LITTLE MUSHROOM |
BİRİNCİ KİTAP: KIYAMET GÜNÜ |
BÖLÜM 2
KUZEY ÜSSÜ’NE GERİ Mİ DÖNÜYORSUNUZ?
🍄🍄
An Zhe uzunca bir süre yürüdü.
Geçen günler ve gecelerin ardından, haritada kat ettiği mesafe sadece bir insanın serçe parmağı kadardı, Kuzey Üssü’ne kalan mesafe ise tam bir parmak uzunluğundaydı. İnsan ulaşım araçlarına sahip olmadığından oraya varmanın ne kadar zaman alacağını bilmiyordu.
Sonunda, nemli ve kasvetli kokunun dağıldığını, ayağının altındaki toprağın sertleştiğini hisseti.
Akşam olunca, Güneş, kırpışan koyu kırmızı bir göz gibi uzaktaki siyah tepelerin ardında battı. Gün ışığı yavaşça kaybolup alaca karanlıkla, Kuzey Işıkları birlikte yükselirken, An Zhe haritadaki yazı ve sembolleri belirlemeye çalıştı.
Uçurum’un sınırı olan kurumuş nehrin önünden yeni geçmişti. Sınırdan sonra “İkinci Ova” olarak adlandırılan bir yer vardı. Üç yıldızlı tehlike seviyesine ve iki yıldızlı kirlilik oranına sahipti. Büyük eklembacaklı canavarlara ve kemirgen hayvanlara ev sahipliği yapıyordu. Artık mantarlarla dolu olmayan araziye, sık görülen alçak çalılıklar hakimdi.
Gerçekten Uçurum’un engebeli arazisi, sıklıkla karşılaşılan yarıklar ve gece geç saatlerde beliren yüksek ağaçların birbirine girmiş gölgeleri tamamıyla geride kalmıştı. Bu yerin manzarasını tek bir bakışla görmek mümkündü -dümdüz ve engin bir alaca karanlık.
Fakat An Zhe tedirgindi.
İkinci Ova’nın kuru havası mantarların hayatta kalabilmesi için uygun görünmüyordu ve besin alabileceği herhangi bir toprak bulamamıştı bu yüzden gücünü sadece uyumak gibi insan yöntemleriyle toplayabilirdi.
Bu şekilde uzunca bir süre daha yürüdükten sonra sonunda yerde seyrek, kısa, yeşil ve sarı otların büyüdüğü sığ bir çöküntü buldu. Kollarını dizlerinin etrafına dolayarak oturdu ve uygun bir pozisyonda kıvrıldı.
Bir mantar genellikle hayatının büyük bir bölümünü uyuyarak geçirirdi ancak bu, An Zhe’nın ilk kez insan şeklinde uyuyuşuydu.
Bir mantarın uykusu sabit bir yerde sessizce durup zamanın geçmesini beklemekten ibaretti fakat görünen o ki insan uykusu bundan farklıydı. Gözlerini kapattıktan kısa süre sonra, sonsuz karanlık, bir dalga gibi yükseldi ve An Zhe’nın bedeni hafifledi.
Ya da başka bir deyişle, bedeninden yavaş yavaş ayrılıyor gibiydi.
Bir süre sonra, uğuldayan rüzgâr kulaklarını doldurdu. Vahşi doğadaki rüzgâr, bir zamanlar en sevdiği şeydi.
Fakat sporunu vahşi doğada etrafta yuvarlanırken kaybettiği için bu sesler artık manasızdı. Rüzgârla beraber insan sesleri de vardı. Heceleri net hatırlayamıyordu, sadece ufak bir kısmı aklında kalmıştı. İnsan diline çevrildiğinde bile bir araya getirilemeyen kopuk ifadeler.
“Bu… İlginç, çok…”
“Nasıl?”
“Al… Numuneler… Bu yerden.”
Sonra, tüm vücuduna tarif edilemez bir acı yayıldı. Bu duygu çok hafif ama aynı zamanda çok derindi. Zihninde asla doldurulamayacak bir boşluk hissi belirmişti ve o andan beri en önemli şeyini kaybettiğinin farkındaydı. Korku, vücudunun her tarafındaydı. O zamandan beri rüzgâr sesinden korkarak, yaşamını mağarada sürdürmüştü.
Kalp ritmi hızlandı ve aniden üzerine bir korku dalgası çöktü -Sporunu kaybettiğinde hissettiği korkunun aynısı.
An Zhe’nın gözleri açıldı ve hemen rüya gördüğünü anladı. Sadece insanlar rüya görebilirdi. Hemen ardından nefesi komple kesildi.
Korkunun kaynağını fark etti. Tam önünde, siyah bir yaratık duruyordu.
İki kan kırmızısı göz hafifçe parladı. An Zhe’nın tüm vücudu gerildi ve bakışlarını dev yaratıkta gezdirdi. Yetişkin bir insan kadar uzundu, ay ışığı kadar soğuk bir şekilde parlayan, üç çift, ince ve keskin pençesi vardı.
Bunun ne olduğunu anladıktan sonra, binlerce yıl önceki ilk atalarının titremesinden kaynaklanan uzak bir duyguyla ürperdi -bir mantar olarak, bir termitin ısırığıyla ölebileceği hissi. Uçurum’daki canavarlar mantarları önemsemiyor olabilirdi ancak İkinci Ova’daki canavarlar onları nadir bulunan bir lezzet olarak görebilirdi.
Bu fikir aklına geldiği anda, An Zhe refleksle yana yuvarlandı!
Eklembacaklı canavarın keskin pençeleri dünyayı bile titretebilecek tok bir sesle yan tarafındaki toprağa, az önce yatmakta olduğu yere saplandı.
An Zhe hızlıca sırt çantasını kaptı ve ayağa kalkıp eklembacaklı canavarın sık ayak sesleri kulağında yankılanırken en yakındaki çalılığa koştu. Ses biraz azaldığında arkasını dönüp baktı. Kuzey ışıklarının altında, sonunda bu şeyi bütünüyle görebildi. Tıpkı binlerce kez büyütülmüş bir karıncaya benzeyen devasa siyah bir canavardı.
Neyse ki, vücudu aşırı hantal görünüyordu. İlerideki çalılara koşabildiği sürece, bir insanın koşma kızına yetişemezdi-
Tökezledi. Göz açıp kapayana kadar canavarın gölgesi üzerini örttü. Rüzgârın keskin uğultusu arasında canavarın pençeleri koluna saldırdı.
An Zhe’nın gömleğinin kolları bir anda boşaldı, yumuşak kumaş aşağı sarktı ve canavar hiçbir şey parçalayamadı.
Bu, canavarı duraksattı, şaşırmış gibiydi.
Aynı zamanda, miselyum uzayıp yeniden büyüyerek tekrardan tam bir insan kolu oluşturdu.
Yere yatarak yuvarlandı, canavarın bir sonraki saldırısından saniyeyle kurtuldu. Ardından yerden kalkmak için kolundan destek aldı ve kendini alçak çalıların içine attı. İki kalın çalı vücudu örtüyordu.
Ama bu, canavarın gözünden kaçabilmesi için yeterli değildi. An Zhe birkaç aceleci nefes aldı ve vücudu değişmeye başladı. Kollarının, parmaklarının ve diğer uzuvlarının ana hatları belirsizleşti, yüzeyin altına bir şeyler girdi, daha esnek bir biçimde kaçabilmek için miselyuma dönüştü.
Tam o anda—
Bam!
Beyaz bir ışık havada uçtu ve kayan bir yıldız gibi canavarın kafasıyla göğsü arasındaki birleşen eklemlere isabet etti. Küt bir çarpma sesi çınladıktan sonra, beyaz ışık, kırmızı bir parıltıya karışarak sessizce patladı.
An Zhe çalıların arasında uzanmış, gözlerini fal taşı gibi açmış bir şekilde kocaman canavarın ortadan ikiye bölünerek yere düşmesini izledi.
Çarpma, An Zhe’nın üzerindeki yaprakların havalanmasına neden oldu.
Canavarın kafası ondan yarım metreden az bir mesafeye düştü, kan kırmızısı gözler hala ona bakıyordu.
An Zhe geçmişte “Uçurum”da canavarların üçe bölündükten sonra bile hala hareket edebildiğini görmüştü. Tam canavardan biraz uzaklaşmayı düşünürken, Bir anda yakınlarından gelen sesler duydu.
“Bu son uranyum bombasıydı. Leşi aldıktan sonra üsse geri dönüyoruz.” Adamın sesi kalındı.
“Eklembacaklı türünün kabuğu ucuz değildir. Sonunda bir tane yakalayabileceğimizi düşünmemiştim.” Bir öncekine göre daha tiz olan başka bir erkek sesi.
Kısa bir sohbetten sonra konuşmayı bıraktılar ve ayak sesleri etrafta dolandı. Bu hışırtılı sürtünmeyle karışık kalın tabanlı deri botların kumda yürüme sesiydi.
İnsanlar. An Ze’nın ölümünün ardından, An Zhe uzun zamandır hiç insan görmemişti. Sessizce başını çalıların arasından çıkardı.
Çalılar hışırdadı ve konuşan ilk adamın sessizce, “Dikkat edin!” dediğini duydu.
Sonraki saniye, üç tane siyah silah namlusu ona doğrultulmuştu.
An Zhe adamlara baktı.
Aklına sporunu kaybettiği gecenin bulanık anıları geliyordu fakat An Ze’nın varlığı ona insanların nazikliğini ve iyi niyetini göstermişti. Şu anda içinde bulunduğu durumu düşündü ve şöyle dedi,
“M… Merhaba.”
Kuzey ışıklarının altında, önündeki sahne netti. Koyu renk kıyafetler giymiş hepsi erkek olan üç insan. Bellerine silahlar için olan şarjörler takılmış geniş kahverengi kemerler bağlanmıştı. Ortada duran adam diğer ikisine göre daha kısaydı.
Uranyum bombası hakkında konuşan ilk kişi, oldukça sakin bir sesle konuştu. “Sen insan mısın?”
An Zhe bir an tereddüt etti. Sonra canavarı tam ortadan havaya uçuran silahı düşündü, “Evet,” dedi.
“Adın ne? Kimlik numaran ne? Takım arkadaşın nerede?”
“An Zhe. 3261170514. Ayrı düştük.”
Adam kaşlarını çatarak ona baktı. Adamın kalın koyu kaşları, duru siyah gözleri, yüksek burun kemiği ve kalın dudakları vardı. Uçurum’daki vahşi yaratıkların aksine, yüz hatları An Zhe’da tehlikeye uğrama hissi uyandırmamıştı bu yüzden dudaklarını büzerek bakışlarına karşılık verdi.
Üç saniye sonra, adamın yanındaki adamlardan biri -kısa ve koyu tenli olan- silahını bir tık sesiyle bir kez daha doldurdu, bu tehdit dolu bir eylemdi. An Zhe’ya baktı ve alçak bir sesle hızlıca konuştu, “Kıyafetlerini çıkar.”
An Zhe çalılıktan kalktı. Gri gömleğinin ilk düğmesini açtı, ardından ikinciyi açarak yakasının tenini açığa çıkardı. Derisi pürüzsüz, süt beyazıydı ve biraz da miselyumun rengine benziyordu.
Sonra, üçüncü adamın ıslık çaldığını duydu. Solgun kırmızı tenli, sarı saçlı bir adamdı ve yüzünde insan yaşlanmasının belirtisi olan birçok kırışıklığı vardı. Adamın Gözlerinin rengi gri-maviydi ve doğruca ona bakıyordu.
An Zhe başını eğdi, kalan düğmeleri çözüp gömleğini çıkardı. Mavi gözlü adam ona yaklaştı, ikinci kez ıslık çalarak onu tepeden tırnağa incelemeye başladı. Adamın gözleri Uçurum’daki salya akıtan hayvanlar gibi yapışkandı. An Zhe’yı tekrar inceledikten sonra yanına geldi. An Zhe’nın bileğini kavradı, parmaklarını An Zhe’nın bileğine, başparmağını da bilek kemiğine sürttü. Biraz sert bir sesle sordu, “Bu ne?”
An Zhe, avcuna ve bileğine baktı. Canavarın saldırısından kaçarken çalılar yüzünden oluşmuş bazı düzensiz kırmızı çiziklerdi. Başıyla arkasındaki çalıları işaret etti. “Yapraklar.”
Kısa bir sessizlik oldu. Bir süre sonra o adam dilini şaklattı ve “Gerisini kendi başına mı çıkartmak istersin yoksa senin için ben çıkarayım mı?” dedi.
An Zhe kımıldamadı. Ne yaptıklarını az çok biliyordu çünkü An Ze’nın anılarında buna benzer anlar vardı. Canavarlarla canavarlar ve insanlarla canavarlar arasında gen kirliliği yaşanıyordu. Birinde bozulma olup olmadığını geçici olarak belirlemenin yöntemi yaralarını kontrol etmekti.
Fakat arkasındaki adam onu rahatsız hissettirmişti. Hala mantarken, bir yılan onun sapı ve şapkasından sürünerek geçtiğinde hissettiği duygu aynı böyleydi.
Kafasını kaldırıp ortadaki adama baktı. Uçurum’da bir sürü canavar görmüştü ve onların ne kadar tehlikeli olduklarını tahmin edebiliyordu. Şu an, bu adamın üçü arasında en az tehlikesiz kişi olduğunu sezmişti.
“Hosen.” Karşılıklı kısa bir bakışmanın ardından ortadaki adam tekrar söze girdi, sesi çok serti. “Biz buradayken eski alışkanlıklarını tekrar uygulama.”
Alaycı bir kahkaha atan Hosen, An Zhe’yı daha da kontrolsüz bir şekilde süzdü.
Üç saniye sonra, o adam An Zhe’yla konuştu. “Benimle arkaya gel.”
An Zhe itaatkâr bir şekilde adamı canavarın kafasının etrafından dolanarak diğer tarafa kadar takip etti. Dallar ve yapraklardan oluşan çizikler dışında başka bir yarası yoktu.
Adam sordu “Takım arkadaşınla ne kadar süredir ayrısın?”
An Zhe bir süre düşündü ve cevapladı, “Bir gün.”
“Çok şanslısın.”
“Burada pek canavar yok gibi duruyor.”
“Ama böcek eksikliği yok.” Bu adamın konuşması her zaman ters ve kısaydı ama güvenilir görünüyordu.
An Zhe düğmelerini ilikledi, adama bakarak yumuşak bir sesle sordu, “Kuzey Üssü’ne geri mi dönüyorsunuz?”
Adam cevapladı, “Evet.”
“O zaman… Beni de götürür müsünüz?” diye sordu An Zhe. “Kendi yemeğim ve suyum var.”
“Bu bana bağlı değil,” dedi adam.
Adam sözünü bitirir bitirmez dışarı çıktı ve diğer ikisine baktı. “Yaralı değil. Onu da götürelim mi?”
Hosen gülümsedi, kollarını kavuşturarak An Zhe’ya baktı ve üçüncü kez ıslık çaldı. “Neden olmasın? Götürsek fark etmez.”
Sonra, son adama baktı. “Sen ne düşünüyorsun, pislik?”
An Zhe da ona baktı ve doğrudan koyu tenli adamın aksi bakışlarıyla karşılaştı.