Sıradağlara girişlerinin ilk günü sorunsuz geçti, ancak ikinci gece, herkes meditasyon yapıyor veya dinleniyorken bir aksilik meydana geldi.
Efsunculardan biri, gece yarısı tuvalet ihtiyacını görmek için ormana gitmişti. İdrar kesesini boşaltırken bacağı kaşınmıştı ve baktığında uyluğuna konmuş, kanla dolmuş dev bir sivrisinek fark etmişti. Sivrisineği hızlı bir tokatla ezdi, sonra alışkanlıkla ekledi: “Siktir git, lanet kan emici.”
Ormanın içinden uğursuz bir hışırtı yükseldi. Panikleyen efsuncu, birden Nangong Si’nın uyarısını hatırladı. Pantolonunu bile çekemeden, koşarak tüm gücüyle bağırdı: “İmdat! Shizun! Bana yardım et!”
Bu efsuncu Jiangdong Salonu’ndan bir müritti ve Huang Xiaoyue’nin beraberinde gelen biriydi. Çaresiz çığlığı, durgun bir havuza düşen bir kaya gibi dev dalgalar yarattı. Yolcular uykularından uyandı ve ormandan fırlayarak onlara doğru gelen korkmuş Jiangdong Salonu efsuncusunu gördü. Aynı anda hem koşuyor hem de ağlıyordu, poposu dışarıdaydı, çükü sallanıyordu. Peşinden en az yüz kara yılan tıslaya tıslaya geliyordu; birkaç tanesi bileklerini sarmıştı bile.
“Benim müridim mi?” Huang Xiaoyue nefesini tuttu.
“Oraya gitme!” diye Nangong Si bağırdı.
Mürit koşarken feryat ediyordu, ama giderek daha fazla yılan üzerine dolanıyordu. Nihayet sendeleyip yere düştü. “Shizun!” diye uludu. “Shizun, kurtar beni!”
Huang Xiaoyue ona koşmak üzereyken Nangong Si konuştu: “Bu yılanlar uğursuz ejderhanın bıyıklarından yaratılmıştır. Her birini öldürdüğünde, yerine iki tane daha gelir ve peşini asla bırakmazlar. Eğer bu Huang-daozhang’ı korkutmuyorsa, buyursun denesin.”
Nangong Si’nın sözleri Huang Xiaoyue’yi dehşete düşürdü. Korkaklığını haklı çıkarmak için hızlıca bir bahane buldu: “Büyük resmi göz önünde bulundurmalıyız, büyük resmi.” Kendi müridinin bir yılan denizi tarafından yutuluşunu izledi. Yılanlar onu aşağı çekerken adam acı içinde kıvranıyordu. Tümüyle siyah bir kütle haline gelmişti; yavaş ama kesin biçimde toprağa gömülüyordu. Kıvrılarak çekilen yılanların ardından ortada sadece bir kan gölü kalmıştı; tek bir kemik ya da kıkırdak zerresi bile görünmüyordu.
Bundan sonra, yolculuğun son gününde kimse gereksiz bir kelime bile etmedi. Herkes konuşunca hata yapma olasılığının arttığını anlamıştı. Xue Zhengyong, hem kendisine hem de Xue Meng’a sessizlik büyüsü yaptı, çünkü ikisi de doğaları gereği akıllarından geçenleri söylemeden duramazdı. Gökler korusun, ya bir anlık dalgınlıkla “it herif” deyiverirlerse de göz açıp kapayıncaya dek yılanlara yem olurlarsa?
Grup, Panlong Sıradağlarını daha dikkatli geçiyordu. Üçüncü günün gecesi geç saatlerde, nihayet Jiao Dağı’nın eteklerine—Rufeng Sekti’nin kahramanlar mezarına ulaştılar.
Jiao Dağı’nın bariyeri, Huang Dağı’ndan farklıydı. Jiao ejderhası aldatmacadan nefret ederdi, bu yüzden kurduğu bariyerde hiçbir gizleme büyüsü yoktu—yolcular dağın ardını bütün açıklığıyla görebiliyordu.
Jiang Xi yukarıya bakarak sordu: “Demek Rufeng Sekti’nin savaşçılarını gömdüğü yer burası, öyle mi?”
Nangong Si’nın yüzü ay ışığıyla parlıyordu. “Evet,” diye yanıtladı kısa bir duraksamanın ardından.
Jiao Dağı bir zamanlar şeytani bir ejderhaydı. Rufeng Sekti’nin kurucusu yaratığı yenmiş ve onunla bir kan anlaşması yapmıştı; sonra da büyük bir dağa dönüşerek Rufeng Sekti’nin yüzyıllık kahramanlarını, hazinelerini ve atalarının tapınaklarını korumuştu. Nangong Si, hatırlayabildiği kadarıyla her kış gündönümünde babasıyla bu dağa gelir, mezarları temizler ve atalarına saygı gösterirdi. Her seferinde, tepeye uzanan sonsuz beyaz merdivenleri ve gölge muhafızlarının sıralandığı yolu izlerdi. Gölge muhafızlarının yeşil cübbeleri rüzgârda dalgalanır, sektin genç efendisine selam verirlerdi. Zirveye doğru ilerlerken kulaklarında diz çökmüş kalabalığın haykırışları hafifçe çınlardı. En yukarıdaki atalar tapınağında ise babasını, çoktan kurban ayinlerini hazırlamakta bulurdu.
“Nangong-gongzi, şimdi kederlenmenin sırası değil,” bir ses araya girdi. “Savaş kapıda—bariyeri hemen aç, böylece geçip o canavarı yok edebiliriz.”
Nangong Si, omzunun üzerinden baktığında konuşanın Huang Xiaoyue olduğunu gördü. Rufeng Sekti’nin ihtişamlı günlerinde, Huang Xiaoyue gibi biri, Nangong Si ona on kez tokat atsa bile böyle küstahça konuşmaya cesaret edemezdi. Ama şimdi, Huang Xiaoyue, Nangong Si’nın ata mezarının önünde ağzına geleni söylemekten çekinmiyordu. Nangong Si öfkesini yuttu, dişlerini öyle sıktı ki azı dişleri sızlamaya başladı.
“Herkes geri çekilsin,” diye bağırdı ve kapıya tek başına yöneldi.
Kapının iki yanında, kükreyen aslan biçiminde mezar muhafızı heykeller duruyordu. Ruhani taştan oyulmuşlardı, sadece ayak parmakları beş yaşındaki bir çocuğun boyundaydı ve kafalarında üç yüz bulunuyordu; bazıları nazik, bazıları sertti. Her yükselmiş pençede farklı bir silah vardı ve bileklerini saran zırhlar bulunuyordu. Bu tür mezar muhafızlarının genellikle iri, tetikte gözleri olurdu, ama garip bir şekilde, bu heykellerin gözleri kapalı ve kaşları çatılmıştı. Tedirgin edici bir manzaraydı.
Nangong Si, kol yeninden bir ok çıkardı, gözünü bile kırpmadan parmağını deldi. Heykellere kendi kanıyla bir büyü dizisi çizdi ve seslendi: “Ben, Rufeng Sekti’nin yedinci kuşak torunu Nangong Si, saygılarımı sunarım.”
Yer sarsıcı bir gürültü karşılık verdi.
“Heykel!” İzleyicilerden saf ruhlu biri bağırdı. “Gözleri açıldı!”
Mo Ran kalabalığın içinden yukarı baktı. Durum acil olmasaydı, heyecanlı efsuncuya, sadece birinin değil, ikisinin de açıldı, derdi. Kapının her iki yanındaki mezar muhafızının gözleri aniden açılmış, irisleri kehribar gibi parlıyordu, gözbebekleri yılan gibi kısıktı.
“Nangong Si.” Soldaki heykel konuştu, sesi derin bir vızıltıydı. “Rufeng Sekti’nin yedi tabusunu hatırlar mısın?”
“Rufeng Sekti’nin bir beyefendisi olarak, açgözlülüğe, kine, aldatmaya, katliama, müstehcenliğe, yağmaya veya fetih hırsına kapılmamalıyım,” diye yanıtladı Nangong Si.
Huang Xiaoyue alaycı bir burun çekti. “Kulağa ne kadar da hoş geliyor.”
Yalnız da değildi—kalabalığın çoğu sessizce, mevcut Rufeng Sekti’nin durumu göz önüne alındığında, bu yedi tabunun gerçekten ironik olduğunu düşündü.
Sağdaki heykel sıradaki konuşmayı yaptı, sesi çağlar boyunca yankılanıyordu sanki: “Nangong Si, yukarıda her şeyi bilen gökyüzü, aşağıda sınırsız Sarı Pınarlar. Âlemde dolaşırken, kalbinde suçluluk taşır mısın?”
“Kalbimde suçluluk taşımıyorum.”
Nangong Si bu yanıtları küçükken ezberlemişti. Nangong ailesinin her üyesi, istisnasız, kahramanlar mezarına girmeden önce bu iki soruyu cevaplamalıydı. Rufeng Sekti’nin kurucusu, torunları atalarının öğretilerini hatırlasın ve dağa gelip saygılarını sunduklarında kendilerini sorgulasınlar diye bu kuralları koymuştu. Nangong Si o anda merak etti—bunca yıl boyunca babası buraya gelip kurbanlarını sunarken ve atalarına saygı gösterirken, hiç mi en ufak bir duygu kıpırtısı, en ufak bir pişmanlık hissetmemişti? Yoksa bu soru-cevap ritüelini sadece bir kilit ve anahtar gibi mi görüyordu, sadece bariyeri açmanın bir yöntemi olarak mı?
Önündeki bariyer çözüldü. İki aslan kükreyerek harekete geçti, yavaş bir saygı selamıyla diz çöktüler. “Efendimizi geçmeye davet ediyoruz.”
Nangong Si bir an durdu, kalabalığa sırtını dönerek bekledi. Kimse—Ye Wangxi bile—ifadesini göremiyordu. Naobaijin, ok kılıfından sızlandı, kar beyazı patileriyle kılıfın kenarına tutunmuştu.
“Haydi gidelim,” dedi Nangong Si sonunda ve Jiao Dağı’nın sınırını geçti.
Xue Zhengyong sessizlik büyüsünü kaldırdı. “Burada hâlâ dilimize dikkat etmemiz gerekiyor mu?”
“Gerek yok,” diye yanıtladı Nangong Si. “O sadece Panlong Sıradağları için geçerli. Rufeng Sekti’ne zarar vermek isteyenleri uzak tutmak için konmuştu. Şimdi jiao, dağa tırmananların düşman olmadığına karar verdi, bu yüzden ne söylediğiniz artık önemli değil.”
Açıklamasına rağmen, grup sessizce Nangong Si’yı izleyerek dağa tırmandı. Yaklaşık her çeyrek milde bir, yolun iki yanında birer çift burç hayvanı heykeline rastlıyorlardı; biri dişi, diğeri erkekti. İlk önce iki fare, sonra iki öküz, iki kaplan, iki tavşan…
Yolun yarısında, eğim düzleşince, Rufeng Sekti’nin savaşçı mezarlıkları başlıyordu. Mezarlar, yaşamları boyunca kazandıkları başarıya göre artan sırayla dizilmişti. Bu ilk alan, en düşük rütbeli mezarlara aitti. Sekiz ayak boyunda, parlak beyaz yeşimden yapılmış bir dikilitaş önlerinde yükseliyordu; tepesine Sadık Ruhlar sözcükleri kazınmıştı ve altına sayısız isim işlenmişti.
“Nangong ailesinin tüm hizmetkârları buraya gömülmüş diye duydum,” diye fısıldadı Xue Meng, Mo Ran’e. “Binlercesi, hatta daha fazlası.”
Yanılmıyordu: yamaç, göz alabildiğine mezarlarla doluydu.
“Eğer bu binlerce hizmetkâr yeniden canlanırsa ne yapacağız?” diye sordu Shi Mei endişeyle. “Nangong ailesinin hizmetkârları yetenekli. İyi bir mücadele verirlerdi.”
Xue Meng, Shi Mei’in ağzını kapattı. “Şışş, deli misin? Hemen lafını geri al, başımıza uğursuzluk çağırma—”
“Çok geç,” dedi Mo Ran karamsar bir şekilde.
“Hey, nereye gidiyorsun, seni lanet köpek?”
Mo Ran cevap vermedi. Hızlı adımlarla kalabalıktan sıyrıldı ve bir mezar taşına yaklaştı. Bir dizinin üstüne çökerek dikkatlice inceledi.
Rufeng Sekti’nin kahramanlar mezarı sıradan bir mezarlık değildi—mezar höyükleri yoktu. Tabutlar şeffaf yeşimden oyulmuştu, kalın buz bloklarını andırıyordu; sadece alt kısımları toprağa gömülüydü, üst yarısı yer üstünde görünüyordu. Mezarlık, ay ışığında ışıldayan süslü yeşim kemerler dizisine benziyordu.
Bu tür buzlu yeşim, Sisheng Tepesi’nin Ayaz Göğü Salonu’nda kullandığı tabutlarla aynı cinstendi. Cesetlerin çürümesini engelliyor, onları yaşamlarındaki haliyle koruyordu. Mo Ran başını eğdi ve önündeki tabutu dikkatlice inceledi. Hiçbir mezar alanı özenle temizlenmemişti, tabutun üzerinde kalın bir toz tabakası vardı. Bu sayede, Mo Ran, cesedin yüz hatlarının belirsiz siluetini görebiliyordu. Hatları bulanıktı, ancak cesedin şeklinden, bir kadına ait gibi görünüyordu. Mo Ran bakışlarını ondan çekti ve tabutun dışını bir kez daha inceledi. Bir şey onu huzursuz ediyordu, ama nedenini söyleyemiyordu.
Etrafına baktı—kimse izlemiyordu. Avucunu tabuta bastı, gözlerini kapattı ve ruhani enerjiyi yokladı…
Elinde kasılma oldu. Mo Ran’in gözleri açıldı, yüzü solgundu.
Tabutta karanlık bir enerji vardı, ama sadece hafifçe hissediliyordu. Zhenlong Satrancının izine rastlamadı. Yanılmış mıydı?
“Mo Ran!” diye seslendi Xue Meng, kalabalığı takip ettiğinden çoktan biraz uzaklaşmıştı.
“Bir dakika,” diye mırıldandı Mo Ran sessizce. İnce parmaklarını tabutun yüzeyinde gezdirdi ve biriken tozu silerek, tabutu açmadan kadının yüzünü daha net görmeye çalıştı. Ancak incelerken, göz ucuyla bir şeyi fark etti ve durdu.
Neyin garip olduğunu anlamıştı—tozun kendisi tuhaftı.
Tozun tabutun üzerinde duruşunda bir gariplik vardı. Az önce temizlediği yer dışında, başka bir yerde de toz eksikti. Tabutun yan tarafında, farklı uzunluklarda dört kısa çizgi görülüyordu. Kısa bir tereddüdün ardından, incelemek için uzandı. Dört çizgi—tam da birinin mezardan tırmanırken parmaklarını koyacağı yere denk düşüyordu.
Mo Ran’in yüzündeki tüm kan çekildi. Tam ağzını açıp herkese dağa tırmanmamalarını söyleyecekken, arkasında soğuk bir hava akımı hissetti.
Dönüp karşısına baktığında, kemik beyazı bir tenle karşılaştı. Mezarlık elbiseleri giymiş bir kadın, mezar taşının arkasında çömelmiş, doğrudan ona bakıyordu.
İKİNCİ KİTABIN SONU
Pebbles’dan Not: Sonunda geldik ikinci kitabın da sonuna. Bu bölüm basılı İngilizce kitaplarda 7. cildin 2. bölümüne tekabül etmektedir. Böyle düşününce 6 kitap çevirmiş olmamın hayreti içerisindeyim. İkinci kitabı çevirme yolculuğum birinci kitaba göre çok daha uzun sürdü. Birinci kitabı karantinada çevirdiğim için hemen bitmişti, ancak o dönem bitince iş, okul ve hayat yoğunluğundan bu kitabın serüveni uzun sürdü. Sabırla bölüm bekleyen herkese minnettarım. Yoğunluğuma rağmen bu kitabın çevirisine devam etmem için beni motive eden şey güzel yorumlarınız oldu. Bu sebeple wattpad hesabımın kapanmasına da çok üzülüyorum. Onca harika yorumu bir kayıp gibi hissediyorum. Üçüncü kitabın çevirisine de devam edeceğim, fakat şu an aynı zamanda yüksek lisans tezimi yazma aşamasındayım. Bu sebeple düzenli bölüm atmam çok mümkün görünmüyor. Bazen başka arkadaşların bir çevirmen daha gelsin yorumlarını görüyorum ama ben bu romana editör bile bulamıyorum maalesef. Çevirimi okuduğunuz için teşekkür ediyor ve sonraki kitapta görüşmeyi diliyorum. Sevgiyle kalın~~