105. Shizun’un İnsan Ruhu

Share

               >> Biraz kanlı.

               Lamba parlak ışığını bir çift insana yansıtıyordu.

               Artık Mengpo Salonu’nda değillerdi, Mo Ran’in odasındaydılar. Chu Wanning yolu net bir şekilde göremiyordu, bu yüzden Mo Ran onu elinden tutmuştu.

               Chu Wanning’in iki ruhu eksikti, hangi gün olduğunu ya da kimin elini tuttuğunu söyleyemiyordu, ancak diğerinin onu yönlendirmesine şaşkınlıkla izin veriyordu. Mo Ran onu odaya götürdü, yüzündeki yaşları sildi ve arkalarından kapıyı kapattı.

               Chu Wanning elindeki wonton kâsesini yere koydu. Sonra etrafı yoklayarak yatağa gitti ve usulca sordu:

               “Mo Ran hâlâ uyuyor musun?”

               “…”

               Cevap gelmedi, bu yüzden Chu Wanning Mo Ran’in gerçekten hâlâ uyuduğunu varsaydı. İçini çekti ve biraz hayal kırıklığına uğramış göründü.

               Mo Ran buna dayanamıyordu ve ayrıca gidebileceğinden korkuyordu, bu yüzden yatağa oturdu ve “Shizun, uyanığım,” dedi.

               Kendisine seslenildiğini duyan Chu Wanning’in kaşları hafifçe kıpırdandı ve mn-ladı ama sonra tereddütlü göründü ve başka bir şey söylemedi.

               Mo Ran, ince bir yüzü olduğunu biliyordu ve Shi Mei’in burada olduğunu düşünürse muhtemelen birkaç kelimeden sonra tekrar oradan ayrılmaya çalışacaktı, bu yüzden masadan bir saç tokası alıp kapıya fırlattı böylece Shi Mei çıkarken kapıyı kapatmış gibi duyulacaktı, sonra sordu, “Shizun neden burada? Seni buraya kim getirdi?”

               Beklenildiği gibi, Chu Wanning ruhunun sadece yarısıyla kandırmak her zamankinden daha kolaydı. Bir an tereddüt etti, ardından “Shi Mingjing getirdi. O gitti mi?”

               “Gitti.”

               “Mn…”

               Chu Wanning nihayet “Sırtındaki yara…” demeden önce bir an sessizlik içinde geçti.

               Mo Ran yumuşak bir sesle, “Sırtımdaki yara Shizun’un suçu değil,” dedi. “İzinsiz değerli bir bitkiyi kopardım, Shizun’un cezasını hak etmiştim.”

               Ondan böyle bir şey beklemediği için, Chu Wanning biraz şaşırmıştı, sonra narin, perdemsi kirpikleri bir an titredi ve içini çekti, “Hâlâ acıyor mu?”

               “Artık acıtmıyor.”

               Chu Wanning elini kaldırdı, o buz gibi parmak uçları Mo Ran’in yüzüne dokunana kadar aradı ve bir dakika sonra: “Üzgünüm, lütfen Shizun’dan nefret etme.”

               O zamanlar asla bu kadar yumuşak sözler söylemezdi, ama ölümünde, ruhu Yeraltı Dünyası’nda sürüklenirken olanları düşünürsek, müridine ne kadar kaba davrandığından başka hiçbir şeyden pişmanlık duymadığını görmüştü. Ve böylece, bu ikinci şans verildiğinde, bir zamanlar söylemesi imkânsız olan bu sözleri söylemek artık çok daha kolaydı.

               Mo Ran, kalbinden ılık bir kaynak suyu akıyormuş gibi hissetti; yeniden doğduktan sonra kalan nefret, senelerdir solmayan eski yaralar, zaten son nefesinde olan şeyleri kabul etme isteksizliği, hepsi çoktan paramparça olmuştu ve şimdi bunların hepsi, içtenlikle özür dilemesi sayesinde gelip geçmiş, geride hiçbir şey bırakmamıştı

               Ruh Çağıran Fenerin ışığında, Shizun’un yüzüne baktı. Artık kan lekelerini göremiyordu ve oradaki soluklukta tekrar bir yaşam fısıltısı var gibiydi. Sanki hülyalı bir şekilde karşısındaki asla geri dönemeyecek olan o zamanlara bakıyor ve Chu Wanning’in, onu ilk gördüğünden beri nazik olan çehresini görüyor gibiydi.

               Mo Ran elini bilinçsizce, buz gibi soğuk elini, kendi sıcak eliyle örtmek için kaldırdı.

               “Senden nefret etmiyorum,” dedi. “Shizun, bana karşı iyisin. Senden nefret etmiyorum.”

               Chu Wanning bir an boş boş baktı, sonra aniden gülümsedi.

               Yüzünde kan ve kir olmasına rağmen ölmüş olmasına rağmen, gülümsemesi hâlâ donmuş bir derenin ilk eriyişi gibiydi ve tüm odayı baharın sıcaklığıyla dolduruyordu. Gözleri kapalıydı ama kirpikleri arasında parıldayan bir şey var gibiydi. Bu, son dileği yerine getirilmiş birinin ışıl ışıl, parlak gülümsemesiydi, gururlu ama mahzundu, ışıltılı ama mütevaziydi, en bereketli ve metin haitang ağacının çiçek açması gibiydi, sayısız nazik çiçekleriyle, asil dalları dikkatle süsleyen soluk kırmızılıklarla, güzel ve tatlı kokuluydu, binlerce yıldız gibi yaprakları kaplıyordu.

               Mo Ran bu görüntü karşısında kendini kaybetmesine engel olamadı…

               İki yaşamda da Chu Wanning’i bu kadar rahat ve mutlu bir ifadeyle ilk kez görmüştü. Mo Ran akıllı değildi; “çiçek gibi bir gülümseme” deyimini düşündü, ama uygun olmadığı kanaatine vardı, sonra “yüz cazibeli bir gülümseme” deyimini düşündü, ama bu daha da saçma geldi.

               Bu konu üzerinde kafa patlattı ama önündeki bu güzel görüntüyü tarif etmenin bir yolunu bulamadı.

               Yapabileceği tek şey, ne kadar güzel diye düşünüp iç çekmekti.

               Bu kadar güzel bir insanı, nasıl… Daha önce hiç fark etmemişti?

               Ani, tesadüfi bir ilhamla vurulan Mo Ran yumuşak bir sesle, “Shizun, sana söylemek istediğim bir şey var,” dedi.

               “Hım?”

               “Wang Hanım’ın haitang çiçeğinin o kadar değerli olduğunu gerçekten bilmiyordum. O gün kopardığımda, sana vermek istediğim içindi.”

               Chu Wanning şaşırmış görünüyordu. Mo Ran’in sesi daha da yumuşadı, biraz utangaçtı, hatta sözlerini tekrar ederken biraz da çaresizdi, “O senin… Senin içindi.”

               “Ama neden o çiçeği benim için kopardın?”

               Mo Ran’in yüzü istemsizce kızarmıştı. “Be-be-ben de bilmiyorum, sadece, sadece gerçekten güzel olduğunu düşündüm, ben…”

               Devam etmedi, o kadar uzun zaman geçmesine rağmen Chu Wanning için o çiçeği koparırken nasıl hissettiğini bir şekilde hâlâ hatırladığını görünce belli belirsiz şaşırmıştı.

               Chu Wanning, diğer iki ruhu olmadan gerçekten çok nazikti, tıpkı pençeleri olmayan, yumuşak, uysal karınlı ve kar beyaz, oval patili bir kedi gibiydi.

               Mo Ran’in başını okşadı ve “Şapşal,” derken gülümsedi.

               “…Mn,” Mo Ran ona bakarken gözlerinde bir batma hissi vardı. “Ben bir şapşalım,” diyerek burnunu çekti.

               “Bunu bir daha yapma.”

               “Bir daha yapmayacağım.”

               Mo Ran, geçmiş yaşamda umudunu yitirdiğinde, her türlü kötülüğü yapmış ve insanları terörize etmişti, Shizun’u nihayet ondan vazgeçip o kanıyı yüzüne vurana kadar Chu Wanning’i kızdırmıştı – “yaradılıştan kusurlu, düzeltilemez”- bu kanı yüzünden bütün bir ömür boyunca içerlemişti. “Shizun, söz veriyorum, bundan sonra seni hayal kırıklığına uğratacak hiçbir şey yapmayacağım. İyi olacağım, kötü olmayacağım.” derken göğsü yüzlerce duygu ile dolmuştu.

               Okuması güçtü ve vereceği güçlü bir etki bırakacak sözleri yoktu, ama bir zamanlar çocukken sahip olduğu saf ve basit ruh, nihayetinde uykusundan canlı bir şekilde uyanmış gibiyken göğsünde kaynayan sıcak kanı hissedebiliyordu.

               “Shizun, bu mürit kalın kafalı ve şimdiye kadar bana ne kadar iyi davrandığını anlamadı.”

               Yataktan kalkarken gözleri parladı ve Chu Wanning’in önünde diz çöktü, ayaklarına kapanıyordu.

               Ve başını kaldırdığında, genç adamın ifadesi vakur ve ciddiydi.

               “Yani bundan sonra, Mo Ran sana bir daha asla utanç getirmeyecek.”

               Yan yana oturan usta ve mürit uzun bir konuşma yaptı, ancak konuşmanın çoğunu Mo Ran yapmıştı. Birine değer vermeye karar verdiğinde aslında çok tatlıydı. Chu Wanning, arada bir gülümsemeyle başını sallayarak sessizce dinledi. Daha farkına varmadan, Huizhou mürekkebinin zengin karanlığının suyla inceltilmesi gibi, pencerenin dışındaki gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başladı.

               Uzun gece sona eriyordu.

               Usta Huaizui taş köprünün yanında durdu, keşiş cübbelerinin etekleri, akan suyun sıçramasından ıslanmıştı, ama sessizce beklerken hiç fark etmemiş gibiydi.

               Güneş doğudan yavaşça yükseldi, ışığı Sarı Pınarlar’ın çalkantılı sularına çarpmak için ağaçların yapraklarından geçerek çağlayan akıntılarını anında göz kamaştırıcı bir altın haline getirdi, su püskürtüleri bir ejderhanın narin pulları gibi parıldıyor ve ışık parlak bir şekilde akışın dalgalara dönüştüğü, ışıl ışıl ışıldayan yere yansıyordu.

               Şu anda hiçlik alemindeydi ve yalnızca Chu Wanning’in ruhunu bulan kişi tarafından görülebiliyordu. Shi Mei ve Xue Meng çoktan uğramıştı, ama ikisi de nehrin kenarındaki yaşlı keşişi göremiyordu. Görünüşte sakindi ama eli, bir dizi tespihi başparmağıyla bilinçsizce her geçen dakika daha hızlı ve daha ivedi bir şekilde çekiyordu.

               Takırt–––

               Birdenbire, tespihin boncukları parçalandı, yıldız ve ay Bodhi1 boncukları yağmur gibi yere döküldü.

               Huaizui’nin gözleri hızla açıldı ve dudaklarını birbirine bastırdı, beti benzi atmıştı.

               Kötü bir alâmetti. Kırık tespih ipini ovuşturdu, dalgaların başıboş boncukları kıyıya fırlatmasını ve kıyıdaki boncukların suya yuvarlanmasını izledi… Uzun bir süre boş boş baktı, yüzü yavaşça solmaya başladı.

               “Büyük usta!”

               Biri aniden ona seslendi.

               “Büyük usta!!!”

               Heyecanla, coşkuyla.

               Huaizui hemen sesin kaynağına baktı ve Mo Ran’in hem kırmızı hem de altın ışıkla akan Ruh Çağıran Feneri tutarken uzaktan hızla koştuğunu gördü.

               Şafağın ilk ışıkları zaten yeterince göz kamaştırıyordu ama bu genç adamın gözleri sabah güneşinden bile daha parlaktı, bir çift kristal gibi parlıyorlardı. Huaizui’nin önünde durana kadar haykırdı, yanakları kızarmıştı ve biraz nefes nefeseydi ama kontrol edilemeyecek kadar heyecanlıydı.

               “Onu buldum,” Mo Ran darmadağınık perçemlerini bir kenara itti, Chu Wanning’in İnsan Ruhu’nu tutan feneri göğsüne sıkıştırdı. “Beni görmek istemiyor değildi, o… o burada.” Kolundaki feneri işaret etti, ama sonra tereddüt etti, onu Huaizui’ye vermek istemiyordu ama aynı zamanda ondan ayrılmaktan da nefret ediyordu, elleri tekrar geri çekilmeden önce sadece birkaç milim uzandı.

               Huaizui hafif rahat bir nefes aldı ve onu süzdü, sonra gülerek, “Onu bulan sen olduğuna göre, onu tutabilirsin, bana vermene gerek yok” dedi.

               Mo Ran çok dikkatli bir şekilde feneri tutmaya devam etti.

               Huaizui, ağaca yaslanmış keşiş asasını aldı, hafifçe suya vurdu ve kavisli yayına beyaz bir kordon bağlanmış yeşim yeşili bir bambu sal birden göründü.

               “Kaybedecek zaman yok, lütfen bin.”

               Sisheng Tepesi nehrinin Hayalet Diyar ile bağlantılı olduğu herkesçe biliniyordu, ancak arada bir engel olduğundan, Yeraltı Dünyası’na gitmek sadece sular boyunca akmaktan ibaret değildi.

               Usta Huaizui’nin bambu salı Yin ve Yang arasında geçmesine izin verecek kadar büyülenmişti, bu yüzden Mo Ran akıntılara yelken açan salda tek başına oturup yarım gün ve kilometrelerce ilerledi, sonra bir şelaleye ulaştı.

               Yeraltı Dünyası’na giden şelale.

               Bu şelale yukarıdaki sonsuz kozmosa ve aşağıdaki Cehennemin en derinlerine bağlanmıştı, ne tanımlanmış sınırları ve ne başlangıcı ne de sonu vardı. Sulu perde büyük bir çağlayışla alçaldı, damlacıkların püskürmesi sisli bir pus oluşturdu.

               Mo Ran daha yakından bakamadan, bambu sal onu zaten tarih öncesi yaratıklar boyutundaki devasa su perdesine doğru götürüyordu. Et ve kemiği parçalamaya hazır sayısız bıçak gibi, güçlü su akıntıları anında ortaya çıktığında tepki verecek zamanı bile yoktu!

               “SHIZUN!–––

               Tehlikenin ortasında, Mo Ran’in tek umursadığı şey kollarındaki Ruh Çağıran Fener’di. Feneri korumak için sıkıca kendisine dayadı, öfkeli bir girdaba çekildiği ve her şey karanlık, fırtınalı bir kaos olduğu için bir kez bile bırakmadı…

               Şelalenin sağır edici sesi ansızın kaybolduğunda ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu.

               Ve bıçak gibi olan tufan da ortadan kaybolmuştu.

               Mo Ran gözlerini yavaşça açtı, ancak Ruh Çağıran Fener’in güvenli ve sağlam olduğunu kontrol ettiğinde rahat bir nefes verdi. Ama sonra yukarı baktı ve önündeki manzara karşısında dili tutuldu.

               Yin ve Yang diyarlarını kat eden o şelale görünen hiçbir yerde değildi ve bambu sal, sakin sularla dolu geniş bir gölde yavaşça sürükleniyordu. Göl, yıldız ışığı lekeleriyle akan koyu bir maviydi ve soluk ruhların sayısız fısıltısı, balık sürüsü gibi sularında yüzüyordu. Sazlıklar, hava akımında bir aşağı bir yukarı sürüklenen soluk parıldayan çiçeklerle her iki kıyısında serpilmişti.

               Sol ve sağ taraftan, sazlıkların derinliklerinden bir erkek ve bir kadının şarkı söyleyen sesleri geldi, notalar sanki bir rüyadan geliyormuş gibi, hüzünlü ama dingindi.

               “Bedenim fırtınalı uçuruma, uzuvlarım macuna döndü. Kafatasım açık dünyaya, gözlerim toza dönüştü. Kızıl karıncalar kalbimi yutar ve iç organlarımı akbabalar… Sadece ruh geri döner… Sadece ruh geri döner… “

               Sarı Pınarlar’ın yeşil suları doğuya akıyor, geçen geçmiş asla geri dönmeyecek.

               Mo Ran uzun süre bambu sal üzerinde sürüklenmeye devam etti ve sonra aniden, gecenin yoğun karanlığında kara gökyüzüne doğru yükselen büyük bir geçit belirdi.

               Bir kez daha yaklaştığında, muazzam geçidin görkemli ve muazzam, muhteşem ve zarif, ince ayrıntılarla dolu olduğunu görebiliyordu. Çok eski zamanlardan beri, sayısız yalnız ruh ve kayıp hayalet onun midesinde dolaşırken, karanlıkta kanlı, çürük kokulu ağzı genişçe açılmış, balla kaplı ve incilerle süslenmiş rezil bir altından ve yeşimden canavar gibiydi.

               Daha da yakından, uğursuz kuleleri güneşi delebilecek dişlere benziyordu ve tüm yapı, dünyanın tüm nefretini bekleyen devasa bir canavarın heybetli başı gibi görünüyordu.

               Daha daha yaklaştığında Chu Wanning’in fenerdeki ruhunun parçası gerilmiş gibiydi, altın parıltısı parlaklıkla titreşiyor ve hafifçe sallanıyordu.

               “Sorun yok,” Mo Ran rahatsızlığını hissetti ve fenere daha sıkı sarıldı, ona eşlik etmek için ruhani enerjisinin daha fazla aktarırken sakinleştirici kelimeler fısıldamak için dudakları neredeyse kağıda değene kadar eğildi.

               “Shizun, korkma, buradayım.”

               Işık bir an titredi, sonra tekrar duruldu.

               Kalın kirpiklerini indiren Mo Ran fenere baktı ve ağzından kaçan kıkırdamaya engel olamadı. Uzanıp fenerin kenarını okşadı, sonra daha da sıkı sarıldı.

               Zifiri karanlık gecede, “Hayalet Kapı” kelimeleri büyük ve kalın yazılmıştı, canlıların taze kanıyla yeni yazılmış gibi çarpıcı bir şekilde canlıydı.

               Bambu sal kıyıya ulaştı ve Mo Ran, kan kokusuyla doymuş zemine, Yeraltı Dünyası’na giden yola ayak bastı.

               Yürürken, etrafındaki insanlar giderek arttı, erkekler ve kadınlar, yaşlılar ve gençler, hatta doğumdan hemen sonra ölen ağlayan bebekler vardı, hepsi Yeraltı Dünyası’nın iç bölgelerine doğru sürükleniyordu.

               Zenginlikleri ve görkemleri sınırsız olan imparatorlar, generaller veya bakanlar olsun, ya da adlarına bir kuruş bile olmayan halk ve köylüler olsun, ne kadar para veya başka bir şeyle gömülmüş olsalar da fark etmiyordu.

               Bu zamanda, bu yerde, herkes bu son yolda yalnız yürümeliydi.

               Mo Ran, Hayalet Diyarı’nın girişine kadar, kalabalık ruhları takip etti.

               Kapıda oturan, palmiye yapraklı bir yelpaze ile kendisini havalandıran bir kişi vardı, elbiselerine bakılırsa muhtemelen bir askerdi. Öldüğünde karnı yarılmıştı ve zaman zaman bağırsakları kayıyordu.

               Bekçi, sabırsızlıkla bağırsaklarını içeri itmek için yelpazenin sapını kullandı, sonra yeni ölen ruhu sorgulamak için tembelce yukarı baktı.

               “Adınız ne?”

               “Sun Erwu.”

               “Nasıl öldün?”

               “Ben, ben yaşlılıktan öldüm.”

               Böylece bekçi büyük bir damga aldı ve Sun Erwu’ya teslim etmeden önce dikkatsizce “Yaşlılıktan Öldü” yazan bir Yeraltı Dünyası giriş kartını damgaladı. “Kaybetme, yoksa yerine yenisini almak için On Yedinci Salon’a gitmen gerekecek. Gidebilirsin. Sonraki.”

               Sun Erwu aşırı derecede gergindi; dürüst olmak gerekirse, hayatta ne kadar cesur ya da bilgili olursa olsun, yeni ölen her insan muhtemelen gergin olacaktır. “Be-ben yargılanacak mıyım? İnanılmaz iyi bir insanım, hayatımda hiç tavuk öldürmedim, merak ediyom, akrabalarım bir sonraki hayatta daha iyi olur mu, en azından bana bir karı bulmaya yetecek kadar param olur mu…”2

               Yaşlı adam, durmaksızın gergin bir şekilde gevezelik etti.

               Bekçi bu gevezelikten çabucak bıkıp usandı ve elini sallayarak, “Yargı mı? Ona daha çok var. Burada, Hayalet Diyarı’nda o kadar çok ruh var ki reenkarnasyon kuyruğunu geçmek on değilse de en az sekiz yıl alacak. Sadece takıl ve sıranı bekle, burası yaşayanlar dünyadakinden çok farklı değil. Tavuklar ve eşlerle ilgili her şeyi sıra sana geldiğinde lord yargıca sakla. Sonraki.”

               Sun Erwu şaşkına döndü, kalın bir aksanda kekeleyerek “Sekiz, on yıl mı?”

               Çizginin çok uzağında olmayan Mo Ran de şok oldu, “Ne? Reenkarnasyon için yargılanmak bu kadar uzun mu sürüyor? “

               “Elbette. Gerçekten kınanması gerekenler veya ruhlarında tuhaf bir şeyler olanlar için tamamen başka bir mesele olsa da,” kapı bekçisi, yorumuna kötü niyetli bir şekilde kıs kıs güldü; gülüşü, bağırsaklarının tekrar dışarı kaymasına neden oldu ve onları tekrar tıkmak zorunda kaldı. “On Sekiz Cehenneme3 gidenler asla uzun süre beklemek zorunda kalmazlar.”

               Mo Ran: “…”

               O aptal, yarım akıllı Sun Erwu hâlâ daha fazlasını sormak istiyordu, ama bekçinin sabrı sona erdi, elini sallayarak konuştu “Devam et, devam et, uzaklaş. Herkes reenkarne olmayı bekliyor, sırayı bekletmeyin. Sıradaki.”

               Böylece Sun Erwu, palmiye yaprağından yelpazenin yeliyle defedildi.

               Bir sonraki, güzel yüzlü makyajlı genç bir kadındı. Konuşmak için ağzını açtı ve belli bir işe özgü duruş ve işveyle, yumuşak bir sesle, “Lordum, bu mütevazı olanın adı Jin Hua’er4 ve vahşi bir kötü adam tarafından ölümüne dövüldü…”

               Hayaletler sıralarını aldı; her birinin kendi düşüncesi ve ölüm şekli vardı.

               Hayatın tüm kaotik tasvirleri burada toplanmıştı ve bundan daha hareketli ve karmakarışık çok az manzara vardı. Ama Mo Ran sadece fenerini kollarında kendine daha yakın tuttu.

               Shizun’una borçluydu; başka hiçbir şeyi umursamıyordu.

               Tek umursadığı, Shizun’un ruhunun kalan son parçasını bulmaktı.

               “İsim?”

               Bekçi esnedi, sonra Mo Ran’e bakmak için gözlerini kaldırdı.

               Mo Ran, bekçi aniden, sanki bu kişiyle ilgili bir sorun olduğunu hissediyormuş gibi titrediğinde ve birden yüzüne dikkatle bakmak için ayağa kalktığında cevap vermek üzereydi.

               “…”

               Mo Ran zihninde küfretti – zaten bir kez ölmüştü, bundan ruhunda tuhaf bir şey olup olmadığını kim bilebilirdi; olmasa bile, şu anda kollarında bir başkasının ruhundan bir parça tutuyordu ve bu da aynı derecede şüpheliydi. Ama orada, Hayalet Diyar’ın sadece bu girişi vardı, bu yüzden başka yolu yoktu.

               Tek yapabildiği kendini hazırlamak ve bekçinin bakışlarıyla doğrudan buluşmaktı.

               Bekçi gözlerini kıstı.

               Mo Ran, adını verirken sakin hissetmediği halde sakinmiş gibi yaptı, “Mo Ran”.

               Bekçi hiçbir şey söylemedi.

               Mo Ran ifadesini sabit kalmaya zorlarken kalbi bir davul gibi gümlüyordu. “Bir qi ayrılması yaşadım ve aynen böyle öldüm. Giriş kartı istiyorum lütfen.”

Dipnotlar

  1. Bodhi: Bilgelik ağacı

    Yıldız ve Ay Bodhi tespihi: Bu tespih daemonorops margaritae denen tropikal bir bitkiden elde ediliyor. Boncuklar zamanla renk değiştirip kahverengiye dönüyor. Yıldız ve ay denmesinin sebebi ise, boncuğun üzerinde minik minik noktalar var ve tıpkı ayın üzerindeki yıldızlar gibi görünüyorlar.

  2. Karakter kelimeleri kısa keserek konuşuyor, köylü sınıfından biri. Komik bir köylü ağzı yazardım da her yazdığım linç yiyor, o yüzden sizin hayal gücünüze bırakıyorum. <3
  3. On Sekizinci kat, Testere Odası: Yasalardaki boşlukları hile yapmak ve işyerinde yanlış uygulamada bulunmak için kullanan kişiler kendilerini ikiye bölünmüş olarak bulacaklardır.
  4. Jin Hua’er: Altın Çiçek demek, bariz bir fahişe ismi