174. Shizun’un Kesesi

Share

               Uçuşan Çiçek Adası fakir olmasına rağmen, hane reisi belli ki zengin ve varlıklıydı.

               Yarasa işlemeli altın saten bir elbise ve Kunlun Taxue Sarayı’nda üretilmiş gibi görünen en kaliteli kar beyaz tülden bir dış cübbe giyiyordu. Siyah ve beyazın karıştığı uzun saçları fazlasıyla pürüzsüz ve sıkı bağlanmıştı ve saçları mavi dantel çiçekleriyle1 doluydu. Kaşları kaliteli salyangoz yumurtasıyla keskin hatlarla kalınca koyu siyaha boyanmıştı. Pudra ve allık sürmüştü, dudakları kıpkırmızıydı. Boynunda zarif, inci zincirden bir kolye vardı ve kulaklarında güvercin yumurtası büyüklüğünde, yakut kakmalı altın küpeler takılıydı. Kulak memelerini sertçe aşağı çekiyordu.

               Elli yaşın üzerinde bir kadındı, gençliğinin baharı geçeli çok olmuştu. Vücudu hafif şişkindi ve yüzü kırışıklıklarla doluydu. Giyinip süslenmek istemesi güzeldi de belli ki ne kadar lüks giyinirse o kadar güzel olacağını düşünüyordu. Bu yüzden de bu bir yığın parıltılı inciye batmışken kırmızı ve yeşille kaplı, yaşlı bir kaplumbağa2 gibi görünüyordu.

               Yaşlı Kaplumbağa, Uçuşan Çiçek Adası’nın yaklaşık yarısını elinde tutuyordu. O konuştuğunda, köy muhtarı bile ses çıkarmaya cesaret edememişti.

               Tam bu sırada güneş doğdu ve kırmızı çiçekli ve yeşil yapraklı3 yaşlı kaplumbağa köy meydanına geldi. Uzun zaman önce kendisi için hazırlanmış olan kızıl gül ağacından, yarasa ve geyik oymalı taishi4 sandalyesine oturdu ve Linyi’den gelen sığınmacıları süzdü.

               “Neden onları kabul ettin?” Yoğun yağlı göz kapaklarını kaldırdı ve köy muhtarına kasvetli bir bakış attı, “Gümüş tael bile ödemediler, o halde onlara kalacak bir oda vermenin ne anlamı var? Ya yemek? Ne kadar yediler?”

               “Fazla yemediler…… Hepsi köyden arta kalanlar. Artık yenemezler,” diye mırıldandı muhtar.

               Yaşlı Kaplumbağa hafifçe homurdandı, “Yine de bunun için para ödemeniz gerekiyor. Bu pirinç buğdayı, hepsi benim, Üçüncü Hanım Sun’un arazisinde yetişmiyor mu? Bu yıl hasat iyi değildi ve ben de adadaki her eve on jin5 buğday unu ve bir kap yağ yardımı yapmak için bir ambar açtım. Hepiniz halkımdan olduğunuz için sizin yemenizde sakınca yok, ama korkarım ki Linyi’deki mültecilere yardım etmek adına Üçüncü Hanım’ın yemeğini almak pek iyi değil, değil mi?

               “Üçüncü Hanım doğru söylüyor.” Köy Muhtarı özür dilercesine gülümsedi, “Ama şu küçük kızlara bak, şu yaşlı adamlara bak, böyle soğuk bir günde çok sefil haldeler. Sende bir Buda kalbi var6, neden bu seferlik bunu unutmuyoruz?”

               Yaşlı Kaplumbağa ona dik dik baktı. “Nasıl unutabilirim? Para, hepsi para.”

               Köy Muhtarı: “……”

               “Her aile onlara yemeleri için ne kadar verdi?” Yaşlı Kaplumbağa sordu, “Hesap tutmanı söylemiştim. Hatırlıyor musun?”

               Köy muhtarının, “Hatırlıyorum. Anladım,” demekten başka çaresi yoktu. Konuşurken Yaşlı Kaplumbağa Üçüncü Hanım Sun’a küçük bir kitapçık verdi. Üçüncü Hanım Sun sağ elini bir şıngırtıyla kaldırdı. Bileğine altın, gümüş, yeşim ve değerli taşlardan, neredeyse ufak kolunun yarısını kaplayan dokuz adet bilezik takmıştı.

               “Evet.” Okumayı tembelce bitirdi, hesap defterini bir kutuya koydu ve parmaklarıyla saydı, “Siz domuzsunuz, yemek yemek konusunda gerçekten ustasınız. Adada bu kadar kısa süredir bulunmanıza rağmen yirmi altı adet buğulanmış çörek yemişsiniz. Bizim çöreklerimiz fazlasıyla büyüktür. Doksan gümüş istesek fazla olmaz. Ayrıca Linyi’den getirdiğim yarım fıçı içme suyundan da içmişsiniz. Linyi bana bir fıçısını üç altına satmıştı. Taşıma ücretlerini de hesaba katmam gerek. Bu yüzden size bir fıçısını dört altına satacağım. Yarım fıçısı iki altın eder, yani toplam iki altın ve doksan gümüş. Bu arada, Zhang Abla.”

               Çağrılan nazik görünüşlü kadın titredi ve hızla başını kaldırdı. “Ah, Üçüncü Hanım.”

               Üçüncü Hanım Sun gülümsedi, “Senin buğulanmış çöreklerin en lezzetlileri. Hamuru yoğururken içine domuz yağı koyuyorsun. Bunu da hesaplamalısın.”

               “Bu…… On çöreğe sadece bir bezelye tanesi büyüklüğünde yağ gidiyor. Bunu nasıl hesaplayalım?”

               “Neden hesaplayamayalım? Her on buğulanmış çörek için bir bezelye tanesi büyüklüğünde domuz yağı, hesapladıktan sonra bir bakır para almam çok olmaz.”

               “……”

               “Bu iki altın, doksan gümüş ve bir bakır para eder.” Üçüncü Hanım Sun konuştu, “Ayrıca hepiniz benim arazimin evlerinde uyuyorsunuz. Ev benim olmasa da arazi benim. Hepiniz toplam yarım shichen uyudunuz, yani yarım shichenlik7 ücret, kişi başı yetmiş bakır ediyor.”

               Yanındaki görevliye sormak için döndü, “Toplam kaç kişi var?”

               “Üçüncü Hanım’a toplam kırk dokuz kişi olduğunu bildiriyorum.”

               “Bu doğru değil. Elli bir dememiş miydin? Peki ya diğer ikisi?”

               Cümlesini tamamlayamadan, aniden kasvetli bir sesin şöyle dediğini duydu:

               “Buradayız.”

               Chu Wanning beyaz bir cübbe değil de oldukça koyu bir ay-beyaz8 cübbe giymesine rağmen, yine de kar ve buzun soluğuyla muhteşem ilahi aurasını yayıyordu. Bir çift hafifçe yukarı çekik gözlerin içindeki göz bebekleri berraktı, ama soğuk ve kibirliydi, kınından çıkmış keskin bir süngü gibiydi.

               Üçüncü Hanım Sun, normal bir insandı, ama efsuncu gördüğünde onlardan korkmazdı.

               Hayatının büyük bir bölümünde geçimini sağlamıştı ve her zaman kılı kırk yarıp9 üç kuruşun hesabını yapmasına10 rağmen acımasız şeyler yapan birisi değildi, gerçi iğrenç bir insandı.

               Bu yüzden acele etmeden, “Demek xianjunler.11 Uyumaya ihtiyacınız olmamasına şaşmamalı. Bütün bu insanları siz kurtardınız, değil mi? Tam zamanında geldiniz. Çabuk gelin, bana parayı ödeyin.”

               Köy muhtarı fısıldadı, “Üçüncü Hanım, bu ikisi Rufeng Sekti’nden değil, onlar Sisheng Tepesi’nden xianjunler. Buna gerek yok…”

               “Hangi sekt olduğu umurumda değil. Ben parayı tanırım, insanları değil.”

               Chu Wanning, bir araya toplanmış, soğuktan titreyen sığınmacılara baktı. Elini kaldırdı ve onlar için soğuğu dağıtmak adına altın-kızıl bir bariyer kurdu. Sonra başını çevirdi, “Ne kadar istiyorsun?” diye sordu.

               “İki altın, doksan üç gümüş ve dört yüz otuz bakır.”

               Üçüncü Hanım Sun iğrenç biri olsa da gidecek başka yerleri yoktu. Chu Wanning, eğer onu gücendirirse, bunun beraberinde getirdiği insan grubunu da etkileyeceğini biliyordu. Teni solgun olsa da qiankun kesesinden bir para kesesi çıkardı ve ona fırlattı.

               “İçinde yaklaşık seksen altın var.” Parasının çoğu Xue Zhengyong’un yerindeydi ve şu anda fazla bir şeyi kalmamıştı. “Yaklaşık yedi gün burada kalmamız gerekecek. Yeterince var mı diye sayıp bakabilirsin.”

               “Yeterli değil.”

               Üçüncü Hanım Sun, nasıl kendi elleriyle sayardı? Tabii ki para kesesini astlarına verecek ve yanlarında saydıracaktı.

               “Seksen altın en fazla üç gün kalmanız için yeterli. Ve yemek dahil değil.”

               “Sen––––!”

               “Xianjun ikna olmadıysa beraber hesaplayalım. Bir iş insanı, parayı nasıl hesaplayacağını bilir ve sana her birinin nedenini söyleyebilirim.”

               Bu sırada Mo Ran de atıldı. Yanında fazla parası yoktu. Chu Wanning ile birlikte, elli iki kişinin dört gün boyunca yemek yemesi ve yaşaması için zar zor yeterdi.

               Üçüncü Hanım Sun parayı aldı ve parlak kırmızı dudaklarıyla gülümsedi, “Sizi burada dört gün tutacağım. Dört gün sonra da paranız yoksa, Ebedi Ateş’in sönüp sönmemesi umurumda değil. Hepiniz hemen gidersiniz.”

               Chu Wanning, para harcamamak için o gece yemek yemedi. Haberci Haitang’ı nehre attı ve Xue Zhengyong ile iletişime geçmeye çalıştı. Ardından geçici olarak kaldığı küçük kulübeye döndü.

               Bu kulübe, Yuliang Köyü’ndeki yoğun hasat zamanı boyunca kaldığı yerden bile daha sade ve yavandı. Adada çok fazla boş oda olmadığı için herkesin sıkışması gerekiyordu. Chu Wanning yabancılarla aynı odada yaşamaya alışkın değildi, bu yüzden tek yapabileceği Mo Ran ile yatmaktı.

               O anda gösterişsiz odadaki ışıklar yanıyordu, ama Mo Ran orada değildi. Nereye gittiğini bilmiyordu.

               Chu Wanning dış cübbesini çıkardı. Lüks bir cübbe olmasına rağmen, yapıldığı malzeme genellikle giydiği beyaz cübbeden daha iyi değildi. Üzerinde ebedi ateşin külleri ve kan lekeleri vardı. Bir kova sıcak su doldurdu ve kapı açıldığında yıkamaya başlamak üzereydi.

               Chu Wanning gözkapaklarını kaldırıp ona baktı, “Nereye gittin? Çok geç döndün.”

               Mo Ran odaya girdi, bambudan örülmüş bir yemek kutusu da getirmişti. Dışarısı rüzgârlıydı ve çok soğuktu. Yemek kutusunu kollarına aldı ve gözlerini kaldırdı. Burnunun ucu soğuktan kızarmıştı, gülümsedi ve “Üçüncü Hanım’ın evine yemek dilenmeye gittim,” dedi.

               Chu Wanning afallamıştı, “Yemek dilenmeye mi gittin?”

               “Şaka yapıyorum,” dedi Mo Ran, “Yiyecek bir şeyler getirdim.”

               “Ne yemeği?”

               “Buğulanmış çörek.” Mo Ran biraz utanmıştı, “Ayrıca bir kâse balık çorbası ve bir kâse kızıl domuz kavurması12 var, ama ne yazık ki tatlı yok. Üçüncü Hanım Sun o kadar katı ki köydeki insanlar ondan korkuyor. Kimse bana daha fazla bir şey vermeye cesaret edemiyor. Onu bulmak için evine gidip yanımda taşıdığım gümüş bir hançeri takas ettim.”

               Chu Wanning kaşlarını çattı, “O kadın kara kalpli. Senin o gümüş hançerini biliyorum. Üzerine gömülü ruhani taşlar bile vardı, nasıl böyle küçük bir şeyle takas edilebilir?”

               “Sadece bu değil. Pazarlık edip elli iki porsiyonla takas ettim. Herkesin yemeği var, mutfağın göndermesini izledim.” Mo Ran gülümsedi ve “Bu nedenle Shizun, başkaları için endişelenmene gerek yok. Sadece uslu uslu hepsini ye,” dedi.

               Chu Wanning gerçekten acıkmıştı. Masaya oturdu ve birkaç ağız dolusu sıcak balık çorbası içti. Ardından buğulanmış bir çörek aldı ve kızıl domuz kavurmayla birlikte yemeye başladı. Üçüncü Hanım Sun cimri bir insandı. Fazla et vermemişti ve çoğu da çok yağlıydı. Chu Wanning bu yemeği beğenmemişti, ama balık çorbasına batırılmış, buğulanmış çörek fena değildi. Birini yedi, sonra ikincisini kemirmeye başladı.

               Mo Ran dumanı tüten kovaya baktı ve “Shizun, çamaşır mı yıkayacaksın?” diye sordu.

               “Mn.”

               “Sadece dış cübbe, yıkamana yardım edeyim Shizun.”

               “Gerek yok, kendim hallederim.”

               Mo Ran, “Sorun değil. Ben de yıkayacaktım zaten, tesadüf oldu,” dedi.

               Konuşurken yatağa gitti ve daha önce atmış olduğu birkaç parça giysiyi aldı. Ardından elinde ahşap bir kovayla dışarı çıktı.

               Ay ışığı avluda parlıyordu. Mo Ran başını kaldırdı ve düşündü, Xue Meng ve amcasına ne olduğunu bilmiyordu. Ye Wangxi ve Nangong Si şimdi neredeydi? Denizin diğer tarafındaki Ebedi Ateş’e baktı. Gece gündüz bir kan gelgiti gibi savruluyor, kavruk dumanlar gökyüzüne yükseliyordu.

               Song Qiutong ve… O kişi.

               Önceki hayatında iliklerine kadar nefret ettiği kişi, uğruna tüm Rufeng Sekti’ni katlettiği adam.

               Muhtemelen hepsi çoktan ateş denizine gömülmüştü.

               Mo Ran içini çekti ve düşünmeyi bıraktı. Kovayı bıraktı, içine su fıçısından biraz soğuk su ekledi, kollarını sıvadı ve çamaşırlarını yıkamaya başladı.

               Chu Wanning mekanik silah yapmak ya da parşömen yazmak hususunda çok sistemli ve titiz bir adamdı. Konu çamaşır yıkamak ya da yemek pişirmek olduğunda, bir karmaşaya dönüşüyordu.

               Örneğin, Mo Ran kıyafetlerini suya tamamen sokmadan önce, suya herhangi bir önemli şeyin girmesini önlemek için önce qiankun kesesini ve gizli cepleri alışkanlık olarak kontrol ederdi. Ancak Chu Wanning bu adımı genelde hatırlamazdı.

               “……”

               Chu Wanning’in cübbesinden çıkardığı ıvır zıvır yığını karşısında Mo Ran sessizliğe gömüldü.

               Bütün bunlar neydi?

               Haitanglı mendil.

               Neyse ki normaldi.

               Çeşitli iksirler.

               Bunda yanlış bir şey yoktu.

               Bir avuç şeker……

               Mo Ran’in dili tutulmuştu. Dikkatlice baktı ve görünüşe göre Yuliang Köyü’nde onun için satın aldığı sütlü şekerlerdi.

               Henüz yememiş miydi?

               Tekrar karıştırdığında, Mo Ran şok oldu.

               ……Patlayıcı tılsım mı?

               Mo Ran’in yüzü yeşile dönmüştü. Yarısı ıslanmış tılsım parşömenini neredeyse dehşete düşmüş bir halde havaya kaldırdı.

               Chu Wanning ne yüce gönüllüydü? Patlayıcı tılsımı herhangi bir engel olmaksızın vücudunuzda taşıyabilir miydiniz? Tutuşup kendi kendine patlama olasılığı çok ufak bir ihtimal olmasına rağmen çok tehlikeliydi. Dalga mı geçiyordu?

               Mo Ran kaşlarını çattı ve aceleyle kıyafetlerini baştan aşağı dikkatlice kontrol etti. Patlayıcı tılsımları, dondurucu tılsımları ve ruh sakinleştirme tılsımlarını temizledi. Sonra üzerinde küçük bir ejderha çizilmiş olan Yükselen Ejderha Tılsımı’nın da Chu Wanning tarafından dikkatsizce içinde bırakıldığını gördü.

               Eğer kontrol etmeseydi, bu tılsımların hepsi ıslanır, büyük bir kısmı da işe yaramaz hale gelirdi. Şu Chu Wanning cidden……

               Mo Ran çaresizce başını salladı ve kendi kendine düşündü, bundan sonra Shizun’umun kendi başına çamaşır yıkamasına izin vermemeliyim.

               Düşünürken, aniden gizli cepten ufacık, nilüfer kökü beyazı bir şey düştü. Mo Ran umursamadı, bunun bir tür tılsım ya da büyü olduğunu düşünmüştü. Bu yüzden gelişigüzel bir şekilde aldı ve şöyle bir baktı.

               Sadece bir bakışla, şaşkına dönmüştü.

               Mor mimoza13 çiçekleriyle işlenmiş eski bir brokar14 keseydi. Taç yaprakları ve yapraklar renklerini kaybetmişti ve artık eskisi kadar parlak değildi.

               Şaşkın ve kafası karışıktı. Belli belirsiz bu şeyin çok tanıdık olduğunu düşünüyordu. Daha önce bir yerlerde görmüş olmalıydı, ama o kadar uzun zaman olmuştu ki o anda hatırlayamamıştı.

               Mo Ran küçük brokar keseyi okşadı, simsiyah kaşları sımsıkı çatılmıştı ve gözlerinde ışık ve gölgenin belirsiz parıltısı vardı. Geçmiş birer birer gözlerinin önünden akıp gitti ve o çalkantılı yıllarda bu açan mimozanın kaynağını bulmaya çalıştı.

               Yıllar içinde rengi solan, yumuşacık ve hafifçe serin kumaş.

               Elinde tuttu ve tekrar tekrar evirip çevirip dikkatlice baktı, ama hatırlayamadı. Patlayıcı tılsım gibi tehlikeli bir şey içerebileceğinden korktu, bu yüzden biraz araladı ve bir göz attı.

               “……”

               Bu bir saç tutamıydı.

               Hayır, daha dikkatli bakınca aslında iki tutam vardı.

               Birbirine bağlanmış, birbirine sarılmış, birbirinin ağına takılmış, birbirine sıkıca örülmüş.15 Geçmişin telaşı içinde birbirlerine dolanmış ve eşlik etmişlerdi. İlk bakışta bir tutam olduğu düşünülse de aslında bu iki mürekkep karası tutam, uzun zaman önce birbirinden ayrılamaz olmuştu.

               “Saç mı?”

               Mo Ran sersemlemişti. Gözlerinin önünde parlak bir ışık parladı.

               “Brokar kese…… Mimozalı brokar kese……” diye mırıldandı.

               Birden geçmiş bir olayı hatırladı. Bu olay karın boşluğunda patlayan bir alev gibiydi, göğsünü yakıyordu. Gözleri bir anda şokla açıldı.

               Seremonilerin Hayalet Hanımı.

               Hatırlamıştı.

               Altın çocuk ve yeşim kızları, Kelebek Kasabası, Hejin ayini sırasında evlilik kadehini16 değiştirmeleri, kumaş bağlamaları, yeminle saçlarını kesip birlikle saçlarını bağlamaları––––Hatırlamıştı……

               O andan itibaren iki yalnız ruh birbirine eşlik etmiş ve mavi göklerden Sarı Pınarlar’a dek hiç ayrılmamıştı.17

               O…… Hatırlıyordu.

               Hatırlamıştı!!

               Kelebek Kasabası’nın Seremoni Hanımı’nın önünde, o ve Chu Wanning hayalet evliliği yaparken, altın çocuk ve yeşim kız, mimoza çiçekli, ipekten brokar keseye koysunlar diye saçlarından birer tutam kesmiş ve Chu Wanning’in ellerine koymuştu.

               Bu, o brokar keseydi.

               “Nasıl olabilir?”

               Mo Ran’in beyni uğulduyordu, kan akışı hızlanmıştı ve kafası karmakarışıktı.

               “Bu nasıl mümkün olabilir……”

               Keseyi sıkıca kavradı, elleri hafifçe titriyordu, gözleri hasret, şaşkınlık, hayret, inanamamazlık, telaş, coşku ve hatta hüzün parıltılarıyla titriyordu.

               Shizun…… Chu Wanning……

               O…… O neden…… Neden bunu saklıyordu?

炎炎炎

Dipnotlar

  1. Yaşlı kaplumbağa, yumuşak kabuklu kaplumbağa olarak da bilinir. Yiyorlarmış bunu. :(

  2. Bahsedilen çiçek, aspir çiçeği. Aynı zamanda bu kısım Çin vatan sevgisiyle ilgili bir şarkıda geçiyor. “Elbette bu yaşamda size aspirler ve yeşil yapraklar eşlik edecek.”

  3. Taishi sandalye: Veya Büyük Öğretmen Sandalyesi, antik Çin’de ahşap bir klasik koltuk tarzıdır.

  4. 10 jin = 5 kg
  5. Bodhisattva: Budizmde, diğerlerine yardım etmek için kendi aydınlanmasını erteleyen kişi
  6. Shichen (时辰): Çin geleneksel saatine göre, bir günü on iki eşit dilime bölünce, her iki saat bir shichen ediyor. Yani yarım shichen, bir saate eşittir.
  7. Eskiden ayın beyaz olduğuna değil de açık mavi tonlu bir beyaz olduğuna inanılırmış.

  8. 吹毛求疵 – chuīmáoqiúcī : Kusur bulmak için kürkün üzerindeki tüyleri üflemek, titiz ve her şeye kusur bulanlar için bir deyim.
  9. 锱铢必较 – zīzhūbìjiào : Üç gram ile üç yüz gram kıyaslanmalıdır. Tam olarak bu şekilde değil ama 锱 8 oz demek ve o da 226.80 gram ediyor, 300’e yuvarladım. 铢 ise tam olarak bir taelin 24. kısmı demek. Ne demek bilmiyorum ama tael Çinlilerin o zamanlar kullandıkları ortası delik para. 2 ya da 3 grammış bu para. Onu da 3’e yuvarladım. Bu deyim İngilizceye her kuruş için pazarlık etmek olarak çevrilmiş. Ben de çok üç var diye üç kuruşun hesabını yapmak dedim. Beyin beduva. :D
  10. 仙君 xiānjūn (şiencün diye okunur), efsuncu olmayan insanların, efsunculara hitap şekli. Ölümsüz lord.
  11. 合欢花 – hé huān huā: Burada bahsedilen aslında gülibrişim ağacının çiçekleri ama mor mimoza çiçeği ve ipek ağacı olarak da biliniyormuş.

  12. Brokar: Sırma veya yaldız işlemeli bir kumaş türü.
  13. 天罗地网 – tiānluódìwǎng: Birbirinin ağına takılmış, bir deyim. Tam olarak göklerin ve yeryüzünün ağlarla kaplı olması demek. Kaçınılamayacak, kurtulunamayacak durumları anlatmak için kullanılır. Geldiği hikâyeye göre, tuzağa düşmek demek. Bizdeki anlamıyla aynı aslında.

    严丝合缝 – yánsīhéfèng: Birbirine örülmüş: Yine bir deyim. Tam olarak, sıkı dikişlerle birleştirilip dikilmiş demek, boşluğun sıkıca kapatılması.

  14. Hejin ayini: Bahsedilen kadeh aslında minik bir su kabağı. Halk arasında acı kabak olarak bilinir. Kabak ikiye bölünür. Bu, karı kocanın aslen iki beden olduğunu simgeler. Kabak yarıları iki kişinin düğünle birbirine bağlandığını simgeleyen bir ip/kumaş/kurdele ile bağlanır. Biri geline diğeri damada verilir. Şaraplar bitince gelin ve damat kabak yarılarını değiştirip tekrar içer. En sonunda kabak yarıları birleştirilir. İki, bir olur.
  15. Gökler ve yeraltı dünyasının ayrılmaması. Yaşamda ve ölümde birbirine eşlik etmek.