SAYE 14. Bölüm

Mezarlıktan eve geri dönüşteki otobüs yolculuğu şehrin yarısını dolandığı için uzundu. Gu Fei pencereye yaslanarak otobüsün onu sallamasına izin verdi ve daha iki durak bile geçmeden uykuya daldı.

Evinin önüne sadece birkaç durak kala gözlerini açtığında saat çoktan sekizdi. Ekrana göz atmak için telefonunu çıkardığında Jiang Cheng hiçbir mesaj göndermemişti – muhtemelen daha gelmemişti.

Gerçi Gu Miao’dan tek bir mesaj vardı, sadece üç kelime içeriyordu.

– Çoktan yemek yedim.

Eve geç geldiğinde ve yemek yapmaya zamanı olmadığında alt kattaki komşu küçük bir masa kuruyordu ve Gu Miao da aşağı inip onlarla beraber yemek yiyordu. Ayın sonunda da Gu Fei onlara aylık faturayı ödüyordu.

Bazen anneleri geçici heveslerle sürüklendiğinde birkaç öğün yemek yapardı. Annelerinin tüm yemekleri çok lezzetliydi, Gu Miao da Gu Fei de yemeklerden oldukça zevk alıyorlardı ancak fırsatlar oldukça azdı.

– Alt katta mı yedin?

–Mm.

Gu Fei telefonunu cebine geri koyduktan sonra otobüsten inmek için beklemek üzere yan kapıya doğru yürüdü. Küçük kız gittikçe daha havalı oluyordu, metin mesajlarında bile ketumdu ve kelimeleri altın kadar değerliydi.

Şehrin bu eski kısmında saat sekiz kış sezonu için çoktan geç sayılırdı ve eskinin içinde bile eski olarak nitelendirilen bu sokaklar içinse gece yarısı olarak değerlendirilebilirdi. Caddedeki dükkanların hepsi bu saatlerde kapanırdı ve kart oynayanlar dışında nadiren insan bulunurdu.

Gu Fei ailesinin dükkanına doğru ilerlerken oldukça uzaktan birinin girişte beklediğini fark etti. Dalga dalga yayılan loş ışıkta, Gu Fei yaya kaldırımındaki kişinin neredeyse dans edermişcesine kaldırımdan aşağı ve yukarı zıpladığını anlayabiliyordu.

Jiang Cheng?

Adımlarını hızlandırdı ve yanına gittiğinde gerçekten de Jiang Cheng olduğunu gördü. Boynu montunun içine gömülmüş ve elleri ceplerine dalmış bir şekilde dükkanın girişindeki merdivenlerden aşağı yukarı zıplıyordu.

“Lanet olsun!” Tek bir ses bile çıkarmadan önce Jiang Cheng yaklaştığını görmüştü. Soğuktan mı yoksa tehditkar ses tonundan dolayı mıydı bilmiyordu ama sesi oldukça kısıktı. “Neden yarın ortaya çıkmadın!”

Son cümle ağzından çıktığında Gu Fei soğuktan kaynaklandığını doğruladı. Jiang Cheng’in sesi titriyordu ve ayrıca dişlerinin titreme sesiyle birlikteydi.

“Üzgünüm,” Gu Fei anahtarları çıkarırken konuştu. “Son derece yavaş bir otobüsteydim.”

“Hayır o yüzden değil,” Jiang Cheng dükkanın kapısını işaret etti. “Aile işin oldukça kayıtsızca işletiliyor.”

“Mm?” Gu Fei, Jiang Cheng’e bakış attı.

“Yan kapıdaki doktor ayrılırken bu öğleden sonra dükkanı açmadığınızı söyledi.” Jiang Cheng cevapladı.

“Bu doğru mu?” Gu Fei kapıyı açtı içerideki sıcaklık etraflarına çağlayan gibi yayıldı. “Bugün dükkana bakma sırası annemdeydi, bu öğleden sonra…muhtemelen bir şey olmuştur ve ayrılmıştır.”

“İlerle, ilerle…” Jiang Cheng, Gu Fei’yi kenara itip dükkana adım atarken tam arkasındaydı. Olduğu yerde birçok kez zıpladıktan sonra sonunda poposunu sandalyeye yerleştirdi. “Siktir, donuyorum.”

“Buraya ne zaman geldin?” Gu Fei elektrikli ısıtıcıyı getirdi ve Jiang Cheng’in yanında açtı.

“Yedi elli.” Jiang Cheng gelişigüzel bir şekilde Gu Fei’nin montunu içeren poşeti kasanın üzerine attı.

“Bu kadar erken.” Gu Fei dondu.

“Ben,” Jiang Cheng kendini işaret etti. “Küçük yaşlardan beri dakik olmayı öğreten bir eğitim aldım.”

Gu Fei, Jiang Cheng’e baktı ve ancak bir süre geçtikten sonra konuşabildi: “Geldiğinde neden beni aramadın?”

“Seni arasaydım birdenbire burada mı belirecektin?” Jiang Cheng cevapladı. “Ayrıca, telefonum çok soğudu ve kapandı.”

“O zaman neden bugünlük geri dönmedin.” Gu Fei bir kupa getirdi ve içine bir dilim limon koyduktan sonra içine sıcak su ekleyerek Jiang Cheng’e uzattı. “Almaya ben de gelebilirdim.”

“Söyleyecek neden bu kadar çok saçmalığın var.” Jiang Cheng kupayı aldı ve bir yudum içti, ısıtıcıya bakıyordu.

Gu Fei konuşmayı devam ettirmedi: “Kıyafetlerini yarın sabah getireceğim, yıkanması için eve götürdüm.”

“Ah?” Jiang Cheng, Gu Fei’ye bakmak içi başını kaldırdı. “Yıkaması zor, üzerinde kan var.”

“Önemli değil, yıkandığında tamamen çıktı.” Dedi Gu Fei.

“Teşekkür ederim.” Dedi Jiang Cheng.

“Önemli değil.” Gu Fei kasanın arkasına oturdu ve bacaklarını tezgahın üzerine uzattı. “Sadece, yıkanmamış halde bırakmak çok mide bulandırıcıydı ve sen de onları yanına almış değildin.”

“…Siktir!” Dedi Jiang Cheng. “Unuttum, tamam mı?”

Sonrasında ikisinin de söyleyecek fazla sözü yoktu.

Gu Fei oldukça rahat bir şekilde tezgaha yerleşti ve telefonuyla oynamaya başladı. Jiang Cheng’in oynayacak telefonu yoktu bu yüzden sadece orada oturdu ve ifadesizce boşluğa baktı.

Bu saatlerde civardaki dükkanların çoğunun – oyun salonu dışındaki – bu günlük kapattığını biliyordu. Gu Fei muhtemelen kapatmak için Jiang Cheng’in gitmesini bekliyordu.

Ama Jiang Cheng gitmek istemiyordu.

Li Baoguo’nun evi bugün oldukça canlıydı. Li Baoguo’nun hangi delilik tarafından ele geçirildiğini bilmiyordu ama kart oynamak için bir yığın insan çağırmıştı.

Öğlen, Li Baoguo Jiang Cheng’in parçaladığı pencere panelini ustaca onardı. Jiang Cheng bu özellik karşısında şaşkınlığa düştü – eğer biri el becerisi konusunda konuşacaksa, ebeveynlerinin nesli oldukça yetenekliydi.

Jiang Cheng’in, dalgın düşünceleri dünyaya dönemeden önce oda aniden beş-altı kadın ya da erkekle dolduğu için Li Baoguo’nun ‘görünüşte’ onun için kaynattığı çin mantılarından on tane yeme şansı bile olmamıştı.

Jiang Cheng’in dört bir tarafında toplanmışlardı ve dik dik bakıyorlardı – gözlerinin önünde gözetlemenin ve dedikodunun her türü yaşandı.

Başka birinin, oğlunu bu yaşa kadar yetiştirmesi ne kadar da kazançlı.

Bak, büyük şehirde yetişmiş bir çocuk kesinlikle farklı ha!

Seni evlat edinen aile oldukça zengin olmalı, değil mi?

Tabi ki zenginler, şunun kıyafetlerine ve tavırlarına bak. Cık, cık, cık…

Sonunda, orta yaşlı bir internet meme’i tarzında olan kadın şunu söyledi: tek bir bakışla kan bağları olduğunu anlayabiliyorsun. Bakın, bakın, bakın, şuna bakın, yüz hatları Bao Guo’ya çok benziyor ah! Tamamıyla aynı ah!

Jiang Cheng halihazırda dişlerini gıcırdatıyor ve kendini dolmalık biber şeklinde boğuyordu bu cümle kulaklarına taşınır taşınmaz aniden daha fazla dayanamadı.

Benzer?

Benzer… cehenneme kadar yolu var! Tamamen aynıymış hadi ordan!

Jiang Cheng grubu bir kenara itti. Grup ancak kendi odasına girdiğinde ve kapıyı çarptığında nihayet pes etti.

Ondan sonra tenceredeki bütün çin mantılarını bitirdiler, Jiang Cheng’in yemeye fırsatının olmadığı tabağında kalmış olan üç çin mantısı bile kurtulamadı.

Jiang Cheng günlük güvensizlik anlarından birine yakalandığını hissetti. Sol tarafta: erişilmezlik, sağ tarafta ise: anlaşılmazlık – nefes almanın bile zor olduğu bir atmosferde yaşıyordu.

Bu öğleden sonra dersten çıktığında apartmanın koridoruna doğru yürürken sadece seslerden bile o insanların hala orada olduklarını anlayabiliyordu ve davranışlarına bakıldığında, bu gece de ayrılmak gibi bir planları olmadığı söylenebilirdi. Jiang Cheng kapıdan girmekle uğraşmadı ve biraz bile tereddüt etmeden U dönüşü yaptı.

Geçen gün gitmeye fırsatı olmadığı çin mantısı restoranına doğru yöneldi, Gu Fei’ye bir mesaj gönderdi ve içeride ödevlerini bitirdi. Nihayetinde sadece o kaldığında, Jiang Cheng en sonunda ayağa kalktı ve restorandan ayrıldı.

Anlaşılması güç bir yalnızlık vardı.

Eski hayatına dönemez ya da şu anki hayatına karışamazdı. Yabancılardan oluşan denizin içinde savruluyordu, ebeveynleri ve arkadaşları olmadan – dinlenmesine yetecek kadar güvenli tek bir yer bile yoktu.

Sanki bütün vücudu havada asılı kalmış gibi geliyordu.

Gu Fei’nin dükkanında neredeyse yarım saat boyunca boş boş etrafa baktıktan sonra Jiang Cheng, Gu Fei’ye bakmak için başını çevirdi. Önceki gibi başını eğmiş telefonuna bakıyordu.

“Kapatmak için mi bekliyorsun?” Jiang Cheng sordu.

Gu Fei ekrana bakmaya devam etti, Jiang Cheng’i umursamıyordu.

“Kapatmak için acelen varsa giderim.” Jiang Cheng devam etti. “Yoksa bir süre daha kalacağım.”

Gu Fei yine tek bir ses bile çıkarmamış ya da hareket etmemişti.

Bu kadar büyüleyici olan ne? Jiang Cheng ayağa kalkmadan ve tezgahın üzerine eğilip gizlice Gu Fei’nin telefonuna bakmadan önce tereddüt etti.

Geri zekalı oyun, Craz3 Match!

“Kahretsin!” Kendini söylenmekten alıkoyamadı. Başkalarının söyledikleri duyamayacak kadar böyle bir oyunu oynamaya dalan bir insan nasıl var olabilir!

Bu seviyeyi inceledi, oldukça zordu ve sadece üç hamle kalmıştı. Hamlelerin hiçbirini boşa harcamazsa seviye hâlâ geçilebildi – Gu Fei muhtemelen hamlelerini hesaplıyordu.

Tezgahın üzerine eğildi ve onunla beraber hesapladı. Yeterince hızlı bir şekilde hangi parçanın önce hareket ettirilmesi gerektiğini belirledi. Ancak satranç izleyen bir insanın konuşmaktan kaçındığında mükemmel bir beyefendi olduğu ahlaki değerine dayanan Jiang Cheng sessizce bekledi.

Gu Fei bütün bu zaman boyunca sessiz kaldı.

Jiang Cheng neredeyse beş dakikadır kasanın üzerinden eğilmeye devam ediyordu ve Gu Fei hâlâ hareket etmemişti. Önceki zamanlar da eklendiğinde, yarım saatten daha uzun süredir donmuş bir şekilde bu üç hamleyi hesaplıyordu…

Jiang Cheng Lao Xu’nun bu sabah ne söylediğini düşündü, ‘Gu Fei aslında oldukça zekidir…’ Bu mu zeki?

Kendini daha fazla kontrol edemeden Gu Fei için bir yol açmak üzere parmağını uzattı. “Bunu göremiyor musun?”

Parmak ucu sadece Gu Fei’nin gözlerinin kenarından geçmişti – daha ekrana bile dokunamamıştı – yine de Gu Fei aniden başını kaldırdı ve Jiang Cheng’in parmağını kavrayarak kesintisiz bir hareketle geriye doğru çevirdi.

“Ah!” Jiang Cheng yüksek sesle bağırdı; hareketleri çok sert değildi ancak onu oldukça şaşırtmıştı. Jiang Cheng’in öfkesi aniden tavana çıktı ve Gu Fei’nin göğsüne yumruk attı. “Kahrolası bir sorunun mu var!”

Gu Fei elini serbest bıraktı.

“Sorunların var değil mi!” Jiang Cheng elini aşağı yukarı salladı – Tanrı’ya şükür sol elindeki parmağıydı, sağ elindeki olsaydı yara tamamen açılmış olurdu.

Gu Fei ayağa kalktı. Jiang Cheng, Gu Fei’nin hareketlerine özellikle dikkat etti, bu adamın içinde yanan şeytani bir alev olup olmadığını ve kavga edecek birini arayıp aramadığını belirleyemedi.

“Ben…” Gu Fei yavaşça telefonunu kenara attı, bir kupa aldı ve kendine biraz su doldurdu. “Ben biraz önce uyuyakaldım.”

“Ne?” Jiang Cheng donakaldı.

“Üzgünüm,” Gu Fei, Jiang Cheng’in eline baktı. “Seni incitmedim, değil mi?”

“Gözlerin açık mı uyuyorsun?” Jiang Cheng sordu.

“O zaman, düşüncelerimin akışına kapılmış olmalıyım, konuştuğunu duymadım.” Gu Fei yerine oturdu ve telefonuna baktı. “Sonra nereyi oynamamı söyledin?”

“Mm” Jiang Cheng, Gu Fei’ye baktı.

“Nereyi?” Gu Fei sordu.

“Kendin bul.” Jiang Cheng cevapladı.

Gu Fei aşağı baktı, ekranı hızlıca kaydırdı ve ardından “ah” sesi ve çatılmış kaşlar geldi.

“Öldün mü?” Jiang Cheng ona baktı.

“Mm.” Gu Fei cevapladı.

“Sen…” Jiang Cheng cümlenin geri kalanını yuttu.

“Geri zekalı mıyım?” Gu Fei onun için tamamladı. “Her halükarda geri zekalı bir oyun oynadığımı söylemiştin, değil mi?”

“Hayır, sağ üst köşedeki yatay kırmızı jelibon dizisini görmedin mi?” Dedi Jiang Cheng. “O gittikten sonra üstte de benzer renkler kalıyordu sonraki hamleyle alttakileri alabilirdin…”

Jiang Cheng cümlesini tamamlamadan önce Gu Fei başıyla onayladı. “Oh.”

Ardından parmaklarını iki kez ekranda kaydırdı.

Jiang Cheng, Gu Fei’ye baktı.

“Geçtim.” Gu Fei, Jiang Cheng’e bakmak için dönerken nefes verdi. “Teşekkür ederim.”

“Puşt.” Jiang Cheng’in nutku tutulmuştu.

Gu Fei telefonunu tezgaha attı ve sırtını esnetti. “Bugün için ödev var mı?”

“Zırvalık,” Dedi Jiang Cheng. “Ödevinizin olmadığı zaman mı var?”

“Yazdın mı?” Gu Fei sordu.

Jiang Cheng sessizce Gu Fei’ye baktı.

“Kopyalamama izin ver.” Gu Fei sordu.

Jiang Cheng, Gu Fei’ye bakmaya devam etti. Bu kişi birbirlerini görmedikleri bir buçuk gün de dahil olmak üzere iki günlük tam olarak tanışmadığı sıra arkadaşına ödevini kopyalayıp kopyalayamayacağını soruyordu ve ses tonu azıcık bile rica eder gibi değildi.

“Lütfen, ödevini ver.” Gu Fei iç çekti. “Böylece kopyalamak için ödünç alabilirim, teşekkür ederim.”

Jiang Cheng de iç çekti ve iç çektikten sonra aniden gülme dürtüsü hissetti.

“Bugün epey çok ödev vardı, kopyalaman uzun sürer.” Jiang Cheng çantasından birkaç defter ve bir tane soru kağıdı çıkardı, onları tezgahın üzerine attı. “Yarın sabah getirirsin.”

“Soru kağıdı gerekli değil, bende yok.” Gu Fei defteri aldı ve göz gezdirdi. “Yazının gerçekten de her zaman tam puan alan bir öğrenciyle alakası yok.”

“Kopyalayacaksan sadece kopyala.” Jiang Cheng karşılık verdi. Aslında bu cümle kaba bir şey ifade etmiyordu – yazısı gerçekten de çirkindi, tek bir satırdaki kelimeler bile sarhoş bir ilk dans sergilemek için yeterliydi. “Pirincin kalitesiz olmasından hoşlanmayan bir dilenci.”

Gu Fei ayağa kalktı ve dükkanda birkaç kere döndükten sonra sonunda küçük bir köşede okul çantasını bulabildi. Tam kitaplarını masanın üzerine sereceği anda telefonu çaldı.

Ekrana dokundu, bu bir sesli mesajdı ve hoparlör açıktı. Kenarda oturan Jiang Cheng içeriğini oldukça açık ve net bir şekilde duydu.

“Da Ge! Bro…ah siktir! Benim hatam! Da Ge, bu benim hatamdı…Bundan sonra…mümkün olduğu kadar…uzak duracağım…ah! Vurmayı kes, vurmayı kes! Lanet olsun, vurmayı bırak, ölmek üzereyim!”

Sesli mesajdaki kişi acıyla çığlık attı ve merhamet dilendi. Jiang Cheng sesler kulağına ulaşır ulaşmaz dondu.

“Yeterince iyi.” Gu Fei telefonu aldı ve mesaja cevap verdi.

Jiang Cheng uzun bir an boyunca Gu Fei’ye baktı: “Bu dün ağaca çarptığın kişi, değil mi?”

“Evet.” Gu Fei çantası baştan aşağı on kere aradıktan sonra sonunda bir tane kalem bulabildi ve birkaç kere karalama yaptığında içinde mürekkep olmadığını fark etti. Jiang Cheng’e bakmak için döndü. “Kalemin var mı?”

Jiang Cheng onun için bir kalem çıkardı.

Beklentilerden daha az oranda başarılı olanlar bile farklı seviyelerde oluyordu. Pan Zhi de tembeldi ama Gu Fei ile karşılaştırıldığında kesinlikle hassas, sevimli bir tembeldi; en azından Pan Zhi’nin kendi kalemleri vardı hem de birden fazla.

Gu Fei başını eğdi ve ödevini kopyalamaya başladı. Kopyalamaya kendini kaptırmıştı – hikayenin tamamını bilmeyen biri gerçekten de çalışkan olduğunu düşünürdü.

Jiang Cheng bir süre daha oturdu artık hareketsizce oturamayacağını hissettiğinde – ki hiçbir şey yapmadan sadece Gu Fei’nin ödev yapmasını izleyerek oturamazdı – ayağa kalktı. “Gidiyorum.”

“Gidecek bir yerin olmadığını sanıyordum.” Gu Fei yazarken konuştu.

Tebrikler! Haklısın!

Jiang Cheng cevap vermedi – gerçeğin çaresizliği ve utanç verici acısı vardı.

“Gidecek bir yerin yoksa sadece burada kal. Li Yan, Liu Fan ve diğerleri yapacak başka şeyleri olmadığında yan gelip yatmaya buraya gelirler.” Dedi Gu Fei.

“Gidiyorum.” Başkalarının gözünde ‘Bu Shi Hao Niao’ ile aynı seviyede değerlendirilmeye başlandığını fark eden Jiang Cheng yüreğinin tıkandığını hissetti – neredeyse sinir krizi geçirmek istiyordu.

Jiang Cheng hırçınca kapının perdelerini kenara itti ve aynı şekilde içeri girmeye çalışan birine çarptı.

“Piç!” Çarpıştığı kişi bir kadındı, daha birbirlerinden bile ayrılmadan önce kadın küfür etmeye başladı. “Piç!”

Jiang Cheng’in öfkesi şok tarafından alaşağı edildi, gözleri kadına bakarken sonuna kadar açılmıştı.

“Geçişi engelleme!” Kadın, Jiang Cheng’i büyük bir kuvvetle içeri itti, “Gu Fei seni puşt!”

Kadının itişi Jiang Cheng’in tökezlemesine ve arkaya birkaç adım atmasına sebep oldu. Kadının yüz hatlarını görmek için başını kaldırır kaldırmaz bir kez daha donakaldı.

Ne tanıştırılmaya ne de tahmin etmeye ihtiyacı yoktu – sadece tek bir bakışla onun Gu Fei’nin annesi olduğundan emin olabilirdi. Gözleri ve burunları bile tamamen aynıydı.

“Neden bu kadar sinirlendin?” Gu Fei kalemini bıraktı ve ayağa kalktı, kaşları çatılmıştı.

“Ne yaptın?!” Kadın elleri yüzünü hedeflemiş bir şekilde Gu Fei’nin üzerine atladı.

Gu Fei elini havada yakaladı ve Jiang Cheng’e doğru baktı.

“Um…” Jiang Cheng o kadar garip hissediyordu ki nereye bakacağını bile bilmiyordu. “A-Yi, ben gidiyorum.”

“Ne için gidiyorsun?!” Kadın ona doğru hücum etmeden önce başını Jiang Cheng’e çevirdi ve dirseğinden yakaladı. “Sen ve bu piç bu konuda takım oldunuz, değil mi? Gidemezsin!”

“N…ne?” Jiang Cheng o noktada donakaldı.

“İkiniz ne yaptınız?” Kadın Jiang Cheng’in dirseğine vurdu.

Jiang Cheng, Gu Fei’nin yaptığı gibi kadının elini tutmaya cüret edemedi. Ne de olsa o Gu Fei’nin annesiydi. Yapabileceği tek şey açık açık vuruşu kabullenmekti.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kadın oldukça güzeldi ancak Jiang Cheng gerçekten şu anki deli gibi davranışının sebebini anlayamıyordu.

“Kendinden utanmıyor musun?” Gu Fei annesinin kolunu tuttu ve onu yakındaki bir sandalyeye fırlattı, parmağı annesinin yüzünü işaret ediyordu. “Hadi tekrar kendini kaybetsene!”

Kadın sonunda üzerlerine atlamaya çalışmayı durdurdu ancak aniden gözyaşlarına boğuldu. “Ben senin annen miyim değil miyim, biriyle çıkmayı denememin nesi yanlış? Beni görmeye bile korkana kadar onları dövmek zorundasın…hayatımın geri kalanı boyunca beni dul görmeye o kadar mı isteklisin!”

Gu Fei’nin ten rengi göze hoş görünmüyordu hatta elleri bile titriyordu.

Jiang Cheng eğer şu anda orada olmasaydı Gu Fei’nin büyük olasılıkla annesinin yüzüne tokat atacağını hissetti.

Ancak bu durumda, Jiang Cheng gidince Gu Fei’nin annesi tokatlanabilecek olsa bile, gitmek zorundaydı. Gu Fei’nin şu anki duygularına sempati duyabiliyordu – Li Baoguo’yla olan ilişkisini kimsenin farketmesini istememesiyle aynıydı.

Kapıya doğru birkaç adım geriledi ve Gu Fei ona doğru baktığında Jiang Cheng kapıyı işaret etti.

Gu Fei çileden çıkmış bir tavırla başıyla onayladı. Jiang Cheng hızla perdeyi kaldırdı ve dışarı fırladı.

O tuhaf, rahatsız edici atmosfer eve çok yakın bir noktaya vurmuştu – ancak soğuk kış havası birçok kez onu tartakladığında yavaşça kaybolmaya başladı.

Siktir, hangi lanet olası türde bir anne bu!

Kaşlarını çattı, bu cehennem yerinde tek bir normal insan bile yok mu?

Beton zemine sürtünen tekerlerin sesi arkasından geldi. Ses oldukça tanıdıktı, Jiang Cheng hızla başını çevirdi. Hakikaten de kaykayının üzerinde Jiang Cheng’e doğru gelen Gu Miao’ydu.

Dükkanın önünden geçerken muhtemelen içerdeki sesleri duydu, tereddüt etti ama durmadı. Onun yerine tek bir itişle rüzgar gibi ona doğru süzüldü.

Geçerken Jiang Cheng’e el bile salladı. Jiang Cheng kızı dikkatli olması için uyarmak üzereydi ancak kaykaya tek bir adımla çoktan havaya sıçramıştı, havada uçtu ve sağlam bir şekilde Jiang Cheng’in önüne indi. Vücudunun güzel bir dönüşüyle durdu.

“Neden eve gitmedin?” Jiang Cheng cevap vermeyeceğini bilse de Gu Miao’ya baktı.

Gu Maio konuşmadı. Kaykayından indi, ayağıyla hafifçe kaykayı itti ve kaykay Jiang Cheng’in ayağının yanına gitti.

“Kaymamı mı istiyorsun?” Jiang Cheng sordu.

Gu Miao başıyla onayladı ve yumuşakça şapkasını yukarı çekti.

“Nasıl kayıldığını biliyorum,” Jiang Cheng ellerini ovuşturdu. “Sadece son yaptığımdan bu yana çok uzun zaman geçti.”

Gu Miao yine ses çıkarmadı ve Jiang Cheng’e bakmaya devam etti.

Jiang Cheng küçük kızın bakışlarında ufacık bir kışkırtmanın ipucunu gördüğünde kendini gülümsemekten alamadı. “Bir maç için bana meydan mı okuyorsun?”

Gu Miao lamba direğine yaslandı ve kavuşturulmuş kollarıyla Jiang Cheng’e baktı.

“Yo,” Jiang Cheng çantasını yakındaki kar yığınının üzerine attı ve ayağını kaykayın üzerinde dinlendirdi. “Küçük civciv oldukça havalı.”

Gu Miao acele etmesini belirterek çenesini kaldırdı.

Aslında Jiang Cheng ilk ve ortaokul yıllarında bu tarz şeylerle oynamayı severdi – kaykay ve paten içeren şeyleri. Ancak dokuzuncu sınıfta liseye giriş sınavları için yapılan hazırlıklar nedeniyle annesi ‘ders çalışmakla ilişkisi olmayan’ bütün konuları hayatından silmişti.

Ayağı zemini iterken derin bir nefes aldı ve kaydı.

Hızı yüksek değildi, buradaki arazi oluşumuna alışık değildi, Tanrı’ya şükür Gu Maio’nunki klasik bir kaykaydı – en alışık olduğu türdü, bu yüzden alışması da nispeten daha kolaydı.

Birkaç metre kaydığında arkasından gelen adım seslerini duydu. Arkasından koşan Gu Miao’yu görmek için başını çevirdi ve Jiang Cheng’in döndüğünü gören Gu Miao aynı anda ellerini çırptı; ancak küçük kızın onu alkışladığını mı yoksa acele etmesini mi söylediğini anlamamıştı.

Bununla beraber kaykayla kaymak ve hala ona yetişebilen küçük bir kızın olması… oldukça eğlenceliydi.

Gu Miao koştu ve aynı anda bir Ollie sergileyerek atladı.

Küçük kızın önünde saygınlığını yitirmek istemeyen Jiang Cheng, denge merkezini değiştirdi ve bir ayağı tahtada tam önündeki kar yığınının üzerinden atladı – parmağıyla Gu Miao’nun olduğu yönü işaret etmek için zaman bile yaratabildi.

Gu Miao’nun gözleri anında parladı. Heyecanla zıpladı, elini kaldırdı ve parmaklarını şıklattı.

Küçük kızın parmaklarını şıklatması Jiang Cheng’i utandırdı – oldukça keskindi.

Yere indikten sonra, Jiang Cheng kavşağa ulaşana kadar kaymaya devam etti. Bu sefer hızını arttırdı, Gu Miao arkasından takip etmedi, bunun yerine Jiang Cheng’e bakmak için önceki yerinde durmaya devam etti.

Geri gitmek için arkasına döndüğü zaman, utançla yüzünün üzerine düşme riskini tekrar aldı ve geri dönmeden önce merdivenlerin üzerinden atladı – şansı çok kötü değildi düşmedi sadece biraz sendeledi.

Kaykaylar oldukça iyi bir dikkat dağıtma stratejisiydi. Tahtanın üzerindeki ayağıyla, rüzgar gibi sokaktaki yabancıları geçerken, tiksinti, bıkkınlık ve can sıkıntısı hepsi geride kaldı.

Böyle bir şeyi yüzüne çarpan rüzgarla kışın ortasında yapmak oldukça soğuk olmasına rağmen yine de mükemmel hissettiriyordu.

Geri dönüş yolu hafifçe eğimliydi, hızı çarpıcı bir şekilde artmaya başladı ve tanıdık heyecan yavaşça geri geldi.

Tamamen beklentiye bürünmüş bir ifadeyle Jiang Cheng’e bakan Gu Miao’ya baktı. Bakışlarını tekrar yere çevirdi, Gu Miao’yu geçerken büyük kar yığınının üzerinden atlamayı düşünüp taşındı.

Şu anki hızı tam olarak doğruydu. Jiang Cheng kollarında rüzgarla hızla kar yığınına yaklaşırken ileri atıldı.

Atlamaya hazırlandığı anda önünde duran küçük tuğla parçasını fark etti.

Siktir!

Küçük tuğla büyük kar yığına giden tek yolun üzerindeydi, şu anki paslı becerileriyle yana çekilmesi imkansızdı. Sadece erken bir atlama yapabilirdi ancak bu da indiğinde kar yığınının üzerine düşeceği anlamına geliyordu.

…her şey ne kadar yüksek atlayabileceğine bağlıydı.

Kaykayda tek bir adımla keskince havaya atladı.

Ne yazık ki, bu sefer o kadar da şanslı değildi.

Muhtemelen soğuk hava yüzündendi ve ayrıca muhtemelen bacaklarını yeterince kasmadığı içindi… Çoktan iniş noktasını hesaplayabiliyordu.

Kaykayın ucu muhtemelen kar yığınının ortasına saplanacaktı.

Ve Jiang Cheng’e gelince, muhtemelen kar yığınının önündeki yaya kaldırımına çarpacaktı.

Hadi! Uç! Gençlik!

Bir an havada uçtuktan sonra, kaykayın ucu tahmin ettiği gibi doğrudan kar yığınına yöneldi. Gel gör ki tam düşmeden önceki anda, önünde aniden bir kişi belirdi.

Hassiktir.

Hassiktir
cr 机甲没充电

cr 机甲没充电

SONRAKİ BÖLÜM