QIANG JIN JIU – 50. Aynı Gemide

            “Daha önce sadece suyu test ediyorduk,” dedi Xiao Chiye soğuk gözlerle. “Samimiyet soyunma sürecidir. Kat kat soyulmadıkça bu kalpten kalbe konuşmayı gerçekleştiremeyiz. Haklısın. Nanlin Av Sahası’ndaki olaydan sonra, Hai Liangyi’nin Büyük Kâtiplik’te değişiklikler yapmasını bekliyordum. Ama o, Sekiz Büyük Klan’dan Xue Xiuzhuo’yu desteklemeye devam etti ve onu Yargı Denetim Mahkemesi’nde önemli bir makama yerleştirdi. Böylesine yüksek bir pozisyonda bile, kıdemli kâtip hâlâ soylu klanların gücüne ve nüfuzuna boyun eğmek zorunda kalıyor. Bu şartlar altında, Xiao Klanı tek başına başa çıkamaz; tıpkı bir kütüğün bütün bir binayı taşıyamayacağı gibi.”

            “Bu klanlar nasıl tanımlanmalı?” Shen Zechuan bir an duraksadı. “Ortak bir düşman olmadığında, kendi aralarında dövüşürler. Suyun bir tarafına fazla baskı gelmemesi için dengeyi korumak, tek bir düşmanla uğraşmaktan çok daha zordur. Xiao ailesi ortaya çıkmadan önce, Sekiz Büyük Klan yalnızca kendi aralarında güç değiş tokuşu yapardı; bir klan yükseldiğinde diğeri düşerdi. Ama Xiaolar ortaya çıktıktan sonra, klanlar iyiyi kötüden ayırmaya başladı. Hua Klanı sadece geçici olarak yenildi. Yeni imparator, Hua kalıntılarını saraydan temizledi ama kimse, Hai Liangyi bile, Dul İmparatoriçe’nin sorumlu tutulmasını önermedi. Hua ile Qi arasındaki bu evlilik ittifakı, onların neden Hua’yı el altında tuttuklarının en iyi örneğidir—Xiao Klanı’nın dış desteklerini yıpratmak için. Bazı şeyler tek başına bakıldığında önem arz etmez; ancak parçalar bir araya getirildiğinde tüm o korkutucu tablo ortaya çıkar.”

            “Zhongbo’nun düşüşü ve Hua-Qi ittifakını mı diyorsun?” diye sordu Xiao Chiye.

            “Bu iyi bilinen bir stratejidir: uzaktakiyle dostluk kur, yakındakine saldır,” dedi Shen Zechuan, parmağını uzatıp masaya bir daire çizerek. “Zhongbo’nun düşüşünden sonra, Libei’nin güneybatısında savunmasız bir boşluk açıldı. Zhongbo’nun altı makamından biri olan Cizhou, Libei’nin can damarı olan Kuzeydoğu Tedarik Yolu’nun hemen yanında. Zhongbo’yu koruyan kimse olmadığından, denetim Sekiz Büyük Klan’ın eline geçti. Hua Klanı, Qidong’un Qi Klanı’yla evlilik ittifakını sağladığında, Libei arkası Hongyan Dağları, doğusu Biansha kabileleri, güneyi ise iki kat düşmanla baş başa kalır.”

            “Zhongbo’nun düşüşüyle bu nişan arasında beş yıl var. Kim kesin olarak Hua Siqian’ın isyan edeceğini önceden bilebilirdi? Ya da benim imparatoru kurtarmayı başaracağımı?” Xiao Chiye’nin kaşları düşünceyle çatıldı.

            “Zhongbo’nun arkasında daha büyük bir amaç olmalı,” dedi Shen Zechuan, kısa bir sessizlikten sonra. “Bir durumu anlık olarak kontrol etmek zor değildir. Zor olan, onun nasıl gelişeceğini kontrol etmektir. Eğer yanılmıyorsam, Sekiz Büyük Klan arasında gizlenmiş biri tam da bu yeteneğe sahip.”

            “Eğer böyle biri varsa,” dedi Xiao Chiye, “o zaman herkes bir piyondur ve her hamle önceden hesaplanmıştır. Bu sadece bir deha değil, Büyük Zhou’yu avucunda tutan bir yarı-tanrıdır. Ona karşı koymayı nasıl planlıyorsun? Bugün Sekiz Büyük Klan arasında bir çatlak yaratmak, onlarca yıllık evliliklerle örülmüş bağları koparmaz. Ortak bir düşman karşısında ayrılmazlar.”

            “Bir fırtınanın karmaşası, durgun bir denizden iyidir. Su bulanınca, dost ile düşman ayırt edilemez hale gelir. Ayrıca, onlar asla aşılmaz bir kale olmadılar.” Shen Zechuan parmağını çizdiği daireden kaldırdı. “Xiao Fangxu, soylu klanların savunmasını nasıl yarabildi? Eğer bu ağ bu kadar sıkı örülmüşse, Qi Huilian ve Hai Liangyi, halk sınıfından olmalarına rağmen nasıl bu kadar yüksek makamlara yükselebildi?”

            Shen Zechuan devam etti: “Baban, Libei Zırhlı Süvarisi’nin öncülü olan Luoxia Süvarisi’ni, o dönemin yetkilileri—başta veliaht prens olmak üzere—sivil ve askeri haneleri kayda geçiren Sarı Sicil uygulamasını başlattığı için kurabildi. Sınır bölgeleri asker toplarken, katılanlara nesilden nesile geçecek askerî statü vaat etti. Bu aynı zamanda bu aileleri, çoğunlukla başkent dışındaki görevlere atanan Qudu’nun soylu klanlarına mensup yerel yöneticilerin yetkisinden çıkararak komuta şehrinin askeri otoritesine bağladı. Böylece Libei Prensi askerî gücü sağlamlaştırabildi ve yerel sivil yetkililerin denetiminden kurtulabildi. Sadece bu da değil; bugün Libei’de gelişen süvari birlikleri, Büyük Zhou’nun uyguladığı tedarik-çiftliği sistemine de çok şey borçlu. Askerî tarlaların ne kadar önemli olduğunu senden daha iyi kimse bilemez.”

            Lu Guangbai neden Xiao Jiming’den çok daha fazla zorlanmıştı? Çünkü Bianjun Komutanlığı askerî çiftlikleri uygulayamamıştı. Çorak çöl gıda üretmiyordu; bu yüzden Lu Guangbai tamamen Qudu’nun askerî fonlarına ve erzaklarına bağımlıydı. Sınır birliklerinin üçte birini savaşa, üçte ikisini tarıma ayırmak, tam bir öz yeterlilik sağlamasa da Libei’nin erzak bağımlılığını büyük ölçüde azaltmıştı. Bu da sınırdaki askerler için her şeyi değiştirmişti.

            Büyük Üstat Qi, yaşamak uğruna, ne kadar aşağılayıcı olursa olsun, deli numarası yapıyordu. Onu ayakta tutan sönmeyen nefretiydi ama aynı zamanda kurumsal zırhta açtıkları o çatlağı da bırakmak istemiyordu. Onun zamanında, Doğu Sarayı’nın onlarca yardımcısı vardı, hepsi halk sınıfından gelen ve veliaht prensin kendisi tarafından seçilen görevlilerdi. Qi Huilian tüm yaşamı boyunca biriktirdiği bilgeliği bu imparator oğluna aktarmıştı. Beş yıl önce, gökyüzüne kollarını kaldırarak “Ok yaydan çıktı!” diye haykırdığında, bu sözler kanlı gözyaşlarıydı—kaderine boyun eğmeyi reddedişiydi.

            “Adım adım sınırlarıma giriyorsun, ben senin sınırlarını test ettikçe buna tekrar tekrar göz yumuyorsun, hepsi bu gece içindi—beni aynı tekneye bindirmeye ikna etmek için.” Xiao Chiye yavaşça öne doğru eğildi, gözlerinde en ufak bir sıcaklık emaresi yoktu. “Ama Xi Hongxuan’e giden izleri takip etmeseydim ve niyetini fark etmeseydim, beni yere serip bir basamak taşı gibi kullanmakla mı yetinecektin?”

            “Keskin koku alan bir kurtsun sen,” dedi Shen Zechuan. “Neden bu kadar zavallıymış gibi davranıyorsun? Başkası olsaydı, yaklaşmalarına bile izin vermezdin; böyle bir konuşma yapıyor olmazdın. Sen de ben de aynıyız. Beni sorgulamak yerine, neden kendini sorgulamıyorsun?”

            “Puşt olan sensin,” dedi Xiao Chiye.

            “Kafa dengi puştlar bulmak kolay değildir.”

            Xiao Chiye laf dalaşını bıraktı ve doğrudan konuya girdi. “Yani gücümü ödünç almak istiyorsun. Ama benim ne çıkarım olacak? Bir anlaşma yapılmadan önce bir teminat gerekir.”

            “Sevinci de kederi de paylaşırız. Yao Klanı oyun tahtasından atılmak üzere. Bu seni hiç endişelendirmiyor mu, Er-gongzi?”

            “Yao Wenyu benim kullanabileceğim biri değil,” dedi Xiao Chiye. “Senin bilmediğin bir şey var. Yao Klanı’nın bana yakın davranmasının nedeni stratejik bir güç hesaplaması değil. Sebebi Yao Wenyu—yani onunla tanışırsan, anlarsın. Memur olmadı, Hai Liangyi onun memur olmasını istemediğinden değil, o kendisi istemediğinden. Yao Klanı geçmişte pek çok saygın devlet adamı yetiştirdi; sadece babasının döneminde gerilemeye başladılar. Ama dedesinin itibarı hâlâ yerinde. Edebiyat çevrelerinde çok saygı duyulan, seçkin bir aileler ve onların itibarı Hua Siqian gibilerle kıyaslanamaz. Yao Wenyu istese, yeniden sahneye çıkması çocuk oyuncağı olurdu ama o bir turna gibi özgür kalmayı, süzülen bulutlar gibi kayıtsız dolaşmayı tercih ediyor. Eğer Xi Hongxuan gerçekten Yao Klanı’nı oyundan çıkarırsa, Yao Wenyu sadece daha da başına buyruk olur, dünyevi dertlerden tamamen sıyrılır.”

            “Yao Klanı, Fei Klanı’yla evlilik bağı kurmuş. Prenses Zhaoyue onun kuzeni değil mi?” diye sordu Shen Zechuan aniden.

            “Evet,” dedi Xiao Chiye, çubuklarını eline alarak. “Zhaoyue muhtemelen onunla evlenmek istiyor ama Helian Markisi korkaktır; Dul İmparatoriçe’nin ağzına bakar.”

            “O halde akraba olmanız işten bile değil.”

            “Nişan gerçekleşmedi ama, değil mi?” dedi Xiao Chiye. “Evliliğimi sabote ettin, elimden bir güzeli aldın. Bunun karşılığını vermen gerek, değil mi?”

            Shen Zechuan bir kaşını kaldırdı.

            Xiao Chiye çubuklarını soğuk çaya batırıp sonra Shen Zechuan’a gözlerini kaldırdı. “Aynı nehirde aynı tekneyi paylaşmakla, aynı yatakta aynı yastığı paylaşmak arasında sadece iki kelimelik fark var biliyor musun? Bana sorarsan, kelimelerin ya da eylemlerin karışmasında bir sakınca yok.”

            Oda sıcaktan boğucu hâle gelmişti; Shen Zechuan’ın hafifçe başı döndü. Cevap vermek yerine pencereyi açmak için döndü.

            Xiao Chiye yemeklere dokunmadı. “Seni buraya ben getirdim, sana kendi yemeğimi yedirdim, şarabımı içirdim ve sen hiç şüphelenmiyor musun?”

            Shen Zechuan, Xiao Chiye’yi inceledi. Serin rüzgârın dokunuşu, içinde kuruyan ve alevlenen bir şeyleri harekete geçirdi. Cildi ince bir ter tabakasıyla kaplıydı; beyaz boynunu sıkı ilikli yakasının içine gizlemişti. Pencereden sarkan kırmızı erik çiçekleri, mürekkep karası saçlarıyla birlikte öyle bir bütün oluşturuyordu ki, görüntüsü nefes kesiciydi.

            Dışarıda, tuz taneleri kadar ince kar yağıyordu. Birkaç tanesi pencereden içeri süzülüp Shen Zechuan’ın elinin üzerine kondu ve hemen eridi. Bu serin damla, bedeninde birikmekte olan sıcaklığı daha da belirgin hâle getirmişti. Dalgınlığı artarken, zihnine türlü düşünceler sızmaya başladı. Bir an, düğmelerini çözmek istedi.

            “Bu madde anlaşmaya dahil değil,” dedi Shen Zechuan. “Ve yatağımı ısıtacak birine ihtiyacım yok.”

            Xiao Chiye uzun bacaklarıyla bacak bacak üstüne attı. “Şu hâlinle, ihtiyacı olmayan biri gibi görünmüyorsun. İş ayrı, eğlence ayrı. Madem iş konuşması bitti, kişisel meselelere geçebiliriz. Geçen sefer Ouhua Köşkü’ndeki çocukları Xi Hongxuan mi gönderdi? Duyduğuma göre onun ilgisi hep kızlardaymış. Zevkleri mi değişti?”

            “Erkekler arasındaki gizli buluşmalar artık şaşırtıcı bir şey değil,” diye karşılık verdi Shen Zechuan. “Zevkleri değişti mi bilemem. Peki senin, Er-gongzi?”

            “Benim zevkim sabit değil.” Xiao Chiye, Shen Zechuan’ın beline kadar uzanan saçlarından bir tutamını aldı. “Moduma bağlı.”

            Shen Zechuan bir parmağını kaldırarak o tutamı onun elinden çekip aldı. Sırtı terden sırılsıklam olmuştu. “Bazı insanlar kendilerini romantik ve çekici, sakin ve ağırbaşlı gibi göstermeyi sever. Ama gerçekte tek bildikleri, aç bir kurt gibi saldırmaktır. Belki de çaptan düşmüşlerdir.”

            Xiao Chiye, aralarındaki küçük masayı kenara itti ve Shen Zechuan’ın geri çekilmek üzere olan bileğini yakaladı. “Bazıları da terden sırılsıklam olunca ne kadar acınası görünür.”

            Xiao Chiye’nin tuttuğu yerden Shen Zechuan’ın içindeki ateş daha da harlandı. Dizine bir kolunu dayayarak sordu: “Yemeğe ne koydun?”

            “Tahmin et,” dedi Xiao Chiye, Shen Zechuan’ı bileğinden kendine doğru çekerek. Sonra konuyu değiştirip sordu: “Ji Gang sana bunları öğretemez. Öyleyse senin shifun kim—ya da xianshengın1demeli miyim?”

            Shen Zechuan’ın gözlerinin kenarları kızarmıştı. Sessizce cevap verdi: “Söylemem.”

            Xiao Chiye yerinden derin bir nefes alıp aniden söyleyiverdi: “Çok güzel kokuyorsun.”

            Shen Zechuan’ın nefesleri hızlandı. “Bu tatlı tuzağa başvuracak kadar çaresiz misin?”

            “Ben tatlı değilim. Ne oldu, küçük sohbetimiz seni gerdi mi?”

            Ter, Shen Zechuan’ın iç giysisine kadar işlemişti. Bu aniden beliren muğlak gerilimin içinde hissettiği sıcaklık, yapışkan ve nemli bir hâle gelmişti. Alnını silmek istedi. Kaşlarını çatarak sordu, “Tam olarak ne koydun içine?”

            “Seninle dalga geçiyorum.” Xiao Chiye kahkaha atıp arsızca devam etti: “Sadece şifalı şarap—seni ısıtmak için.”

            Shen Zechuan onun bakışlarındaki tehlikeyi gördü. Gözlerini kapatıp kendini toparlamaya zorladı.

            Xiao Chiye kadehini kaldırıp içinde kalan soğumuş şarabı tek dikişte bitirdi.

            “Xiao Er—”

            Adını duyar duymaz eğildi ve Shen Zechuan’ın dudaklarını yakalayarak onu pencereye bastırdı; erik çiçeği dalı çarpmanın etkisiyle sarsıldı. Shen Zechuan geri çekilmeye çalıştı, ama Xiao Chiye’nin sıkı kavrayışı altında sırtı neredeyse kırılacak gibiydi. Kar, Xiao Chiye’nin ensesine düşüyordu ama o bunu umursamadan altındaki adama daha da bastırdı. Parmaklarını Shen Zechuan’ın parmaklarının arasına geçirip ellerini kenetledi.

            Yüz Yetkili Ziyafeti’ndeki o bakıştan beri Xiao Chiye onu öpmek istemişti. Bu arzu, konuşmaları boyunca içten içe büyüyüp bir ateşe dönüşmüştü; tüm gece boyunca kendini zor tutmuştu. Shen Zechuan’ın ne kadar acımasız olduğunu, nasıl istediğinde geri çekilip nasıl ileri atıldığını görmüştü ama tüm bu izlenimler arasında ona dair ne hissettiğini tam olarak adlandıramıyordu. Tek istediği Shen Zechuan’ı yere sermek ve onu kızarana kadar öpmekti—o kaçamak arzunun gözlerinde parıldayan hâlini görmek istiyordu.

            Shen Zechuan’ın göğsü hızla inip kalkıyordu. Rüzgâr, bedenindeki teri soğutmuş, onu titretecek kadar üşütmüştü. Xiao Chiye’nin ağzından ona geçen şarabı, dişleri durduramamıştı. Şarap boğazından kayıp giderken öksürecek gibi oldu, ama Xiao Chiye dilinin ucunu ısırdı ve öksürmesini engelledi. Shen Zechuan’ın gözleri yaşardı. O anda gökyüzü başlarına yıkılsa bile, Xiao Chiye onu bırakmazdı.

            Tam o sırada üstlerinden gelen ani bir güm sesiyle birlikte biri çatıdan aşağı düştü. Ding Tao baş aşağı bir kar yığınına çakıldı, ardından aniden başını çıkarıp doğruldu. Üşümüş kollarını ovuşturuyordu. Ağzını açıp bir küfür seli savurmak üzereydi ki başını kaldırdı ve pencereyle burun buruna geldi. Çenesi yere düştü, gözleri öyle büyüdü ki, sanki ruhu bedenini terk etmiş gibiydi.

            Shen Zechuan, Xiao Chiye’yi tekmeleyerek uzaklaştırdı ve öksürmeye başladı. Pencere pervazına tutunarak kendini dik tuttu. Kulakları kıpkırmızıydı; ağzı ise hâlâ şarabın rayihalı tadıyla doluydu.

            Xiao Chiye nefes nefeseydi, bakışları kararmış bir şekilde pencereye çevrilmişti.

            Ding Tao’nun dişleri birbirine vuruyordu. Titrer hâlde işaret parmağını yukarı kaldırarak fısıldadı, “A-aa… Af… Affedersiniz, Gongzi…”

            Onun yukarısında, Qiao Tianya ve Gu Jin nefeslerini tutmuş, sanki hiç orada değilmiş gibi davranarak olanları dikkatle izliyordu. Xiao Chiye tek kelime edemeden, Ding Tao panikle kaçtı. Bir ağaca tırmanıp hızla tekrar çatıya çıktı ve gözden kayboldu, Shen Zechuan ile Xiao Chiye’yi yeniden yalnız bıraktı.

Çeviri ve Redakte: Pebbles

Dipnotlar

  1. “Shifu” birebir usta–öğrenci ilişkisiyle bilgi aktaran kişiyi ifade ederken, “xiansheng” daha genel bir saygı ifadesiyle öğretmen ya da beyefendi anlamına gelir.