140. Shizun, Çevir

Share

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

Mo Ran’in iyi dilekleri sağ olsun, Chu Wanning o gece bir rüya gördü. Maalesef pek tatlı bir rüya değildi.

Rüyasında, Semavi Yarık sırasında Kelebek Kasabası’na dönmüştü, ancak onunla onaran kişi Mo Ran yerine Shi Mei idi.

Kül gibi bir gökyüzünden gelen yoğun karların ortasında, Shi Mei, bir hayalet sürüsü kalbinden bıçakladığında dayanamamış ve ejderha sarmallı sütundan, aşağıdaki sonsuz karlı zemine düşmüştü. Mo Ran koşmuş ve kanayan Shi Mei’i kollarına almıştı, Chu Wanning’in ayakları önünde diz çökmüştü ve kendi müridini kurtarması için ondan yardım dileniyordu.

O da kurtarmak istiyordu, ancak ikiz bariyerin etkisi altında, Shi Mei ile aynı ciddi yaralanmaya maruz kalmıştı. Yüzü bembeyaz kesilmişti, dudaklarını ayırması durumunda kanın çıkacağından ve bölgedeki hayaletlerin, hepsini bir anda parçalara ayırmak için hücum edeceğinden korktuğu için tek kelime etmeden orada durmuştu.

“Shizun… nolur… Sana yalvarıyorum…”

Mo Ran ağlıyordu ve önünde durmaksızın eğiliyordu.

Chu Wanning gözlerini kapatmış, sonra kaçmıştı…

Shi Mei ölmüştü.

Mo Ran onu asla affetmemişti.

İlkbaharın sonlarında, havaların soğuk olduğu zamanda, Sisheng Tepesi’ndeki Naihe Köprüsü’nü düşlemişti. Yağmur yağıyordu, ağaçların üzerindeki çiçeklerin ve yaprakların yumuşak başlarına damlalar yapışmıştı ve ayaklarının altındaki mavi taşlı yol, elinde şemsiye ile yürürken sonsuz görünüyordu.

Aniden, uzakta, köprünün karşısında, siyahlar giymiş ve şemsiyesiz, sadece kollarında yağlı kağıda sarılı bir kitap yığını olan, kendisine doğru yürüyen başka bir kişi gördü. Chu Wanning bilinçsizce adımlarını yavaşlattı.

Bu kişi de onu açıkça fark etmişti ama adımları yavaşlamamıştı. Yaptığı tek şey, yağmurla dolu kirpiklerini ona soğuk bir bakış atmak için kaldırmaktı.

Chu Wanning ona seslenmek istedi, söylemek istediği şey: Mo…

Ama Mo Ran ona konuşma şansı vermedi. Kitaplarına tutunarak köprünün sol tarafına, elinden geldiğince, kenara yürüdü ve nehre düşebilirdi ––– sadece köprünün sağ tarafındaki shizunundan uzaklaşmak için olabildiğince uzağa gitmişti.

Köprünün ortasında buluştular.

Genellikle şemsiye kullanan, yağmurda yürüyordu ve hiç şemsiye kullanma alışkanlığı olmayan da yağmurda yürüyordu.

Sonra birbirlerinin yanından geçtiler.

Üzerine yağmur yağan, arkasına bakmadan yürümeye devam etti, ama şemsiyenin altındaki yürümeyi bırakmış, yerinde durup kalmıştı.

Yağmur şemsiyeye çarpıyordu. Chu Wanning uzun bir süre orada durdu, öyle uzun süre ki bacakları, sanki havadaki nemli soğuk kemiklerine nüfuz etmiş gibi biraz uyuşmaya başlamıştı.

Birdenbire, bir adım daha atamayacak kadar ezici bir yorgunluk hissetti.

Rüya siyaha döndü.

Soğuk ve ağırdı.

Yağmur gibi soğuk, hareket etmeyi reddeden bacaklar gibi ağır.

Chu Wanning uykusunda döndü ve minik bir top haline geldi. 

Gözünün kenarından bir şey kayarak yastığa gömüldü. Bunun sadece bir rüya olduğunu belli belirsiz biliyordu, ama o zaman neden bu kadar gerçekçiydi, Mo Ran’in nefretini, hayal kırıklığını, reddedişini açıkça hissedebiliyordu.

Ama… bu muydu?

Böyle mi bitmişti?

Kabul etmeyi reddetti; belki de düş sahnesini yeniden aydınlatan da bu reddedişti.

Hâlâ o rüyaydı, Shi Mei’in ölümünden aylar sonrası.

Mo Ran’in mizacı gün geçtikçe daha kasvetli bir hal almıştı ve giderek daha az konuşur hale gelmişti. Hâlâ tüm efsun derslerine geliyordu, ama sadece oturup dinlemek içindi, Chu Wanning’le olması gerekenden fazla konuşmuyordu.

Chu Wanning, Shi Mingjing’i o zamanlar neden kurtarmadığını hiç açıklamamıştı ––– Mo Ran’in tavrını görünce, söyleyebileceği hiçbir şeyin artık bir şey değiştirmeyeceğini biliyordu.

Bir gün efsun dersi sırasında Mo Ran, ruhsal enerjiyi yoğunlaştırmak için çalışması talimatı verildiğinde bir çam ağacının ucunda durmuştu.

Ama nedense, aniden ağaçtan düşüp yere yığılmıştı. Chu Wanning hiç düşünmeden onu yakalamak için yukarı fırladı, ama hiçbir büyü yapacak zamanı yoktu ve ikisi sert bir şekilde yere düşmüştü.

Ne şans ki toprak yumuşaktı ve kalın bir çam iğnesi tabakasıyla kaplıydı, bu yüzden de Chu Wanning’in keskin bir dalla kesilmiş ve kan sızan bileği dışında hiçbiri yaralanmamıştı.

Mo Ran yarasına baktı ve sonra aylardır ilk kez gözlerini kaldırıp doğrudan Chu Wanning’in yüzüne baktı.

Sonunda, “Shizun, kanaman var,” dedi.

Ses tonu biraz sertti, ama en azından sözler yatıştırıcıydı.

“Qiankun kesemde merhem ve bandajlar var, en iyisi şimdi yaranla ilgilenmek.”

Yerdeki kalın çam iğnesi yastığına oturdular, çam ağaçlarının ferahlatıcı kokusu havada uçuşuyordu. Chu Wanning, Mo Ran’in kafasını aşağı eğip bandajı tek kelime etmeden bileğine sarmasını izlerken hiçbir şey söylemedi.

Mo Ran’in kirpiklerinin titreyişini her an görebiliyordu, ancak yüzündeki ifadeyi göremiyordu. Bir an için sorma cesaretini toplayabilmeyi diledi:

Mo Ran, benden gerçekten bu kadar mı nefret ediyorsun?

Ama esinti çok nazikti, gün ışığı çok sıcaktı; dallar arasında kuşlar ve böcekler cıvıldıyordu ve yaralı eli bandajı sararken Mo Ran’in elleri arasında hafifçe tutuluyordu. Her şey çok sessiz ve sakindi.

Nihayetinde sormadı, dinginliğin resmini paramparça etmedi.

Aniden cevabın zaten gerçekten önemli olmadığını düşündü; Shi Mei’in ölümünden sonraki bu rüyada önemli olan, kanının, yarasının, Mo Ran’in bilincini biraz geri getirebilmesi, aralarındaki gerilimi sadece bir dokunuşla azaltabilmesiydi.

Chu Wanning ertesi gün sersem gibi uyandı.

Yatakta yatarken, kolundaki ağrının yanı sıra süregelen sıcaklığı hissedebiliyordu. Saçma olduğunu düşünerek yüzünü yorgun bir şekilde ovuşturmadan önce uzun bir süre geçti.

Rüyasındaki bu saçmalık neydi?

Rüyaların kişinin düşüncelerinin bir tecellisi olduğu söylenir; yoksa Shi Mei’in ne kadar güzel büyüdüğüne o kadar bozulmuştu da Shi Mei’in ölümü gibi bir rüyayı gidip uykusunda ortaya çıkarmış olabilir miydi…

Saçmalık.

Yataktan kalktı ve güne hazırlandı, yıkandı, giyindi ve saçlarını topladı ve çok geçmeden dün gecenin parçalanmış rüyasını tamamen unutmuştu.

Köylüler bugün pirinç keki yapıyorlardı.

Aşağı efsun diyarında, pirinç kekleri gelecek yıl iyi bir servet adına Yılbaşı Gecesi için mutlak bir zorunluluktu. Yuvarlak taneli yapışkan olmayan pirinç ve bir gece önce un haline getirilen yapışkan pirinç, kadınlar ve yaşlılar tarafından sıcak sobalarda buharda pişirilmişti. Bu zahmetli bir süreçti, ancak genç erkeklerin gerçekten yardımına ihtiyaç duymuyorlardı, bu yüzden Chu Wanning biraz uyudu ve etrafta dolaşarak vakit geçirdi.

Vardığında, açık bir tarlaya dikilmiş büyük bir wok tava gördü ve bir insanın yarısı boyunda tahta bir fıçı, wok üzerinde buğulanıyor, sıcak buharı buram buram tütüyordu. Köy muhtarının karısı bir tabure üzerinde durmuş ara sıra fıçıya pirinç unu koyuyordu. Birkaç çocuk kendi aralarında oyun oynayarak ocağın etrafında koşuşturuyordu, ara sıra metal maşa kullanarak ateş çukurundan bir demet kavrulmuş fıstık ya da bir mısır koçanı çekmek için duraklıyorlardı.

Chu Wanning’in beklemediği kısım, Mo Ran’in her zamanki gibi erken kalkmış olması ve şu anda köy muhtarının karısının ocağı izlemesine yardım ediyor olmasıydı. Çocuklardan biri biraz fazla hızlı koşmuş ve tökezlemişti, birkaç kez hıçkırıp gözyaşlarına boğuldu.

“Ah hayır, takıldın mı?” Mo Ran ona yardım etti ve kıyafetlerinin tozunu silkeleyerek sordu, “Bir yerin mi yaralandı?”

“Elim–––” Küçük kız, Mo Ran’e haykırırken göstermek için kirli küçük elini kaldırdı.

Mo Ran onu kucağına aldı, kuyuya doğru yürüdü ve elini yıkamak için bir kova temiz su çıkardı. Biraz uzaktı, bu yüzden Chu Wanning çocuğa ne dediğini duyamamıştı ama küçük olan gözyaşlarını tuttu, bir süre burnunu çekti ve ağlamayı bıraktı ve bir süre sonra gülümsemeye başladı, hâlâ sümüklü küçük yüzünü kaldırıp Mo Ran’e baktı ve onunla konuşmaya başladı.

“…”

Chu Wanning bir köşenin arkasından sessizce izledi, küçük kızı ikna etmesini izledi, onu ateş çukuruna geri götürmesini izledi, ateşten tatlı bir patatesi çıkarıp soyup küçük kızın ellerine koymasını izledi.

Her şeyi durduğu yerden izledi.

Sanki Mo Weiyu’nun hayatının son beş yılını görüyordu.

“Ah, Shizun burada mı?”

“Mn.” Chu Wanning’in Mo Ran’in yanına oturmak için gelmesinden önce uzun bir süre geçti. Bir an tavanın altındaki harlı alevleri izledi, sonra, “İçinde ne var?” diye sordu.

“Fıstık, tatlı patates, mısır,” diye yanıtladı Mo Ran, “ve şimdi sen burada olduğuna göre, senin için bir parça şeker.”

“…Şeker kızartılabilir mi?”

“Yine de Shizun yaparsa yanmış şeker olacak,” Mo Ran bir gülümsemeyle ona sataştı, “İzin ver.”

Cebinden bir tane sütlü malt şekeri1 çıkardı, pirinç kâğıdından ambalajını açtı, ateş maşasının arasına koydu ve hemen geri çekip şekeri almadan önce kısa bir süre ateşte tuttu. Nefes çekerek, “Sıcak,” dedi ve Chu Wanning’in dudaklarına tutmadan önce şekeri soğuması için üfledi.

“Dene.”

“…” Chu Wanning başka birinin eliyle yemeye alışkın değildi, bu yüzden uzanıp şekeri kendisi aldı. Süt beyazı şeker, ısıtıldığı için sıcak ve yumuşaktı, çiğnerken tatlı süt aroması ortaya çıkıyordu. Chu Wanning, “Fena değil. Bir tane daha ısıt,” dedi.

Böylece Mo Ran bir tane daha ısıttı ve Chu Wanning yemek için deminki gibi aldı.

“Bir tane daha.”

“…”

Mo Ran arka arkaya sekiz şeker ısıttı ve dokuzuncuyu ısıtırken küçük bir çocuk ondan tatlı patates istedi. Mo Ran’in elleri doluydu ve bu yüzden Chu Wanning’den bunu yapmasını istemek zorunda kalmıştı.

Chu Wanning, diğer ateş maşasını aldı ve tatlı patateslerin en büyüğünü seçti. Mo Ran baktı ve “Onu geri koy, yanındaki küçük olanı al,” dedi.

“Büyük olanlar daha lezzetli.”

Mo Ran gülümseyerek, “Büyükleri henüz pişmedi,” dedi.

Chu Wanning çok da ikna olmamıştı. “Henüz pişmediğini nereden biliyorsun?”

“Bana güven, her zaman doğada tatlı patates kızartırım. Ona küçük olanı ver, onlar daha tatlı.”

Dolayısıyla Chu Wanning’in tek yapabildiği küçük olanı çıkarmaktı. Küçük çocuğun, Chu Wanning’in efsun dünyasında ne kadar büyük bir isim olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu, sadece tatlı patatesleri almasına yardım etmeye istekli olduğu için kenara çekildi ve kısık bir sesle, “Da-gege, büyük olanı istiyorum.” dedi.

Chu Wanning, “Bunu diğer da-gegena söyle,” dedi, “henüz pişmediğini söyleyerek vermeyen o.”

Küçük çocuk gerçekten Mo Ran’e koştu. “Mo Ran-gege, büyük olanı istiyorum.”

Mo Ran, “Büyük olanı istiyorsan bir süre daha beklemen gerekecek,” dedi.

“Bir süre ne kadar uzun?”

“Yüze kadar say.”

“Ama ben sadece ona kadar sayabiliyorum…” Çocuğun sesi tamamen gücenmiş gibiydi.

Mo Ran sırıttı, “O halde sanırım küçük olanı yemen gerekecek.”

Küçük çocuk dramatik bir şekilde iç çekti, ancak tek yapabildiği bu haksızlığı kabul etmekti, “İyi, o zaman küçük olan,” diye mırıldandığında yüzünü asmıştı.

Böylece Chu Wanning tatlı patatesi onun için soymaya başladı. Bitirmek üzereyken, Mo Ran’in ısıttığı şeker de en yumuşak haline gelmişti, daha fazla ısıtırsa muhtemelen eriyecekti. Mo Ran aceleyle onu çıkardı ve Chu Wanning’e uzattı. “Shizun, ağzını aç–––”

Elleri tatlı patatesle dolu Chu Wanning, ağzını ikinci kez düşünmeden açtı; Mo Ran ılık, yumuşak süt şekerini ağzına koyunca ve başparmağının iri dokulu eti dudaklarının köşesine hafifçe sürtününce Chu Wanning ansızın şekeri kendi müridinin elinden yediğini fark etti ve kulaklarının uçları parlak kırmızıya dönüştü.

“Daha?”

Chu Wanning boğazını temizledi ama neyse ki yüzündeki renk ateşin sıcak parıltısıyla kamufle edilmişti. “Böyle iyi,” dedi.

Mo Ran bir gülümsemeyle, “Tam seni doyurmaya yetecek kadarmış; sadece bir tane süt şekeri kaldı, bundan sonra istesen bile artık yok.”

Rahatlamış ve huzurlu hissederek, düşünmeden dikkatsizce konuşmuştu.

Ve böylece kayıtsızca “seni doyurmak” gibi bir şey söylemişti. Elbette bu tür sözler, bir müridin shizununa söylemesi için tamamen uygunsuzdu, evcil hayvanını besleyen bir mal sahibi, cariyesini besleyen bir imparator gibi şımartıcı ve hükmedici sözlerdi, çarşaflar arasındaki meselelerde bile kullanılabilecek sözlerdi, ‘üstteki fatih, kavurucu derecede sıcak vücudunu altındaki inleyen kişiyi doyurmak için kullanıyor’.

Chu Wanning uzun bir süre dalıp gitmişti, sadece bu kaba sözlerin içinde boğuluyordu.

Pirinç buharda pişirildikten sonra, bir sonraki adım fiziksel emek içeriyordu: köydeki tüm genç erkekler pirinç keklerini dövmek için tahta tokmaklar kullanacaktı. Köy muhtarı Mo Ran’e gazlı beze sarılmış tahta bir tokmak verdi ve Mo Ran tarafından durdurulduğunda Chu Wanning’e de vermek üzereydi.

Mo Ran gülümsedi ve “Köy muhtarı, shizunum daha önce bunu hiç yapmamıştı, işe yaramayacaktır,” dedi.

“…” Chu Wanning yan tarafta suskun kaldı.

Oldukça tepkisizdi, hatta biraz öfkeliydi, çünkü tapınağı terk ettiği günden beri hiç kimsenin “işe yaramaz,” demesiyle ilişkilendirilmemişti.

  Başkalarından duyduğu tek şey, “xianjun, lütfen şuna ve şuna yardım et,” gibi şeyler, istek ve yalvarışlardı.

Bu, şimdiye kadar birisinin ilk kez önüne adım atıp “Nasıl yapacağını bilmiyor, işe yaramayacaktır,” deyişiydi.

Chu Wanning sinirlenmişti. Kol yenlerini savurup, ‘sen kime işe yaramaz diyorsun!’ diye bağırmak istemişti.

Ama kendini tuttu.

Çünkü Mo Ran haksız değildi, gerçekten işe yaramayacaktı.

Köyün muhtarı, onları içinde bir top buharlı, pişmiş pirinç unu olan bir taş havana götürdü.

Mo Ran, “Shizun, biraz sonra başladığımızda, pirinç kekini her üç vuruşta bir çevir. Ellerini yakmamaya dikkat et ve çok hızlı yapma ki yanlışlıkla sana vurmayayım.”

“…Eğer pirinç keklerini döverken bana vurursan, efsunculuğu bırakıp onun yerine çiftçi olabilirsin.”

Mo Ran sırıttı. “Sadece her ihtimale karşı söylüyorum.”

Chu Wanning onunla daha fazla nefes tüketmek istemiyordu, özellikle de yanlarındaki çift çoktan başladığı için altta kalmak istememişti, bu yüzden taş havanın yanında durdu ve şöyle dedi: “İşe koyul.”

Böylece Mo Ran tokmağı salladı, ilk vuruş ağır ve sağlam bir şekilde hafifçe buharlaşan pirinç ununa indi, tokmak topa gömüldü. Bunu iki kez daha yaptı, sonra Chu Wanning’e parlak gözlerle baktı ve “Shizun, çevir,” dedi.

Chu Wanning pirinç unu topunu ters çevirdi ve Mo Ran dövmeye devam etti.

Ritmi düşürmeleri sadece birkaç tur sürdü: Mo Ran tokmağı her üçte bir kaldırdığında, Chu Wanning pirinç unu topunu çevik bir şekilde ters çeviriyordu ve sonra vuruş, tam da elleri çekilirken aşağı iniyordu. Pirinç keki dövmek basit görünebilirdi, ancak kuvvet dikkatlice kontrol edilmeliydi ve dövmeyi yapan kişinin hem güç hem de dayanıklılığa sahip olması gerekiyordu, çünkü iş bitmeden önce pirinç ununu yapışkan ve esnek hale getirmek için sayısız kez çevirmek ve vurmak gerekiyordu.

Bir süre sonra, Mo Ran hâlâ rahatlıkla devam ediyordu, ama yanındaki köylüler yorulmuştu ve “bir, iki, üç–––bir, iki, üç–––” ritmiyle vurmaya, bağırmaya başladılar. Merakı uyanan Mo Ran ritimleriyle onları takip etti. Pirinç unu topları yarı yapışkan hale geldiğinde, diğer herkes çoktan sızlanıyordu ama Mo Ran hâlâ iyiydi, Chu Wanning’e “Tekrar,” derken gülümsüyordu.

Chu Wanning ona baktı. Genç adamın alnı terle kaplıydı ve bal rengi teninin güneş ışığı altında parlamasını sağlıyordu. Ve dudakları hafifçe aralanmıştı; diğerleri gibi nefes nefese değildi ama nefesi biraz daha ağırdı, göğsünün yükselip alçalması biraz daha belirgindi.

Chu Wanning’in gözlerinin üzerinde olduğunun bilincinde, koluyla yüzünü silmeden önce durdu, gözleri yıldızlar gibi parlarken bir gülümsemeyle sordu, “Ne oldu? Yüzüme un mu bulaştı?”

“Hayır.”

“O halde…”

Sıcaklamış ve terlemiş olmasına rağmen yakasını düzgün bir şekilde boğazına kadar katlamış halde bakarken Chu Wanning aniden ona biraz üzüldü. “Sıcakladın mı?” diye sordu.

Dün Mo Ran’e üşüdün mü diye sormuştu ve şimdi de sıcaklayıp sıcaklamadığını soruyordu. Mo Ran’in lafının geri kalanını söylemeden önce kafası karışmıştı ––– sıcaklık her iki günde de hemen hemen aynıydı ––– ve “İyiyim,” cevabını vermeden önce boş gözlerle baktı.

“Sıcakladıysan çıkar üstünü.”

“Shizun bundan hoşlanmıyor, yani çıkarmayacağım.”

“…” Chu Wanning, “Büsbütün terlemişsen daha da az hoşlanıyorum,” dedi.

Chu Wanning bile öyle söylediğinden ve giysiler zaten rahatsız edici derecede yapışkan olduğundan, Mo Ran önden cübbesini ve iç gömleğini çıkarıp onları taş öğütme çarkına attı. Chu Wanning, gerçekte yüreği sıcaklayıp ısınırken, buz gibi bir bakışla izledi. Taşlama çarkının yanındaki Mo Ran’in geniş omuzlarını, sırtını ve kaslı kollarını izledi ve Mo Ran iç gömleğini çıkarırken sıcak havanın hücumunu neredeyse hissedebiliyordu. Mo Ran gerçekten çok terlemişti, cildi güneş ışığı altında parlak bir ışıltıyla kaplıydı. Sudan çıkmış bir deniz adamı gibi, arkasını döndü ve Chu Wanning’e gülümsedi, baş döndürücüydü, kalp atışlarını hızlandıracak kadar yakışıklı görünüyordu.

“Biraz ister misiniz?” Köy muhtarının karısı etrafta dolaşıp herkese çay ikram ediyordu ve onlara daha yeni gelmişti.

Mo Ran havana doğru yürüdü ve bir gülümsemeyle, “Susamadım, ama teşekkür ederim,” diye karşılık verirken tekrar tokmağı aldı.

Bir el uzanıp tepsiden bir fincan çay aldı.

Mo Ran ve köy muhtarının karısı şaşkınlıkla izlerken, Chu Wanning boş bardağı geri verip “Bir tane daha lütfen,” demeden önce bardağın tamamını tek seferde yutmuştu.

“…Shizun, çok mu susadın?”

Her nasılsa soruyla irkilen Chu Wanning’in kafası aniden kalktı, gözleri parlıyordu ve ihtiyatla, “Susamak mı? …Hayır? Hiç susamadım.” dedi.

Sonra bir fincan daha içti.

Mo Ran onu izlerken şaşkına dönmüştü ––– tam olarak ne zaman Shizun’un ego kompleksi o kadar kötüleşmişti de susadığını bile kabul edemiyordu?

Yazarın Notları

Mini Tiyatro: Ne Sevgililer Günü

Köpek: Ne Sevgililer Günü? Kim yemeğimi çalmak ister, köpek maması2 insanlar için mi? İnsanlar köpek maması yiyebilir mi? Hemen yere bırak! Kim yemeye cesaret ederse ısırırım!

Chu Wanning: Bu partiye katılmak istemiyorum.

Shi Mei: (Kostümünü değiştiren ve şu anda görüntüsünü umursamadan suratını bento3 ile dolduran Idol Shi Mei gözlerini devirir) Lütfen. Gerçekten Sevgililer Günü’nü Belirli Bir Kişi ile geçirmeye gidersem, siz çocuklar muhtemelen onun yerine Ölüm Günü’nü4 kutlamamı isteyeceksiniz. Nasıl olduğunu biliyorum.

Xue Meng: Kutlamak istiyorum ama kimsenin benimle eşleşebileceğini sanmıyorum, o halde ne yapabilirim? Ben de endişeliyim, bilirsin.

Nangong Si: Köpeklere sevgi ve bakım herkesin sorumluluğunda. Sevgililer Günü’ne karşı savaş, benden başlayarak Naobaijin’i koru.

Mei Hanxue: Satılık prezervatif! İnce Okamoto prezervatiflerine bakın!

Ye Wangxi: Affedersiniz, üst kattaki beyefendi, benimle gelmeniz gerekecek efendim. Geçen haftadan bu yana, departmanım sizin bağlantılarınızı aldattığınızı bildiren on beşe yakın çağrı aldı. Lütfen iş birliği yapın.

※※※※※※※※※※※※※※※※※※※※

Dipnotlar

  1. Bizim çubuktaki macunlara benzer bir şeker türü.
  2. Halka açık sevgi gösterisi için argo bir terim.
  3. Öğle yemeği.
  4. Mezarlık Temizleme Festivali, ataların mezarlarının temizlendiği bir gün.