32. Bu Saygıdeğer Kişi Sana Bebek Gibi Bakacak, Olur Mu

Share

               >>Uyarı: Kan + yara tedavisi!!!

               Mo Ran, sayısız nilüfer yaprağının arkasında durup dehşete düşmüştü ve yıldırımın içinde sıkışmış gibi kıpırdayamıyordu. İçinde bir şeyler parçalandı ve yüzünde kırık bir ifade belirdi.

               Şok, içerleme, kıskançlık ve hiddet, kafasındaki havai fişeklermiş gibi patladı. Dudaklarını oynattı ama hiçbir kelime çıkmadı. Neye sinirlendiğini bile bilmiyordu. Aklında sadece bir düşünce tekrarlıyordu—

               Bu saygıdeğer kişinin, üzerinde hak iddia ettiği kişiye kim dokunmaya cüret ediyordu?!

               Chu Wanning, seni iki yüzlü, aldatıcı orospu! Cüret… cüret ediyorsun…

               Chu Wanning’in bu dönemde onunla samimi bir ilişkisi olmadığını unutmuştu. O anda, mantık zihnini terk etti.

               Sonuçta — doğumdan ölüme, on yıl olmuştu—bir ömür.

               Zihni berrakken, onu bir kenara atıp kontrolü sağlayabilirdi.

               Ama bu şartlarda, kafası karışıkken, içgüdüsel olarak Chu Wanning’in onun olduğunu hissetmişti. Şimdi bile, Chu Wanning’in dudaklarıyla birbirine geçtiklerindeki arzu ve tutkuyu, benliğini yiyen coşkuyu, nasıl da apaçık hatırlıyordu…

               Yeniden doğduktan sonra, o zamanları düşünmemek için elinden geleni yapmıştı.

               Ama şimdi, temiz suyun içinde, o tanıdık geniş omuzlu figürü ve uzun bacaklarıyla, sıkı kasları ve ince ama güçlü beliyle, Chu Wanning’in çıplak sırtını görmek…       

               Zar zor bastırmaya çalıştığı bütün anılar ve duygular uyarmaksızın geri dönmüştü.

               Mo Ran’ın kafa derisi bile uyuşmuştu.

               …Vücudu da bu şeylere tepki göstermişti.

               Öyle şiddetli, istemsiz bir tepkiydi ki durdurmak için yapabilecek hiçbir şeyi yoktu ve bedeninin aşağısı, izlerken yanıyordu.

               Ne yaptığını fark ettiği zaman, çoktan sinirle sesini yükseltmiş “Chu Wanning!” diye bağırıyordu.

               Chu Wanning, aslında, onu yok sayacak küstahlığa sahipti.

               Nilüfer havuzunun üstündeki sisten dolayı, omuzlarını destekleyen iki kişiyi görmek çok zordu, bu yüzden görünüşlerini tanıyamadı. Ama ona fazlasıyla yakın duruyorlardı, aralarındaki mesafe zar zor görülebiliyordu.

               Mo Ran seslenip havuza daldı, havuzda Chu Wanning’e doğru yürüdü —- ve yaklaştıkça, fark etti—-

               O, o iki “insan” aslında metal ve sedirden yapılma golemlerdi!

ÇN: Ruhu olmayan, genelde kilden ve topraktan yapılma bir varlık. (Vikipedi)

               Daha da kötüsü, Chu Wanning’e nilüfer havuzunu kullanarak enerji aktarıyorlarmış gibi görünüyorlardı ve Mo Ran dikkatsizce havuza daldığında ruhani bağı kesmişti…

               Chu Wanning’in ne tür bir düzeni kullandığını bilmiyordu ama bilinçsizce sersemlemişti ve ışık devamlı olarak avuçlarından omzundaki yaraya akarken golemlere yaslanıyordu. Duruma bakıldığında, açıkça kendini tedavi etmenin ortasındaydı.

               Mo Ran aceleyle sınıra geldiğinde, ışık dağıldı. Doğrusu, o dehşet içindeyken, düzen tersine dönmeye başlamıştı.

               Işık dağılır dağılmaz, Chu Wanning’in yarası hemen kendini aşındırmaya başladı. Rahatsızlık sesi çıkararak kaşlarını çattı ve bir ağız dolusu kan öksürdü. Sonra, vücudundaki bütün yaralar tekrar açılmaya başladı. Dökülen kan anında havuzu kırmızıya bulamıştı.

               Mo Ran afalladı.

               Bu Chu Wanning’in “Çiçek Ruhu Kurbanı Tekniği” idi!

               Ölümcül bir… hata yapmış olabileceğini fark etti…

               Chu Wanning’in ruhani gücü metal ve odun elemanterlerindendi.* “Tianwen”i içeren, metal elementinin ruh gücü, saldırı için kullanılırken, odun enerjisinin ruh gücü şifa için kullanılırdı.

ÇN: Elemanter’in anlamı burada Batılı anlamından biraz farklı, ve daha çok beş tür chi/ruh enerjisini temsil ediyor: ateş/Mars, su/Merkür, odun/Jüpiter, metal/Venüs ve toprak/Satürn.

               Çiçek Ruhu Kurbanı Tekniğiyle; Chu Wanning, bitki örtüsünün ruh özünü ustalıkla, yarayı onarmak için idare edebilirdi. Fakat, bu sırada biri girip düzeni bozarsa, bitki örtüsü özü aniden parçalanır ve değil şifa etkisinin işe yaraması, tersine, yara daha da kötü olurdu. En kötü senaryoda, bitki örtüsü ruhları Chu Wanning’in ruh özünü yiyip bitirebilirdi.

               Neyse ki, Mo Ran önceki hayatından Çiçek Ruhu Kurbanı Tekniğine aşinalığı vardı ve hemen enerji akışını kesmek için hareket etti. Golemlerin desteğini kaybeden Chu Wanning, öne devrildi. Mo Ran onu yakalayıp sabit tuttu.

               Shizun’un bilinçsiz yüzü solgun, dudakları mavi, vücudu da buz gibi soğuktu.

               Mo Ran başka bir şey düşünmeden, onu havuzun dışına çıkardı. Yarı taşıyarak, yarı sürükleyerek, Chu Wanning’i odasına götürüp yatağına yerleştirdi.

               “Shizun? Shizun?”

               Birkaç kez seslendi ama Chu Wanning bir kirpiğini bile kıpırdatmadı. Göğsünün sığ inip kalkışı dışında ölüden farksızdı.

               Chu Wanning’i böyle görmek, Mo Ran’a geçmişi anımsattı.

               Açıklanamaz bir şekilde, boğazının sıkıştığını hissetti ve kalbi panikle doldu.

               Geçmiş yaşamında, iki insan kollarında ölmüştü.

               Shi Mei. Chu Wanning.

               Biri gece gündüz düşündüğü hayatının aşkıydı. Diğeri hayatı boyunca birbirine geçtiği ölümlü düşmanıydı.

               Shi Mei öldüğünde, Mo Weiyu bu dünyadan kaybolmuştu.

               Ve Chu Wanning öldüğünde…?

               Mo Ran bilmiyordu. Tek bildiği, o gün, kollarındaki kişinin yavaş yavaş daha da soğuduğunu hissediyordu. Ağlamadı, gülmedi de; sevinç ve üzüntü ulaşılamaz bir noktaya geldi.

               Chu Wanning öldüğünde, Mo Weiyu, artık dünyanın ne demek olduğunu bile bilmiyordu.

               Mum ışığında, Chu Wanning’in çıplak gövdesini gördü.

               Genellikle, Gece Göğü’nün Yuheng’i cildini olabildiğince az gösteren kıyafetler giyerdi. Yüksek yakalı giyer ve kuşağını üç kez dolardı, haysiyet ve edep resmiydi.

               Bu yüzden, hiç kimse, iki yüz darbenin nasıl bir yara bıraktığını görmemişti bile…

                Mo Ran, ceza gününde, Chu Wanning’in sırtındaki yaraları kendi gözleriyle görmesine rağmen, tek bildiği etinin birkaç yara aldığıydı. Ondan sonraki günlerde, Chu Wanning’i ayaklarının üzerinde normal bir insan gibi yürürken gördüğünde, aslında o kadar da kötü olmadığını düşünmüştü.

               Şimdi fark etmişti ki Chu Wanning’in yaraları, hayal ettiğinden daha beterdi.

               Hayalet hanımın bıraktığı beş yara yırtılıp açılmıştı ve en kötüsü, kemiğine kadar görebiliyordu.

               Büyük ihtimalle Chu Wanning, yaralarını bandajlaması için kimsenin yardımını istememişti ve her şeyi kendi başına yapmaya çalışmıştı. Merhem düzgünce uygulanmamıştı bile ve ulaşamadığı yerler çoktan iltihaplanmış ve irileşmişti.

               Mavi-mor sopa berelerinden bahsetmiyordu bile. Bütün sırtına yayılmış, alacalı sırtının hiçbir yerini es geçmemişti.  Üstelik, deminki ruh geri tepmesinden açılmış yaralar sırtını kana bulamıştı. Durmaksızın akıyor, altındaki çarşafı kırmızıya boyuyordu.

               Mo Ran kendi gözleriyle görmüş olmasaydı, bu adamın köprüdeki yaprakları inatla süpürdüğüne ve müritleri yağmurdan korumak için kocaman bir bariyer yarattığına asla inanmazdı – yine önündeki korkunç ve derin yara almış olan bu adamın yeri bir revirde, yoğun bakıma aitti.

               Chu Wanning bilinçsiz olmasaydı, Mo Ran’ın, onu yakasından kavrayıp sarsmak hoşuna gider ve talep ederek —-

               Chu Wanning, senin ve aptal gururunun sorunu ne?

               Hayatında bir kez olsun zayıflık göstersen kim ne yapacak? Niçin lanet olasıca bir inatçısın? Yetişkin bir adamsın ve daha kendi başının çaresine bile bakamıyor musun? Kendine biraz daha iyi davranamaz mısın??

               Niçin yaralarını sarması için birinden yardım istemedin?!

               Nasıl oldu da sadece ağzını açıp yardım istemek yerine golem kullanarak aptal tedavi sistemini yaptın?!

               Chu Wanning, kahrolasıca bir salak mısın?!

               Zihninden onu lanetlerken, hızlıca kanı durdurmaya çalışıyordu. Sonra, bir kova sıcak su çekti ve Chu Wanning’in sırtındaki kanları sildi…

               Ateşle bir bıçağı sterilize edip tamamen çürümüş eti kesmeye koyuldu.

               İlk kesikte, Chu Wanning acıyla inledi, bedeni titriyordu. Mo Ran, onu sabit tuttu ve öfkeyle homurdandı, “Ne cehenneme inlemek zorundasın! Beni mi lanetleyeceksin? Bir ses daha çıkarırsan bıçağı tam göğsüne saplayacağım. Öldüğünde kahrolasıca hiçbir şey hissetmeyeceksin! Sorun çözülecek!”

               Mo Ran sadece şu anlık gerçek kişiliğini serbest bırakıp, öfkeli doğasını gösterdi, geçmişteki gibi ona bağırıyordu.

               Ama çok fazla irinli yarası vardı, derisi beyazlaşmış ve ölüydü. Chu Wanning, onu biraz biraz keserken, ağır bir nefes aldı.

               Bilinçsizken bile, bu kişi sesini zapt ediyor, acıyla bağırmayı reddediyordu ama soğuk terler döküyor, henüz silip temizlenmiş vücudunu sırılsıklam ediyordu.

               Sanki saatler geçmiş gibiydi, Mo Ran sonunda ilacı uygulamayı ve yarayı bandajlamayı bitirdi.

               Chu Wanning’in cübbesini giymesine yardım etti, sonra bir yorgan bulup hafif ateşi olan Shizun’unun üstüne örttüğünde ancak derin bir nefes aldı. Wang Hanım’ın ilacının hala kese kağıdında olduğunu hatırlayıp, kalktı ve bir kase ilaç demleyip Chu Wanning’in yatağının yanına geri getirdi.

               “Hadi, ilaç zamanı.”

               Bir eliyle uyuyan kişiyi kaldırıp kollarına aldı ve omzuna yasladı. Diğer elini ise ilaç kasesini dudaklarına götürmek için kullandı, hafifçe buharını üfleyip test etmek için bir fırt çekti.

               Mo Ran yüzünü ekşitip buruşturdu. “Uh, çok acı.” Yine de soğutup Chu Wanning’e içirdi.

               Ama Chu Wanning kaldıramayıp dışarı öksürene kadar sadece yarım kaşık içirebilmişti, çoğu Mo Ran’ın üzerindeydi.

               “…”

               Chu Wanning’in acı şeyleri sevmediğini biliyordu, o kadar çok biliyordu ki, acı şeylerden nefret ettiğini söyleyebilirdi.

               Ama Kıdemli Yuheng katır kadar inatçıydı; uyanık olsaydı, kesinlikle katlanıp bütün kaseyi bir dikişte şikayet etmeden boşaltırdı. Nihayetinde, sonrasında sağduyulu bir şekilde bir parça şeker aşırırdı.

               Ne yazık ki, Chu Wanning şu anda bilinçsizdi.

               Bunun hakkında yapılabilecek hiçbir şey yoktu; bilinçsizken öfkelenecek hali yoktu ya. Sadece kabullenip sabırla küçük yudumlar halinde içirdi, bazen ağzının kenarlarını silmek için havlu bile kullanmıştı.

               Böyle bir şey Mo Ran için zor değildi. Sonuçta, geçmiş yaşamında, Chu Wanning’i her gün ilaçla beslediği bir zaman dilimi vardı. O zamanlar, Chu Wanning ona karşı koymaya bile çalışmıştı, böylece yüzüne tokat atabilecekti, sonrasında çenesinden zorla kavrayıp sertçe dudaklarını birbirine bastırıp dilini ağzına, gasp etmek için, ittirmişti, kanın bakırımsı tadı…

               Çabayla, olabildiğince çabuk, bunu düşünmeyi bıraktı, Mo Ran’ın içirdiği son birkaç kaşık biraz aceleye gelmişti ve çok da nazik olmayan bir şekilde tıkılmıştı.

               “Bunu kalbimden gelen nezaketle yapıyorum, gece yorganı tekmelemeye kalkma, zaten ateşin var bir de grip olacaksın…”

               Konuşmasının yarısında, aniden öfkesi alevlendi ve yatağın ayağına bir tekme attı.

               “Her neyse, niçin soğuk alıp almadığını umursayayım ki! Umarım alırsın. Umarım berbat bir soğuk algınlığıdır ve onun yüzünden ölürsün.”

               Döndü ve sinirli sinirli yürüdü.

               Kapıya yaklaştı ama hala rahat hissetmiyordu bu yüzden geri döndü ve gözlerini kısarak odaya baktı. Neyin canını sıktığını anladıktan sonra, yaklaştı ve mumu söndürdü. Sonra tekrar gitti.

               Bu sefer, nilüfer havuzuna kadar ilerlemişti. Chu Wanning’in hayat kanını emdikten sonra büyüyüp çiçek açan çiçekleri görünce, kalbindeki hiddet yalnızca daha da arttı.

               Öfkeyle doluydu ama yine de ilerledi, dimdik, ritimsizce, kolları ve bacakları aynı anda aynı yönde hareket ederek, yatak odasına geri döndü.

               Hamlamış, yaşlı bir golem gibi tangırdayarak, ayaklarını sürüyerek tüm odada daire çizdi, sonunda, istemeden Chu Wanning’in yatağının kenarında duruyordu.

               Ay ışığı, yarı açık bambu pencereden hafifçe parlarken, Chu Wanning’in huzurlu yüzünü aydınlatıyordu.

               Dudakları solgundu ve kaşları hafifçe birbirine çekilmişti.

               Mo Ran bir süre düşündü, sonra onun için pencereyi kapattı. Ne de olsa nemli bir yerde yaşıyorlardı; uyurken pencereyi açık bırakmak iyi değildi. Bunu yaptıktan sonra, Mo Ran ayağını yere vurup yemin etti:

               Eğer bir kez daha o kapıdan dönerse, bir köpek olacaktı!

               Kapıya ulaştığı anda, bir gümbürtü duydu. Doğrusu Chu Wanning bütün yorganı üstünden atmıştı.

               “…”

               Bu kişinin uyurken üzerine örtülen şeyleri havaya atması huyunu ne yapacaktı??

               Bu yüzden bir köpek olmayacaktı, on altı yaşındaki İmparator Taxian-Jun duruma olabildiğince katlanmaya çalıştı ve gitti.

               Sözünden geri dönmeyecekti; o kapıya kesinlikle tekrar geri dönmeyecekti!

               Yani, bir süre için.

               —- Zeki ve güçlü imparator pencereyi açtı ve üstünden atlayıp içeri girdi.

               Yerdeki yorganı aldı ve gerisini geri Chu Wanning’in üstüne örttü. Chu Wanning’in canının acıdığını, zorla nefes aldığını ve yatağın köşesine kıvrıldığı yerde sırtının titrediğini duyunca, Mo Ran genellikle ona karşı olan öfkesini daha fazla toplayamadı.

               İstediği kadar “oh olsun” diyebilirdi ama kalbi hala onun için ağrıyordu.

               Chu Wanning’in yatağının kenarına oturup yorganı tekrar savurmayacağından emin olmak için izledi.

               Mo Ran için uzun bir gündü ve geç olmuştu, sonunda yorgunluk çöktü. Başı yavaşça düştü ve uyuyakaldı.

               Bu uyku hiç de rahat değildi. Chu Wanning bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu ve Mo Ran puslu uykusunda onun nefeslerinin arasında inlediğini duyabiliyordu.

               Mo Ran, bu puslu, hafif uykuda, saatin kaç olduğunu ya da ne zaman yatakta Chu Wanning’in yanına yatmakla sonuçlanıp kollarındaki titreyen adama sarıldığını söyleyemezdi. Hala yarı uykuluyken, onu nazikçe tuttu ve sırtını okşadı, mırıldanarak, “Şışş… şışş… acı acı git buradan…”*

ÇN: “pain pain go away” genelde çocukları rahatlatmak için söylenen bir tekerleme. Birçok şarkı sözünde de geçer.

               Mo Ran, uykusunda, geçmiş yaşamındaki Sisheng Tepesi’ne döndüğünü hissetti, boş, hüzünlü Wushan Sarayı’na.

               Chu Wanning’in ölümünden sonra, kimseye sarılıp uyumamıştı.

               Yanan dargınlıktan mıydı yoksa geçmeyen hislerden miydi, sonrasında, sonsuz soğuk yalnızlık günlerindeki o hisleri düşünmek kalbini acıtıyordu. Düşünmek onu tüketti.

               Ama ne kadar çok dilerse dilesin, Chu Wanning geri dönmeyecekti.

               Hayatının son ateşini kaybetmişti.

               Mo Ran tüm gece Chu Wanning’e sarıldı. Hayallerin ve puslu uykunun arasında, bazen apaçık biliyordu ki yeniden doğmuştu ama hala diğerlerine karşı eski yaşamındaki gibi olduğunu hissediyordu.

               Aniden, neredeyse gözlerini açmaya korktu. Sabah uyandığında, soğuk, boş yastık ve uçuşan perdeler olmasından korktu. Ve, hayatının geri kalanında, tamamen yalnız olacağından.

               Chu Wanning’den nefret ettiğine emindi.

               Ama, onu kollarında tutunca göz kenarlarında ıslaklığın toplandığını hissetti.

               Bu, otuz iki yaşındaki Taxian-Jun’un bir daha asla sahip olamayacağını düşündüğü sıcaklıktı.

               “Wanning, iyi olacaksın…”

               Bu puslu vaziyette, geçmişteki Mo Ran gibi kollarındaki adamın saçlarını okşarken, böyle ince sözler ağzından kaçtı.

               O kadar yorgundu ki ne söylediğini ya da yanındaki kişiye ne diye seslendiğini fark etmemişti. Sözcükler doğal bir şekilde ağzından çıkmıştı ve çok fazla düşünmemişti. Mo Ran nefes verdi ve derin bir uykuya daldı.

               Ertesi sabah, yavaş yavaş uyanırken, Chu Wanning’in kirpikleri pır pır etti.

               Yüksek efsun gücünden dolayı, geçen akşamki ateşi çoktan düşmüştü.

               Chu Wanning tembelce gözlerini açtı, aklı hala uykudan dolayı sisliydi. Ama kalkmaya çalışırken, yanında birinin yattığını farketti.

               M-Mo Weiyu???

               Kısaca söylemek gerekirse irkilmişti. Chu Wanning’in yüzü soldu ama ne kadar uğraşsa da geçen gece neler olduğunu hatırlayamıyordu. Daha da kötüsü, hareketleri Mo Ran’ı da uyandırmıştı.

               Genç adam esnedi, dinç yüzü uykudan hafifçe kızarmıştı. Sabah güneşine gözlerini kısarak baktı, Chu Wanning’e bakıp anlaşılmayacak bir şekilde, “Ah… bu Saygıdeğer Kişinin biraz daha uyumasına izin ver… Çoktan uyanık olduğuna göre, niçin bana yumurta ve etli pirinç lapası yapmıyorsun…”

               “…”

               Ne tür bir saçmalıktı bu böyle? Uykusunda mı konuşuyordu?

               Mo Ran’ın aklı hala bulanıktı. Chu Wanning’in ona kahvaltı hazırlamak için kalkmadığını gördüğünde, konuyu üstelemedi. Onun yerine, tembelce gülümsedi ve uzandı, Chu Wanning’in yüzünü daha yakına çekti ve dudaklarını saf bir öpücükle öptü.

               “Eğer kalkmak istemiyorsan, sorun değil. Bu Saygıdeğer Kişi yalnızca görebileceği en kötü rüyayı gördü. Rüyamda… ah… boş ver.” İç çekti, bu noktada hala sıkışıp kalmış kişiye sarılıyordu. Çenesini kollarındaki adamın başında dinlendirdi, mırıldanarak, “Chu Wanning, bir süre daha sana sarılmama izin ver.”

               Yazarın Notları:

               Şeker şeker şeker, istediğin şeker!

               Mo Ran’ın niçin ona [Wanning] diye seslendiği hakkında, bu dil sürçmesi değil, geçmiş yaşamında Shizun’a böyle sesleniyordu. Niçin ona böyle samimi bir şeklide hitap ettiğine gelecek olursam, ileride göreceksiniz… ah, ne kadar bölüm sonra olduğunu bilmiyorum! Kaçar.