçınamasaydım, sen de omzumu yakalasaydın, ne yapardın?”

            “Sen nasıl olur da bana omzunu açık edersin? Bu acemi işi. On iki yaşındaki bir mürit bile böyle bir hata yapmaz.”

            “Neden acemi işi?”

            “Çünkü ruhani özüne çok yakın! Omzunu yakalamamın, ruhani özünün yarısını yakalamamdan farkı yok! Diğer elimle göğsünü delerim, işin biter!”

            “Aynen öyle,” dedi Mo Ran. “Az önce cesetlerden biri omzumu yakaladı.”

            “Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirsin?!” Xue Meng panikle bağırdı. “Ölmek mi istiyorsun?!”

            “Hiçbir şey yapmadı.”

            “Ne?”

            “O kadar yakındı ama diğer eliyle ruhani özüme yönelmeyi düşünmedi bile. Her efsuncuda kendi özünü koruma ve düşmanınkini hedef alma içgüdüsü vardır. Senin de dediğin gibi — on iki yaşındaki biri bile bunu bilir ve öldükten sonra bile bu refleksler bedende kalır. Ama o ceset bunu yapmadı.” Mo Ran devam ettiğinde sesi sertti: “Neden yapmadı? İki ihtimal var: ya yapamıyordu ya da aklına bile gelmedi.”

            Xue Meng ona dik dik baktı.

            “Uzuvları sağlamdı, ben de tamamen açıktaydım. Yani ilk ihtimali eleyebiliriz,” dedi Mo Ran. “Demek ki fırsatı fark edemedi… Bu bedenler muhtemelen sıradan halka ait. Ölümden sonra, usta efsuncularla boy ölçüşemezler. Bak, bunca dövüşe rağmen kimse çizik bile almadı.”

            “Bu nasıl olur?” dedi Xue Meng şaşkınlıkla. “Xu Shuanglin neden bu kadar çok ölü sıradan insanı Huang Dağı’na yığsın ki? Eğer cesetleri kontrol edebiliyorsa, neden efsuncuların cesetlerini kontrol etmiyor?”

            “Yine aynı cevap: ya yapamıyor ya da aklına gelmedi.”

            “Aklına gelmemiş olamaz!”

            “O zaman geriye tek seçenek kalıyor: yapamıyor.” Mo Ran’in bakışları kararmıştı. Gözlerinde Jiangui’nin yakut kırmızısı kıvılcımları dans ediyor, gecenin engin denizine düşen erimiş demir gibi parlıyordu. “Xu Shuanglin’in ruhani gücü, Zhenlong Satranç Düzeni’yle bu kadar çok efsuncuyu kontrol edecek kadar güçlü değil.”

            “Ama bu cılızları kontrol etmenin ne faydası var ki?” Xue Meng bir sıra hortlağı tekmeleyerek yere serdi, gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Bunun ne anlamı var? Kimseyi durduramaz ki bunlar.”

            Mo Ran sessiz kaldı. Aklındaki varsayım gittikçe netleşiyor, keskinleşiyordu. Cesetlerle dövüşen efsuncuları gözden geçirdiğinde garip bir şey fark etti: Efsuncular hortlakların kol ya da başlarını kestiklerinde, cesetler yere yığılıyordu. O anda, topraktan incecik bir sarmaşık filizleniyor ve cesetlerin göğsüne saplanıyordu. Sarmaşık kalbin etrafına dolanıyor, sonra hafif bir pap sesiyle onu toprağa çekip ortadan kayboluyordu.

            Bu manzara kaçırılamayacak gibi görünse de ortam fazlasıyla kaotikti ve herkes dövüşmekle meşguldü. Sarmaşıklar o kadar küçüktü ki, ancak birisi kenarda durup gözlem yaparsa fark edilebilirdi.

            “Mo Ran?”

            Xue Meng birkaç kez adını seslendi, fakat Mo Ran sanki onu hiç duymuyordu.

            Birdenbire Mo Ran havaya sıçrayarak bir cesedi boynundan yakaladı, avucunun içinde gizlediği hançerle göğsünü yardı. Siyah kan yüzüne fışkırdı.

            Xue Meng’ın ağzı açık kalmıştı. Hızla birkaç adım geri çekildi, ne diyeceğini bilemedi. Mo Ran aklını mı yitirmişti…?

            Keskin hatlı yüzünü yana çeviren Mo Ran, cesedin büzülmüş, gri kalbini göğsünden söküp parmaklarının arasında ezdi.

            İçinden siyah bir satranç taşı çıktı. Bu bir sürpriz değildi. Huang Dağı’ndaki cesetler ancak Zhenlong Satranç Düzeni’nin kontrolü altında bu şekilde savaşabilirdi. Ama Mo Ran’in asıl aradığı bu siyah taş değildi. Berbat kokuya dayanarak kan ve iç organların arasında aranmaya devam etti.

            Xue Meng artık dayanamamıştı; iki büklüm olup kustu. “Sen! Deli misin? Bu… iğrenç ötesi… Öğk…”

            Mo Ran onu hiç umursamadı. Parmaklarını pıhtılaşmış kana daldırıp aradığı nesneye uzandı. Satranç taşının arka yüzüne sarılmış halde minicik, kıpkırmızı bir böcek vardı. Bir ruh yiyici.

            Aniden, yerden bir düzine sarmaşık fırlayıp Mo Ran’in kanlı ellerine doğru atıldı. Mo Ran eğilerek kaçındı ama sarmaşıklar giderek hızlanmıştı, sanki o satranç taşını ve üzerindeki böceği toprağın altına götürmeye kararlıydılar.

            Artık Mo Ran’in Xu Shuanglin’in planları ve kullandığı yöntemler hakkındaki tahminleri tamamen doğrulanmıştı. Tüyleri diken diken oldu, kanı dondu. Dünyada böyle karanlık, yasak bir tekniği icat edebilecek tek bir kişi vardı — geçmiş yaşamın Taxian-jun’ünün ta kendisi!

            Nasıl Geri Dönen Dalgalar Mührü Chu Wanning’in yaratımıysa, şu an önünde duran her şey — bu satranç taşı, bu ruh yiyici, bu ceset ordusu, bu strateji — Mo Ran’in çok iyi bildiği bir büyüye işaret ediyordu: Ortak Kalp Dizilimi.

            Önceki yaşamında, bu büyüyü bizzat kendisi icat etmişti.

            Mo Ran öncesinde sadece şüphe duymuşsa da şimdi bu tekniğin ortaya çıkışı onun için kesin kanıt olmuştu. Bu da iki gerçeği ortaya koyuyordu. Birincisi, bu dünyada yeniden doğmuş başka biri daha vardı. İkincisi, bu kişi Taxian-jun’ün yöntemlerine son derece hâkimdi.

            Mo Ran’in elleri titriyordu. Parmaklarının arasından kara kan damlıyordu; siyah satranç taşını ve kırmızı böceği sımsıkı tutuyordu. Sarmaşıkların vuruşlarından kaçarken aklı karmakarışıktı. Şaşkınlık ve şok içinde kaybolmuştu, geçmiş yaşamdan dağınık anılar zihnini doldurmaya başladı.

            Başlangıçta, henüz on dokuz yaşındaydı.

            Semavî Yarık yeni onarılmıştı ve Shi Mei’in ölümü hâlâ taptazeydi. Kimsenin haberi olmadan, Mo Ran neredeyse yarım yıldır Zhenlong Satranç Düzeni’ni gizlice öğreniyordu. Ama hiç başaramamıştı—bugüne kadar.

            On dokuz yaşındaki Mo Weiyu, yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Yavaşça gözlerini açtı. Parmaklarını açtığında, avucunun içinde gece gibi karanlık iki satranç taşı vardı — şimdiye kadar arıtabildiği ilk Zhenlong taşları.

            Binlerce yöntem denemiş, sayısız kez başarısız olmuştu. Yasak büyü parşömenlerindeki karmaşık talimatları çözememişti ama Chu Wanning’e de ne anlama geldiklerini soramıyordu. O zamanlar Chu Wanning’le konuşmak istemiyordu bile; Shi Mei’in ölümü aralarında asla kapanmayacak bir uçurum yaratmıştı. Artık sadece ismen usta-mürit idiler, gerçekte değil. Karanlık planlarını dünyaya açıklamadan önceki birkaç ayda, o beyazlar içindeki adamla bazen karşılaşırdı. Ama her seferinde Mo Ran onu görmezden gelir, tek kelime etmeden yoluna devam ederdi.

            Aslında, bazen Naihe Köprüsü’nde karşılaştıklarında Mo Ran, Chu Wanning’in konuşmak ister gibi göründüğünü fark ederdi. Ama Chu Wanning’in gururu onu seslenmekten alıkoyardı ve Mo Ran de ona düşünme fırsatı tanımazdı. Ters yönde yürür, asla arkasına bakmazdı. Ve sonunda, sadece birbirlerinin yanından geçip giderlerdi.

            Mo Ran aylarca o dağınık parşömenler üzerinde didinmişti. Sonunda, hiç kimse ona yardım etmese de Zhenlong Satranç Düzeni’nin özünü kavrayacak kadar anlam çıkarmayı başarmıştı.

            Her satranç taşı, ister siyah olsun ister büyücünün iradesini paylaşabilen daha güçlü beyaz, mutlaka büyücünün ruhani enerjisinden arıtılmalıydı. Her bir taşın gerektirdiği ruhani enerji korkunçtu. Bir siyah taş, bir dövüşte yüz hamle yapacak kadar enerji gerektirirdi. Bir beyaz taş ise, Chu Wanning gibi büyük bir zongshi’nın ruhani enerjisini bir anda tamamen tüketmekle eşdeğerdi. Ne kadar zeki, ne kadar bilgili olursan ol; yeterli ruhani enerjin yoksa bu tekniği uygulayamazdın.

            Mo Ran son derece yetenekliydi ve doğuştan bolca ruhani enerjiye sahipti ama hâlâ yirmisine bile basmamış genç bir adamdı. Tüm gücünü harcayıp, sayısız kez başarısız olduktan sonra bile yalnızca iki siyah taş arıtabilmişti.

            Ve işte o anda, bu taşlar avuçlarındaydı.

            O siyah taşlara baktı, gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdi. Odadaki tek ışık, titrek bir şekilde yanan bir mumdu ve Mo Ran’in yüzüne ürkütücü gölgeler düşürüyordu.

            Başarmıştı.

            O zamanlar kaç piyon gerekeceğini hiç düşünmemişti. Bu basit başarı onu baştan aşağı saran bir coşkuyla doldurmuştu. Başarmıştı!

            Yüz hatları ne kadar yakışıklı olursa olsun, yüzü o anda vahşi bir kötülükle çarpılmış gibiydi. Yarı sevinçten, yarı da iki satranç taşının ruhani gücünü neredeyse tamamen emmesinden ötürü başı dönerek karanlık efsun odasından dışarı adım attı. Dışarı çıkarken sanki içi oyulmuş, bomboş gibiydi. Parlak güneş ışığı gözlerini kamaştırdı, dünya etrafında dönüyor gibiydi, nefesi kesilmişti.

            Yüzü önce kızardı, sonra bembeyaz oldu; manzara gözlerinin önünde titreyip dalgalanıyordu. Uzakta, Sisheng Tepesi’nden iki müridin yaklaştığını gördü. Bilincinin son kırıntılarıyla iki siyah satranç taşını qiankun kesesine tıkıştırdı. Sonra dizlerinin bağı çözüldü — yere yığıldı ve bilincini yitirdi.

            Bir süre sonra, uyanıklıkla rüya arasındaki o sisli çizgide yürürken, birisinin onu mürit yatakhanesine geri getirdiğini fark etti. Dar yatağında yatıyordu. Göz kapaklarının arasından baktığında, yanında oturan silik bir figür gördü.

            Mo Ran ateşten sayıklıyordu; bu kişinin yüz hatlarını seçemiyordu. Yine de o bakışın içinde büyük bir endişe, dikkat ve sıcaklık hissetti; hatta kendine yöneltilmiş ince, keskin bir pişmanlık bile vardı.

            “Shi…”

            Mo Ran’in dudakları aralandı ama sesi o kadar kısıktı ki, tek heceden fazlasını çıkaramadı. Fakat gözyaşları engel tanımayıp özgürce süzüldü.

            Beyazlar içindeki figür tereddüt etmiş gibiydi. Sonra Mo Ran yüzünde sıcak bir avuç hissetti, gözyaşlarını siliyordu. O kişi hafifçe iç çekti. “Yine neden ağlıyorsun?”

            Mo Ran yanıt veremedi.

            Shi Mei, geri döndün. N’olur gitme… Ölme… Beni yalnız bırakma… Annem bu dünyadan gittiğinden beri, bana senin kadar nazik davranan hiç kimse olmadı… Beni hor görmeyen, yanımda kalan başka kimse yok…

            Shi Mei, gitme…

            Yanaklarından akan sıcak gözyaşlarını durduramadı. Çocukça gelse de uzun uzun rüyalar görerek uykusunda ağlamıştı.

            Yatağının başındaki kişi hiç kıpırdamamıştı. Bir süre sonra Mo Ran’in elini avucunun içine aldı. Tek kelime etmedi, ama oradaydı — yanında kaldı, bir an bile ayrılmadı.

            Mo Ran, qiankun kesesi içindeki iki Zhenlong satranç taşını düşündü. Günahın kaynağıydılar, kötülüğün tohumlarıydılar. Ama aynı zamanda, göğe ve dünyaya karşı kullanacağı zor elde edilmiş kozlardı. Satranç taşı arıtmak yalnızca ruhani enerji gerektirmezdi — bunun için o, lekesiz ruhlarından birini feda etmişti.

            Islak kirpiklerinin altından Mo Ran’in bakışları bulanıktı. Shi Mei’in görüntüsüne bakarak mırıldandı: “Üzgünüm… Hâlâ burada olsaydın, ben…”

            Ben de bu yolu seçmek istemezdim.

            Ama cümleyi bitirecek gücü yoktu. Yeniden bilinçsizliğe gömüldü.

            Bir sonraki uyanışında, beyazlar içindeki adam gitmişti. Mo Ran bunun sadece bir yarı-uyku hayali olduğuna inandı. Ama bir şeyi hatırladı: odasında daha önce bir tütsülük yanıyordu. Xue Zhengyong onu sinirlerini yatıştırmak için koymuştu. Kaliteli bir tütsüydü, ama Mo Ran bu kokudan hoşlanmazdı. Şimdi, o tütsü söndürülmüştü. Uzun bir tütsü halkasıydı, ama tamamlanmamıştı — biri gelmiş ve onu söndürmüştü.

            Kim gelmişti?

            Mo Ran doğrulup oturdu, dalgın bakışlarla tütsülüğe baktı, ama bir sonuca varamadı. Bir süre sonra boş verdi. Giysilerinin, takılarının ve kutsal silahının masasında düzgünce yerleştirildiğini fark etti. Ve onların arasında, qiankun kesesi de vardı.

            Panikle irkilen Mo Ran, çıplak ayakla yataktan fırlayıp qiankun kesesini kaptı. Bayılmadan önce ipini üç düğümle sıkıca bağlamıştı. Şansı yaver gitmişti—üç düğüm de hâlâ yerindeydi, hiç dokunulmamıştı. Mo Ran düğümleri çözdü ve derin bir nefes verdi. Kesenin içini karıştırırken o iki Zhenlong satranç taşını fark etti—ışıksız bir gece kadar karanlık, bir köşede sinsi gözler gibi bekliyorlardı. Sanki onu tümüyle yutabilecekmiş gibi duruyorlardı.

            Mo Ran uzun süre o iki taşa baktı.

            Belki de bunda kaderin parmağı vardı—eğer Chu Wanning, Mo Ran’in qiankun kesesine bakmış olsaydı, o andan sonrası tamamen farklı olurdu. Ama Chu Wanning, sebepsiz yere başkalarının eşyalarını karıştıracak biri değildi. Cepleri sonuna kadar açık olsa bile ikinci kez bakmazdı.

            Mo Ran taşları çıkardı. Boğazı düğümlendi, kalbi davul gibi atıyordu. Şimdi ne olacaktı? Bu taşları nasıl kullanacaktı? Bunlar emeğinin ilk meyveleriydi, denemek için sabırsızlanıyordu. Ama kimin üzerinde?

            İlham, yıldırım gibi çarptı. Kafasında şeytani, çılgınca bir fikir filizlendi.

            Chu Wanning.

            Chu Wanning’in içine bir satranç taşı yerleştirmek istiyordu.

            Bir kez içinde olduğunda, bu duygusuz, ikiyüzlü adam onun her isteğine boyun eğer miydi? Asla karşı gelmeye cesaret edemez ve emrettiği anda diz çöker miydi? Mo Ran, Chu Wanning’i dizlerinin üstüne çöktürüp ondan özür diletebilir miydi? Onu ayaklarının dibinde sindirebilir miydi? Chu Wanning’in ona “efendim” diye hitap etmesini sağlayabilir; onu yaralayabilir, bıçaklayabilir, parçalara ayırabilirdi!

            Coşku Mo Ran’in gözlerindeki ışığı sardı. Evet, ona işkence edebilirdi. Ama bu kibirli efsuncunun en derin acıyı, en büyük aşağılanmayı yaşamasını nasıl sağlayabilirdi?

            Aşağılama…

            Mo Ran taşları sımsıkı tuttu. Ağzı kuruydu, dakikalar geçtikçe daha da kuruyordu. Heyecan ve tedirginlik dalgalar hâlinde üstüne geliyordu. Çatlamış dudaklarını yaladı. Delicesine arzuluyordu bunu; Chu Wanning’in solgun boynunu önünde eğdiğini görmek istiyordu. Elini uzatıp ona dokunmayı, dokunuşuyla titrediğini hissetmeyi ve sonra…

            Boynunu mu kıracaktı? Kemiklerini mi çatırdatacaktı?

            Mo Ran memnuniyetsizlik hissetti. Nedense bu düşünce anlamsız ve yetersiz gelmişti. Chu Wanning’in ölmesi can sıkıcı olurdu. Fikri bile Mo Ran’in sinirlerini bozmuştu. Onun ağladığını, süründüğünü görmek istiyordu; ölmekten beter bir yaşam sürmesini, öfke ve utanç altında ezilmesini…

            Öfkesini boşaltabileceği daha tatmin edici bir yol olmalıydı.

            Bir taşı dudaklarına götürdü. Soğuk yüzeyine bastırdığı dudaklarının arasından fısıldadı, “Artık beni durduramazsın, Chu Wanning. Yakında, o gün gelecek… Seni…”

            Seni ne yapacağım?

            On dokuz yaşındaki hâliyle, içindeki bu arzunun büyük ölçüde şehvetten ve ilkel bir hâkimiyet dürtüsünden kaynaklandığını henüz anlamıyordu. Ama o zaman bile, içindeki kötülüğün ilk tohumunu alıp Chu Wanning’in bedenine ekme isteği, içgüdüsel ve korkutucu bir erkek güdüsüyle onu ele geçirmişti.

            Onu kirletmek istiyordu.

            Mo Ran ayağa kalktı. Kapıyı açtı ve odadan dışarı çıktı.

Yazarın Notları:

Bugün yapılacak çok fazla şey vardı, bu yüzden Weibo’daki yorumları ve etiketleri düzenlemeye vakit bulamadım. Hepsini yarına bırakıyorum~~ Kusura bakmayın ya, tam anlamıyla insanın tepetaklak olduğu bir gündü QAQ. Bugün mini tiyatro yazmaya da zaman kalmadı, yorgunluktan bayıldım.

0.5: Ne mini tiyatrosu istiyorsunuz, ben zaten başlı başına bir mini tiyatroyum.

2.0: Hadi oradan, senden olsa olsa gece yarısı yayınlanan mini tiyatro olur.

0.5: Dün bana “okuma yazma bilmez cahil” dedin, sustum. Ama şimdi de “gece yarısı mini tiyatrosu” mu diyorsun? Senin ne yüzle konuştuğunu merak ediyorum???