ERHA – 209. Shizun, Bu Heyecanlı Değil mi?

>> Uyarı! Cinsel içerik, erkek hamileliğinin bahsi

            Mo Ran homurdandı. Xue Meng’ın hakkını vermeliydi—son zamanlardaki tuhaf tavırları, Mo Ran’in zihninden geçmiş yaşamına dair tüm kasvetli düşünceleri kovmuş, geriye yalnızca öfke ve arzu bırakmıştı. Xue Meng’ın bu saatte neden ille de Chu Wanning’le konuşmak istediğini aklı almıyordu—

            Siktir, yoksa Xue Meng erkeklerden mi hoşlanıyordu?

            Bu düşünce bile Mo Ran’in midesini bulandırmaya yetmişti, ama biraz düşününce bunun pek de olası olmadığını fark etti. Başını sallayıp doğruldu, yatağın altındaki boşluğa eğilip baktı. “İmkânsız,” dedi.

            “Sen—”

            “Kızma, huysuzluk etmiyorum,” dedi Mo Ran. “Yer yok, sığmam buraya.”

            Chu Wanning ona bakakaldı.

            “Burada dolap yok, pencere de küçücük, oradan çıkamam. Gidecek hiçbir yerim yok. Ona gitmesini söyle.”

            Chu Wanning biraz düşündü, sonra kabul etmek zorunda kaldı. “Yarın konuşabilir miyiz?” diye seslendi. “Şimdi uyumak üzereyim.”

            “Ama ben gerçekten…” Xue Meng’ın sesi gözyaşlarına boğulmuş gibiydi, boğuk ve titrekti. “Çok uzun sürmeyecek, olur mu Shizun? Kafam çok karışık—sadece bir şey soracağım…”

            Chu Wanning kaşlarını çattı, sessiz kaldı.

            “Yoksa gözüme uyku girmeyecek…”

            Onun zavallı mızmızlanması Mo Ran’in kalbini huzursuzca burktu. O da merak ediyordu, Xue Meng’ın bu gece ille de anlatmak istediği neydi? Doğrulup etrafa baktı ve aniden aklına bir fikir geldi. Eğilip Chu Wanning’in kulağına fısıldadı.

            Chu Wanning’in yüzü karardı. “Saçmalama.”

            “Öyleyse ona gitmesini söyle.”

            Chu Wanning ağzını açtı, ama durdu. Kapının dışından gelen hafif hışırtıları duyabiliyordu—Xue Meng yerdeki yaprakları tekmeliyordu. Xue Meng’ın bu kadar yapışkan olduğu durumlar nadirdi; onu sahiden böyle bir hâlde geri gönderirse…

            Chu Wanning sessizce küfredip Mo Ran’i itti. “O zaman uslu dursan iyi olur ve sakın bunun ikinci kez olacağını düşünme.” Kısa bir duraksamadan sonra sızlandı. “Bekle, yerdeki kıyafetleri unutma! Her şeyi sakla, çabuk.”

            Xue Meng bir süre sessizce dışarıda bekledi. İçinde büyüyen sıkıntıya rağmen son bir kez denedi, “Shizun?”

            Bir an sonra yanıtını aldı. “Duydum. İçeri gel.”

            Nihayet izin alan Xue Meng kapıyı itti. İçeri girer girmez hafifçe kaşlarını çattı. Odada tanımlayamadığı ama bir şekilde tanıdık gelen silik bir koku vardı.

            Chu Wanning gerçekten de yataktaydı, kalın perde tamamen indirilmişti. Xue Meng’ın girişini duyunca perdeyi hafifçe araladı, uykulu bir yumuşaklıkla şekillenmiş yüzünü gösterdi. Göz kapakları ağırdı, sanki yeni uyanmış gibi hâlâ çok mayışıktı; göz kenarları hafif kızarmıştı. Xue Meng’a uzun uzun baktı, ifadesi perdenin gölgesinde belirsizleşiyor, mum ışığında bulanıklaşıyordu.

            Mahcup olan Xue Meng mırıldandı, “Shizun, özür dilerim, uykunu böldüm…”

            “Önemli değil. Otur,” dedi Chu Wanning. “Ben böyle kalırım.”

            Elbette Xue Meng, çoktan yatmış olan Chu Wanning’e kalkmasını söyleyecek değildi. “Hı-hı—Shizun, sen oradan dinle yeter,” diye aceleyle karşılık verdi.

            Chu Wanning onun konuşmasını bekledi.

            Xue Meng masada şaşkınlık içinde oturdu. Odasına dönüp biraz düşündükten sonra, Mo Ran’in boynundaki kolyenin neden ona tanıdık geldiğini anlamıştı—Rufeng Sekti’ne düğün için giderlerken Mo Ran, Chu Wanning için tıpkı öyle bir kolye almıştı. Hatta Xue Meng onu eline alıp incelemiş, çok güzel olduğunu söylemiş ve Mo Ran’den kendisine de bir tane almasını istemişti. O sırada Mo Ran, onun sonuncu kolye olduğunu söylemişti.

            Ne kadar çok düşünürse, o kadar garip ve huzursuz hissetmişti. Mo Ran gibi o da söyleyip söylememek arasında gidip gelmiş, kararsızlık azabıyla kıvranmıştı. Sonunda ayakları onu Shizun’un kapısına getirmişti.

            Ama Chu Wanning’in gözlerinin içine bakınca yeniden tereddüt etti. Nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu. En sonunda kısık bir sesle, “Shizun, fark ettin mi… Mo Ran çok garip davranıyor?” diye başladı.

            Hem Chu Wanning’in hem de Mo Ran’in kalbi bir anlığına durdu. Chu Wanning’in yüzü ifadesizdi. “Nasıl yani?” diye sordu.

            “Son zamanlarda, sanki onda bir tuhaflık var… Shizun fark etmedin mi…?” Xue Meng sözcükleri toparlamakta zorlanarak, kekeleye kekeleye konuştu. Sonunda cesaretini toplayıp pat diye söyledi, “Sanki… Şey, birinin peşindeymiş gibi.”

            Hem Mo Ran hem de Chu Wanning donakaldı.

            Elbette Xue Meng, Shizun’un peşindeymiş gibi diyemezdi, ama göz ucuyla Chu Wanning’e baktı, bakışları endişeyle doluydu.

            “Neden böyle düşünüyorsun?” diye sordu Chu Wanning.

            “Bu-bundan pek emin değilim, o yüzden Shizun’a sorup aynı şeyi senin de düşünüp düşünmediğini öğrenmek istedim.”

            “Onun için bu kadar kaygılanmana gerek yok.”

            “Ama bugün…”

            “Bugün ne olmuş?”

            “Bugün… Şey, boynunda bir şey gördüm…” Xue Meng sustu, ellerine baktı. Ama perde arkasında Mo Ran şaşkınlıkla irkildi. Bir eli boynundaki kristal kolyeye gitti, yüzündeki ifade değişti.

            Chu Wanning, Xue Meng’ın ne gördüğünden hâlâ habersizdi. Kaşları çatık, Xue Meng’a bakıyor, söyleyeceklerini bitirmesini bekliyordu. Ama Xue Meng uzun süre tek kelime etmedi; bu sırada Chu Wanning, bacağını okşayan büyük, sıcak bir el hissetmişti.

            Gözleri anında parladı. Mo Ran’in saçma bir şey yapacağını sanan Chu Wanning, dikkati dağılmış Xue Meng’dan bakışlarını perdeyle örtülmüş yatağın köşesine çevirdi. Beklentisinin aksine, Mo Ran’in, boynundaki kolyeyi işaret edip dudaklarını sessizce kıpırdatarak ona bir kelime söylediğini gördü. Chu Wanning hemen olup bitenleri kafasında birleştirmişti.

            Kısa bir tereddütten sonra Chu Wanning sordu, “Onun boynunda bir kolye gördün ve benimkiyle aynı olduğunu mu düşündün?”

            “Hayır hayır, onu demek istemedim!” diye bağırdı Xue Meng, ellerini utanç ve panikle sallayarak. “Shizun hakkında bir şey ima etmeye çalışmadım, sadece garip geldi, ben…”

            “Önemli değil,” dedi Chu Wanning. “O kolyeyi ona geri verdim.”

            “Ah… Sh-shizun ona geri mi verdi?”

            “Yoksa neden onda olduğunu sanıyorsun?”

            Xue Meng derin bir nefes aldı, solgun yüzüne sonunda biraz renk geldi. “Çok mantıklı,” dedi gülümseyerek. “O zaman bana bunun son kolye olduğunu söylemişti. Ben de şey…”

            Chu Wanning gözlerini kıstı.

            “Onu kastetmedim… Sadece demek istediğim… Aslında ben…” Xue Meng kekeliyordu. Sonunda elini alnına vurup kederle iç çekti. “Ah, Shizun, hiç söylememişim gibi davran. Konuşmayı beceremiyorum, kendimi ifade edemiyorum. Aslında sadece son zamanlarda tuhaf davrandığını düşünmüştüm. Biliyorsun ya, onun kafası normal değil—Tuhaf fikirlere kapılıp Shizun’u kızdıracak bir şey yapmasından korktum.” Art arda sıraladıktan sonra çekingen bir sesle sordu, “Shizun… Ne demek istediğimi anladın mı?”

            “Hayır,” dedi Chu Wanning.

            “Ah, sorun değil o zaman, bu iyi, çok iyi.” Xue Meng konuştukça söyledikleri iyice anlamsızlaşıyordu. Çaresizce kendi saçından bir tutam kavrayıp umutsuzca inledi. “Gökler aşkına… Ne saçmalıyorum ben…”

            Chu Wanning hiç yalan söylemeye alışkın değildi; nasıl teselli edeceğini de bilmiyordu. Söyleyebileceği birçok şey vardı. Vicdanına aykırı gelse bile tek bir cümleyle Mo Ran ile arasına keskin bir sınır çizebilirdi. Xue Meng’ın aradığı güvence buydu zaten. Eğer Chu Wanning “Öyle bir şey yok” deseydi, Xue Meng karşısına kanıt konsa bile her zaman shizunun sözünü tercih ederdi.

            Ama işte tam da bu sarsılmaz güven yüzünden Chu Wanning bunu söyleyemedi. Kesin konuşmak istemiyordu. Çaresizlik içinde Xue Meng’ın başını kaşıyıp iç çekmesini izledi, üzgün olduğu aşikârdı. En sonunda Xue Meng sessizleşti. Başını eğip boş gözlerle tahta zemine baktıktan sonra tekrar konuştu, “Shizun, daima bizim shizunumuz olacaksın, değil mi? Bu asla değişmeyecek, değil mi?”

            Hemen cevap gelmedi.

            “Bunu sadece… Nangong Si ile yaşananları görünce kötü hissettiğim için soruyorum. Ben…”

            “Hiçbir şey değişmeyecek,” dedi Chu Wanning.

            Xue Meng’ın gergin omurgasındaki kasılma yavaş yavaş çözüldü. Sandalyeye yığılıp hafifçe burnunu çekti ve gülümseyerek, “Mn, bu bana yeter,” dedi.

            İçinde istemsizce bir acı ve suçluluk kabaran Chu Wanning, yüzü kuyunun durgun suları kadar ifadesiz olsa da mırıldandı, “Xue Meng…”

            Xue Meng devamını bekledi. Ama mum ışığında Chu Wanning yalnızca sessizce ona bakıyordu. Ne söylemesi gerekiyordu ki? İleride ne olursa olsun, beni shifun olarak kabul etmeni umuyorum mu? İmkânsız. Ölüm tehdidi altında kalsa bile bu kadar duygusal—bu kadar zalimce—bir şeyi asla söyleyemezdi. Xue Meng’dan gelecekte ne olursa olsun onu kabul etmesini istemeye ne hakkı vardı ki? Herkesin ayrılıklar ve kavuşmalar yaşaması kaçınılmazdı. Herkes değişip büyürdü; tıpkı küçük bir bambu filizinin kabuğunu dökmesi, o kabuğun kuruyup toprağa karışması gibi. Xue Meng’ın önünde uzun onlarca yıl vardı. Bir insanın başka biriyle yolun sonuna dek yürüyebilmesi nadirdi. Olaylar da insanlar da gelip geçer, bir yılanın derisini, bir bambu gövdesinin kabuğunu bırakması gibi unutulmaya mahkûm olurdu.

            Xue Meng bekledi ama Chu Wanning devam etmedi. Onu izlerken endişeyle gözleri büyüdü. “Shizun?” diye mırıldandı.

            “Bir şey yok,” dedi Chu Wanning sakince. “Kafanın çok dolu olduğu belli. Sana Kıdemli Tanlang’dan iki şişe Tapir Kokulu Çiy istemeni önerecektim.”

            Xue Meng gözlerini kırpıştırdı.

            “Başka bir şey var mı?” diye sordu Chu Wanning.

            Xue Meng biraz düşündü. “Evet.”

            “Nedir?”

            Xue Meng bunu bir süredir içinde tutuyordu. “Shizun, gerçekten Nangong Si’yı mürit olarak kabul edecek misin? Ya-yani o benim da-shixiongum olmayacak, değil mi?”

            Chu Wanning ona baktı. “Endişen bu mu?”

            “Mn.” Xue Meng utançla cübbesinin eteğini çekiştirdi. “Ben senin ilk müridindim. Onu sayarsak, o zaman ben…”

            Chu Wanning istemsizce dudaklarının ucunda küçücük bir gülümsemeyle cevap verdi. Xue Meng küçükken Wang Hanım’a hep sızlanıp mızmızlanırdı. Mo Ran Sisheng Tepesi’ne geldikten sonra daha da talepkâr olmuştu, sürekli kuzenini geride bırakıp ilgi odağı olmak isterdi. Kim tahmin ederdi ki koca adam olduğunda bile bu huyu değişmeyecek, Nangong Si’yı kabul etme ihtimali küçük tavus kuşunun tüylerini diken diken edecek. Xue Meng bütün gün kim önce gelir sorusunu kafasında kurmuştu.

            “Hiçbir farkı yok,” dedi Chu Wanning. “Benim için aranızda ilk ya da son diye bir şey yok.”

            “Olmaz öyle, onun benim da-shixiongum olmasını istemiyorum! Sana ilk önce söz vermiş olsa bile, Shizun onu en son kabul etmiş olur. Shizun’un müridi olmasına bir şey demiyorum… Ama en sonuncu olsun, olur mu? Küçük shidi ya da başka bir şey olur işte,” dedi Xue Meng, tam bir ciddiyetle. “Ona Nangong-shidi diyebilirim.”

            “Nasıl istersen.”

            Bu cevap Xue Meng’ın moralini hayli düzeltti; artık kalıp sohbet etmek istiyordu. Yatağın köşesindeki Mo Ran ise gitgide huzursuzlaşıyordu. Xue Meng’ın söyleyecek bu kadar şeyi nasıl olabiliyordu? Neden defolup, defolup, defolup gitmiyordu.

            Ama Xue Meng yerinden kıpırdamadı. “Shizun’a sormak istediğim bir şey daha var.”

            “Mn.” Chu Wanning sakin bir şekilde karşılık verdi. “Sor.”

            Mo Ran ona inanamaz gözlerle baktı.

            “Bugün Mo Ran, Shizun’un ona bir mendil vereceğine söz verdiğini söyledi.”

            “Ah, o mesele…” Chu Wanning duraksadı. “Mn, henüz yapmadım. Sen de mi istiyorsun?”

            Xue Meng’ın gözleri ışıldadı. “Be-ben de alabilir miyim?”

            “Aslında her birinize birer tane yapmayı düşünmüştüm. Ama meşguldüm, sürekli erteledim.”

            Xue Meng sevinçten havalara uçtu. Mo Ran ise tam tersine tamamen afallamıştı. Bu… Bu sadece ona özel değil miydi? Neden Xue Meng da…

            Hatta Shi Mei de. Hatta Nangong Si bile

            Mo Ran’in içinde bir anda öfke kabardı. Ne yazık ki Chu Wanning yüzünü Xue Meng’a dönmüştü, Mo Ran’in gözlerindeki fırtınayı hiç görmedi.

            Xue Meng neşeyle, istediği mendilin nasıl olacağını anlatmaya koyuldu. Az önceki karamsar hali zerre kalmamıştı. Mo Ran ise yatağın ucunda giderek daha da rahatsız oluyordu, özellikle de Chu Wanning’in Xue Meng’a karşı gülümseyerek, keyifle cevap verdiğini gördükçe. Aralarında hiçbir şey olmadığını bilse de göğsünü kemiren hoşnutsuzluk onu bırakmıyordu.

            “Pollia çiçeklerini işlemek zordur. Eğer pollia deseni istiyorsan, Wang Hanım’dan yardım istemem gerekecek.”

            “Zo-zor mu?” Xue Meng afalladı. “O halde boş ver—Shizun, sen en iyisini bilirsin. En iyi neyi işleyebiliyorsun?”

            “Ben… Aslında çiçek ya da hayvan desenlerine pek hâkim değilim.” Chu Wanning hafif bir mahcubiyetle boğazını temizledi. “Aslında sadece Kalp Sutra’sını işlemekten anlarım.”

            Xue Meng gözlerini kırptı.

            “Wubei Tapınağı’nda, küçükken… Huaizui bana öğretmişti,” dedi Chu Wanning. “Ben…” Kaşları aniden çatıldı. Yüzü soldu, dudaklarını sımsıkı kapadı.

            “Shizun, iyi misiniz?” diye sordu şaşkın Xue Meng.

            Kısa bir sessizlikten sonra Chu Wanning karşılık verdi: “İyiyim… Başka bir şey var mı?”

            “Mn, evet, bir şey daha vardı ama unuttum. Bir saniye düşüneyim…” Xue Meng başını eğip dalgın dalgın düşünmeye başladı. Xue Meng’ın bakışları yere iner inmez, Chu Wanning sert bir nefes aldı. Gözlerinde öfke parladı, yatağın köşesinde gizlenen adama öfkeyle baktı.

            Mo Ran yalnızca can sıkıntısından, Xue Meng’ı daha çabuk göndersin diye, Chu Wanning’i okşuyordu. Ama Chu Wanning’in ona karşılık olarak fırlattığı kızarmış gözlü bakış ve o an kayda değer bir direnç gösterecek güçten yoksun oluşu, Mo Ran’in kalbindeki korları alevlendirdi.

            Onun içgüdüleri en başından beri vahşiydi ve bazı konularda olabildiğince yırtıcıydı. Sadece Chu Wanning’e duyduğu ezici aşk ve suçluluk duygusu, ilkel iştahlarını zincirliyordu. Bu noktaya kadar yatakta aşırıya kaçmamıştı. Fakat sabırsızlık ve kıskançlık o zincirleri eritmeye başlamıştı. Karanlık gözleri, Chu Wanning’e doğru sessiz ve tehlikeli bir şekilde parladı.

            Vahşi bir dürtünün esiri olan Mo Ran, Xue Meng’ın göremeyeceği battaniyelerin altına doğru sokuldu ve Chu Wanning’in ince ama güçlü bacaklarının arasına ilerledi. Örtü tüm ışığı kesmişti, fakat karanlık onun diğer duyularını daha da keskinleştirdi. Chu Wanning’in en ufak titremelerini bile açıkça hissedebiliyordu.

            Geniş omzunda bir el hissetti; beş parmağın yakıcı baskısı etine gömülüyor, onu geri itmeye çalışıyordu. Chu Wanning’in, battaniyelerin altında onu durdurmak için yapabileceği tek şey buydu. Bu ise Mo Ran’in içindeki yıkıcı arzuyu daha da körükledi.

            Xue Meng hâlâ konuşuyordu, ama önemli bir şeyden bahsetmiyordu. Mo Ran yarım kulak dinliyordu. Ancak Xue Meng’ın, “Shizun ne işlerse işlesin, ben onu beğeneceğim,” dediğini duyduğunda, içindeki huzursuzluk birden parladı. Mo Ran’in nefesleri Chu Wanning’in uyluklarının üzerinde dolaşıyordu. İçini hoplatan o arzunun en çok nerede acıdığını gayet iyi biliyordu, fakat bilerek oraya dokunmadı. Yüzünü yana çevirdi, kirpikleri titreyerek Chu Wanning’in iç uyluklarına öpücükler kondurdu, o yumuşak deriyi hafifçe emdi, günlerce kalacak izler bıraktı.

            Chu Wanning’in titremesi daha da şiddetlendi. O anda, Mo Ran’in yanında kalmasına izin verme kararından derin bir pişmanlık duyuyordu. Tırnakları Mo Ran’in omzuna saplandı, ama bu deliyi durdurmaya yetmiyordu.

            “Shizun, beni dinliyor musunuz?”

            “Mn…”

            Mo Ran bekledi, dudakları Chu Wanning’in ereksiyonunun narin kıvrımının yakınında gezinirken nefesleri orayı ısıtıyordu. Kendini tuttu, en mükemmel, en sarsıcı, en heyecanlı anı bekliyordu.

            Çok geçmeden o an geldi. Xue Meng önemsiz bir soru sordu; Mo Ran dinlemiyordu, ama Chu Wanning yine de cevap vermek zorundaydı. Tam Chu Wanning yanıtlamak üzereyken, Mo Ran battaniyelerin altına kaydı ve yakıcı uyarılmışlığını doyumsuzca yuttu.

            Chu Wanning’in bütün bedeni kasıldı; telaşla yutkundu. Tırnakları çoktan Mo Ran’in omzundaki deriyi yırtmıştı, ama Mo Ran hiç aldırış etmiyordu. Zihni sadece coşkuyla doluydu—Chu Wanning’in tepkisiyle, yatak perdelerinin loşluğunda yeşeren ihtirasın yarattığı gizli heyecanla. Biliyordu ki Chu Wanning buna dayanabilirdi; hatta Mo Ran onun iç giysilerini yırtıp şu anda onu sikse bile Chu Wanning ses çıkarmazdı. Mo Ran bütün engellerini kenara itti.

            Chu Wanning’in istememesi için binlerce nedeni olsa da bedensel haz inkâr edilemezdi. Mo Ran’in ağzında sıcak ve sertti. Yuvarlak ve tok penis başı Mo Ran’in boğazının gerisine baskı yapıyordu. Bu hoş bir his sayılmazdı fakat Mo Ran’in o kadar gözü dönmüştü ki umurunda bile değildi; daha hevesli olamazdı.

            Böyle bir uyarılmanın ortasında bile, Chu Wanning Xue Meng’ın tüm sorularını yanıtlamayı başardı. Hem bu yaşamda hem de önceki yaşamında, onun irade gücü her zaman şaşırtıcı olmuştu. Büyük bir ustalıkla olağan bir görünüm sergiledi; sesi normalden daha kısık ve biraz daha yavaştı, ama bunun dışında hiçbir şey hissettirmiyordu. Eğer Mo Ran onunla aynı yatakta olmasaydı, Chu Wanning’in böyle yoğun bir haz yaşadığını anlamazdı.

            Sonunda Xue Meng başını salladı. “Anladım.”

            “Artık dönmelisin, geç oldu,” dedi Chu Wanning. “Kafanda kurup durma.”

            Xue Meng ayağa kalktı. “Shizun, ben gideyim o halde… Ah evet, ışığı söndüreyim mi?”

            “Olur.”

            Chu Wanning bu kelimeyi söyler söylemez, Mo Ran tüm uzunluğunu ağzına aldı. Dudakları aralandı. Ses çıkarmasa da hafifçe kaşlarını çatmıştı, kirpikleri titredi, yanaklarına belli belirsiz bir pembelik yayıldı.

            “Shizun, ateşin mi var?” diye sordu Xue Meng çekinerek.

            “…Yok.”

            “Fakat yüzün biraz kızarmış.” Xue Meng düşünmeden eğildi ve Chu Wanning’in alnına elini koydu.

            Chu Wanning, Mo Ran’in kendisine böyle bir cinsel eylemde bulunması sırasında, masum müridinin alnına dokunacağını asla öngöremezdi. Xue Meng önünde endişeyle bakarken, Mo Ran örtülerin altında onu emiyordu. Sımsıcak ağzı onu sarmış, belirgin bir ritimle yukarı aşağı hareket ediyordu. Chu Wanning’in zevki doruğa ulaşırken, aşağılanma duygusu da onu boğmakla tehdit ediyordu. Nefesini ve iniltilerini bastırmak için tüm iradesini harcamak zorundaydı.

            “Hiç ateşin yok…” diye mırıldandı Xue Meng. “Shizun, kendini iyi hissetmiyor musun?”

            Kendini iyi hissetmiyor mu? Mo Ran düşündü. Nasıl iyi hissetmesin? Senin shizunun gayet de iyi hissediyor—hâlâ burada dikiliyor olman, onu daha da iyi hissettirmemi engelleyen tek şey! Bas git artık!

            Xue Meng nihayet gitme vaktinin geldiğini anlayana kadar Mo Ran’in öfkesi derinleşmişti. Dikkatle mumu üfleyip söndürdü, Chu Wanning’e iyi geceler dileyip odadan çıktı.

            Kapı kapanır kapanmaz Chu Wanning öfkeyle patladı, battaniyeleri kenara fırlatıp Mo Ran’i topuzundan yakalayarak kaldırdı. Elini geri çekip ona bir tokat attı—ne çok sert ne de çok hafifti—ve öfkeyle çıkıştı, “Seni alçak…mmhf!”

            Aldığı tek karşılık Mo Ran’in tutkulu, düzensiz nefesleri ve yakıcı bir ihtirasla bulanmış parlak bakışları oldu. Çoğu erkek arzu ateşine kapıldığında hayvandan farksızdı; sevdiğiyle aynı yatağa girmek, bir canavarı afrodizyakla zehirlemek gibiydi. Chu Wanning’in tokadı Mo Ran’i zerre etkilememişti; elini yakalayıp yatağa bastırdı ve onun son kat elbiselerini de yırttı. Ten tene değdiğinde ikisi de kısık bir inilti çıkardı.

            Mo Ran konuşmadı; gözleri ateşli bir istekle parlıyordu. Öylesine sertleşmişti ki canı acıyor, tok, yuvarlak penis başından berrak sıvı sızıyordu. Mest olmuşçasına Chu Wanning’in karnına sürtünürken ardında kaygan ve yapışkan izler bırakıyordu.

            Battaniyelerin altında acımasızca Chu Wanning’i uyarıyordu; şimdi içini yakıp kavuran ateş de aynı ölçüde acımasızdı. Chu Wanning iniltisini bastırmak için iradesine sarılmışken, Mo Ran de Chu Wanning’in bacaklarını kaldırıp, ağrıyan sertliğini köküne kadar içine gömmekten kendini dizginleyebilmek için elindeki tüm dayanma gücünü kullanıyordu.

            Kasları gerilen Mo Ran tüm gücüyle Chu Wanning’i öptü, düşüncesizce ona karşı koydu. Arzunun alevleri kalbini yalayıp geçiyordu; tek istediği bu adamın içinde olmaktı. İlkel dürtülerinin tümü onu Chu Wanning’i sikmeye, sahiplenmeye, onu parçalara ayırmaya zorluyordu. Chu Wanning’in onu içine almasını, kabul etmesini, yutmasını; sonunda da onu kendine ait kılmasını buyuruyorlardı.

            “Kalk… Bebeğim, kalk…” diye mırıldandı. “Çabuk—daha fazla bekleyemem. Bacaklarını birleştir…”

            Mo Ran’in sesi boğuk bir hırıltıydı; mantığının son ipliğine tutunuyordu. Chu Wanning’i dizlerinin üzerine çekti ve daha önce yaptığı gibi kavrulan uzunluğunu Chu Wanning’in uyluklarının arasına bastırdı. Chu Wanning’in belini mengene gibi kavrayıp hareket etmeye başladı. Kalçalarının her çarpışı hızlı ve vahşiydi. Terle kaplı derisi parıldıyordu, gözlerindeki ışık, hareketleri kadar çılgındı. Bu tamamlanmamış birleşme sadece arzusunu daha da körüklüyordu. Chu Wanning’in bacaklarının arasına yaptığı hamlelerin verdiği hisse o kadar odaklanmıştı ki ağzından tek bir edepsiz kelime çıkmıyordu. Her hamlede penisi Chu Wanning’in gizli girişine sürtünüyor, oraya usulca dokunuyordu. Her vuruşta kalçaları Chu Wanning’in uyluklarına çarpıyor, sert tüyleri oradaki yumuşak tene sürtüyordu. Her hareket Chu Wanning’in poposunun kıvrımına çarpan testislerin çıkardığı sesle duyuluyordu.

            Bu güç Chu Wanning’i sersemletmişti; aklını kaybediyordu. Mo Ran’in Chu Wanning’in belini tutmayan eliyle ara sıra aşağı uzanıp parmaklarını Chu Wanning’in gergin ereksiyonunun etrafına dolaması ve onu okşaması onu daha da delirtiyordu.

            “Ahh…”

            Mo Ran Chu Wanning’in omzunu ısırdı, hafifçe kemirdi ve mırıldandı: “O kadar ses çıkarma. Buranın ses yalıtımı iyi değil, Xue Meng hâlâ yakınlarda olabilir.”

            Bundan sonra Chu Wanning hiçbir ses çıkarmadı. Gözleri camlaşmış, odaktan yoksundu; Mo Ran’in kalçalarının şiddetli darbelerine dört ayak üzerinde direnirken, Mo Ran onu doruğa sürüklüyordu. O şaşırtıcı derecede kalın penis, bacakları arasında gidip gelirken, Chu Wanning içinde nasıl hissedileceğini düşünmeye dahi cesaret edemiyordu. Tüm vücudu ürperdi…

            O gece üç kez böyle seviştiler—daha doğrusu, Chu Wanning üç kez böyle boşaldı. Üzerindeki adama tutunarak, kendilerini tutkuyla öpüşmeye kaptırdıklarını ve kalbinin ansızın sızlamaya başladığını anımsadı. Chu Wanning başını kaldırıp onu bir kez daha öpmeye çalışmıştı, biraz acemiceydi, ama Mo Ran dayanacak hâlde değildi. “Beni ayartma…” diye inledi, şaşkın ve nefes nefese.

            Chu Wanning dondu. Ayartmak mı? Kim kimi ayartıyordu… Sinirli, biraz da alaycı ve çaresizce karşılık verdi: “Herhalde öylece yatıp senin her istediğini yapmana izin veremem ya?”

            Mo Ran eğilip kulağının kenarını öptü. “Her istediğimi yapmama izin versen harika olurdu.”

            Sesinde buruk bir tını vardı, ruhunda hâlâ dolaşan huzursuzluğu açığa vuruyordu. Oda karanlıktı, ama Chu Wanning yukarı baktığında Mo Ran’in gözlerinden geçen hüzün kıvılcımını net biçimde görmüştü.

            Birden aklına bir fikir geldi. Mo Ran tepki veremeden, Chu Wanning onu devirip bacaklarını iki yana açarak güçlü beline oturdu. İki elini kavrayıp yukarıdan ona baktı.

            “Shizun, sen…” diye mırıldandı Mo Ran, afallamış halde.

            Chu Wanning hemen cevap vermedi. Anka gözleri parlıyordu, ama kulakları kıpkırmızıydı. “Söylemiştim ya—bu kez kontrol bende olacak. Unutmadım.”

            Yavaşça doğruldu ve aşağıya doğru kaymaya başladı. Saç derisi ürpermiş bir halde onu izlerken, Mo Ran kanının coşkuyla aktığını hissetti. “Saçmalama,” dedi. “Eğer gerçekten… Yarın yola çıkamazsın.”

            Ama Chu Wanning duymamış gibi davrandı. Her zamanki gibi, bir kez inat etti mi, kendi yolunu çiziyordu, başkasının sözünü umursamıyordu.

            Mo Ran’in omurgası kaskatı kesildi. Bir yandan, Chu Wanning’in inisiyatif alıp üzerine çıkarak kalçalarını oynattığını görmeyi çok istiyordu. Ama öte yandan Chu Wanning’in bunu şu anda yapmasını hiç istemiyordu. Çünkü Chu Wanning’le gerçekten birleşecek olursa, Mo Ran bu kadar uzun süre kendini tuttuktan sonra, tek bir seferde duramayacağını biliyordu.

            Ayrıca geçmiş yaşamlarındaki bitmek bilmez birleşmelerde, ne zaman Chu Wanning’le yalnızca bir kere birlikte olmakla yetinmişti? O çılgın gecede, ona afrodizyak verdiğinde, şafak sökene kadar ona işkence etmiş, çaresiz inleyişlerinin tadını çıkarmıştı. Mo Ran tamamen tükenmişti ama yine de durmayı, içinden çıkmayı reddetmiş, kendini o ıslak, seğiren deliğe gömmüştü. Bacakları birbirine dolanmış, dilleri birbirine geçmiş halde kendini içine itmiş, kulağına edepsiz, küçük düşürücü sözler mırıldanmıştı. “İyi hissettiriyor değil mi? Shizun, bak hâlâ beni içine çekiyorsun. Senin için ne kadar çok geldim—hâlâ yetmedi mi?”

            Chu Wanning’i birleştikleri yere bakmaya zorlamış, aşağıya uzanıp Chu Wanning’in gergin karnını okşamıştı. “Karnın benim menimle dolu,” diye homurdandı. “Ne yapacağız şimdi?” Gözleri, dudaklarından dökülen bu müstehcen sözlerle hayvani bir şehvetle parlıyordu. “Shizun bu saygıdeğer kişi için bir çocuk mu doğuracak? Hım?” Kalçalarını kaldırıp daha derine itti. Önceki boşalmalarından gelen meni penisinin etrafından sızıyordu.

            Afrodizyak hâlâ etkisini sürdürüyordu. Mo Ran, kollarındaki adamın içinde kıpırdadıkça titremesini izledi. İstemsizce gözleri karardı, boğazından alçak bir inilti kaçtı. Mo Ran artık direnemiyordu. Yeniden hareket etmeye başladı, içine giriyor, onu tatmin ediyordu…

            O anda, artık sekt âleminin yenilmez imparatoru olmak istemiyordu. Chu Wanning’e duyduğu arzu her zaman güçlü ve yakıcı olmuştu. Tek isteği Chu Wanning’i bir odaya kapatmak ve gece gündüz, hiçbir şeyi ya da kimseyi önemsemeden, tamamen ona odaklanmış bir adanmışlıkla sevişmekti. Onu dört ayak üzerinde tutmak, duvara yaslamak, bacaklarını yatağın üstünde ardına dek açıp onu sikmek, o penisinin üzerinde zıplarken kendini içine itmek istiyordu. Chu Wanning’in anlaşılmaz şeyler söyleyen, hıçkıra hıçkıra merhamet dileyen, penisi kontrolsüzce seğiren ve boşalana kadar sikilen hâlini izlemekten daha iyi bir şey yoktu. Eğer hayatının geri kalanını Chu Wanning’in içinde, asla geri çekilmeden geçirebilseydi—işte bu, fani âleminin zevklerinin doruğu olurdu.

            Mo Ran, kalbinin en derinlerinde, lav gibi kaynayan ne tür hayvani bir şehvetin yattığını çok iyi biliyordu. Karanlık gözlerini Chu Wanning’e dikerken boğazı düğümlendi, yalvarıyor, onu uyarıyordu. “Shizun, bunu yapma…”

            “Öyleyse başka bir şey yapacağım.” Chu Wanning’in yanakları alev alevdi, ama bakışları kararlıydı.

            Mo Ran, o başka bir şeyin ne olabileceğini düşünmeye fırsat bulamadan Chu Wanning aşağıya doğru hareket ederek başını eğdi. Hareketleri hızlıydı; Mo Ran’in karşı çıkmasına da, kendinin tereddüt etmesine de fırsat bırakmıyordu.

            Mo Ran’in korkutucu ereksiyonunu dudaklarının arasına aldı.

            “Ah…” Elektrik çarpması gibi bir his Mo Ran’in omurgasından aşağı aktı, gövdesindeki tüm kaslar gerildi. Gözleri kendiliğinden kapanmıştı, parmaklarını Chu Wanning’in uzun saçlarına gömdü.

            İnce kemikli bir el, Chu Wanning’in başının arkasını kavrarken Mo Ran’in biçimli göğsü inip kalkıyordu.

            “Wanning…”

            Gözlerinin kenarlarından yaşlar sızıyordu—bu uyarılmadan mı, minnetten mi, artık ayırt edemiyordu. Sevgilisinin ağzında, penisi daha da sertleşiyor, damarları belirgin bir şekilde kabarıyordu. Zaten büyük ve ağır olan hali, büsbütün heybetli bir hâl almıştı.

            Chu Wanning’in, Mo Ran’in uzunluğunun tamamını ağzına alması mümkün değildi, ama onun hareketlerini taklit ediyordu. Gövdesi boyunca yalıyor, baştan ayağa utançla titriyordu, yine de içten gelen sevgi ve arzuyla göğsü ısınıyordu. Devasa başı ve gövdeyi ağzına almaya çalışırken, dudakları yarısına anca varmıştı ki uç kısmı çoktan boğazına dayanıyordu. Ağzının arkasındaki yakıcı sıcaklık ve Mo Ran’in arzusunun o hafif misk kokusu, birkaç kez kusacak gibi olmasına neden oldu.

            Son derece üzüntülü olan Mo Ran aceleyle araya girdi. “Yeter bebeğim, yapma…” Sözlerinin gerisini boğuk bir inilti yuttu. Chu Wanning bırakmaya niyetli değildi; inatçılığı sekste de istisna tanımıyordu. Hareket etmeye ve yukarı aşağı emmeye başladı.

            Mo Ran, yatakta dayanıklılık konusunda hiç sorun yaşamamıştı, özellikle de Taxian-jun olduğu günlerde. O zamanlar erkekler de kadınlar da onu türlü cazibelerle baştan çıkarmaya çalışmıştı, ama kalbi hiç etkilenmemişti. Oysa Chu Wanning bacaklarının arasına eğildiğinde, onu öptüğünde, diliyle penisini yaladığında, Mo Ran’in gözlerinde dünya önce beyaz bir hiçliğe dönüşmüştü, sonra da sonsuz bir karanlığa, bir an her taraf rengarenk patlıyor, bir an yeryüzü sisli bir belirsizliğe karışıyordu.

            O kadar müthiş hissettiriyordu ki…

            Mo Ran başını geriye atıp alçak sesle inledi, zarif parmakları Chu Wanning’in saçlarına dolandı, boğuk iniltiler dudaklarından döküldü.

            Onun Wanning’i, onun shizunu… Gece Göğünün Yuheng’ı, Ölümsüz Beidou. Dünyanın en yüce adamı—lekesiz, kusursuz Chu Wanning—bunu onunla yapmaya hazırdı. Ne ilaçla, ne zorlamayla; tamamen kendi isteğiyle…

            Mo Ran’in gözleri yaşla doldu, koyu kirpikleri titredi.

            …Üstelik de seve seve.

            Chu Wanning’in tekniği berbattı ve gücünün farkında değildi; dişleri birkaç kez kazara Mo Ran’i sıyırmıştı; öyle sertti ki canı yanmıştı. Ama Mo Ran, durmayı aklından bile geçirmeden Chu Wanning’in ilgisine kendini bıraktı.

            Zirve onu sarstığında, gözlerinden sıcak yaşlar aktı. Chu Wanning’i göğsüne çekti, kollarının arasına aldı, tekrar tekrar öptü. Kalbi hem acı hem de sevginin ıstırabıyla alevlenmişti.

            “Wanning…” diye mırıldandı kulağına, defalarca. “Wanning…”

            Chu Wanning ona baktı, anka gözleri arzuyla ıslaktı, sonra utanıp kirpiklerini indirdi. Uzun bir sessizlikten sonra, boğuk ve kısık bir sesle sordu, “Hoşuna gitti mi?”

            O nazik sözler Mo Ran’in etini ve kanını delip geçmişti, iliklerine işleyen bir acı uyandırmıştı. Mo Ran onu sıkıca sardı. “Gitti,” diye sessizce cevapladı.

            Chu Wanning’in kulakları kıpkırmızı oldu. Tasdikleyici sözlerin ardından sessizliğe gömüldü.

            Mo Ran, saçlarını okşadı. “Wanning…” diye mırıldandı, ardından fısıldadı, “Seni seviyorum… Sevdiğim hep sendin.”

            Dünyada senden daha iyisi olamaz. Kalbimi titretecek olan tek kişi sensin.

            Shizun. Seni seviyorum. Seni seviyorum.